10 Aralık 2007 Pazartesi

Mevlâna'da Aşk ve İlim

Hüseyin ÖZCAN

Çağının ve yaşadığı coğrafyanın sınırlarını aşan Mevlâna; sufi kimliğinin yanı sıra, âlim, şair ve mütefekkir bir şahsiyettir. O düşüncelerinin merkezine insanı ve ilahî aşkı yerleştirmiş, bütün dünya insanlığını muhatap alarak eserlerini meydana getirmiştir. Mevlâna’nın yaşadığı dönemden sekiz asır sonra bile düşüncelerinin rağbet bulmasında, eserlerinin günden güne artan ilgiyle okunmasındaki sebepler arasında ilim anlayışı ile aşka bakış açısının önemli bir yeri vardır.

Bugün Amerika’da Mevlâna’nın eserleri en çok satan kitaplar arasında yer almaktadır. Mevlâna ve Mevlevîlik Batılı aydınlar arasında da ilgiyle takip edilmekte ve olumlu etkiler uyandırmaktadır.

Mevlâna hakkında araştırma yapan bazı kişiler ona hümanist, filozof vb. birtakım sıfatlar ekleyerek onun gerçek kimliğini gözardı etmektedirler. Aslolan Mevlâna’nın iyi bir Müslüman olduğudur. Ondaki güzelliklerin kaynağı mensup olduğu İslâm dininden kaynaklanmaktadır. Ona eklenen hiçbir sıfat bu hakikati gölgelememelidir. Mevlâna’nın hayatta iken söylediği şu sözler kimliğini açıkça göstermektedir: “Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kuluyum, Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.”

Bu ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi onun temel referans kaynakları Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir.

Mevlâna, Türk tasavvuf hayatının önemli ve etkili bir sufisidir. Onun tasavvufî görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynayan üç temel şahsiyet ve bu şahısların mensubu olduğu üç düşünce sistemi vardır. Bunlar: Muhyiddin Arabi - Vahdet-i vücud Mektebi, Necmeddin Kübra - Kübrevilik ile Melametilik; Şems-i Tebrizi - Kalenderilik’tir.

Yaşadığı devrin birtakım sosyal ve siyasî karışıklıkları karşısında Mevlâna her zaman huzur ve sükûnetin temsilcisi olmuş, halka ümit ve güven telkin etmiştir. Zamanında başka dinlerin mensuplarıyla da iyi diyaloglar kuran Mevlâna, onların gönüllerini fethetmesini bilmiştir. Eserleri incelendiğinde de herkese kucak açan, bu kuşatıcı bakış açısı görülmektedir.
Mevlâna ve Aşk
Kelime olarak aşk, sarmaşık demektir. Bir nesnenin bir nesneyi sarmasıdır. Maşuk da âşıkını sarmaşık gibi saracaktır. Bu sarış, âşığın maşukta yok olmasıyla son bulacaktır. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri kaplarsa, aşk da girdiği kalbi, daha doğrusu kalpten başlayarak insanın bütün vücudunu sarar. Aşk, her durum ve hâliyle kişiyi hakikate erdirir. Sevmenin ne olduğunu öğretir. Mevlâna’ya göre aşk, öyle bir kimyadır ki o ancak can madeninde bulunur. Aşk, varlığın en esaslı, en sırlı sebebidir.

Kudsî hadis olarak da ifade edilen bir beyanda Allah Teala Hz. Peygamber salllallahu aleyhi ve selleme: “Sen olmasan, sen olmasan; bu gökleri yaratmazdım.” şeklinde hitap eder. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Allah celle celâlühün en sevgili kuludur, habibullahtır. Bu sebeple kâinatın mayasının aşk olduğunu söyleyebiliriz. Yine, kudsî hadis olarak aktarılan bir başka beyanda yer alan “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve halkı (âlemleri ve insanı) yarattım.” ifadesi de insanın yaratılmasındaki yegâne maksadın Allah’ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu açıkça anlatır. Mademki kâinatın yaratılışı ve devamı sevginin neticesidir, öyleyse her insan bu sonsuz sevgiden nasibini almalıdır. Bu düşünceden hareketle Mevlâna, her insanın bu sevgi dairesine dâhil olmasını hedefler. Ancak bu sevgi; yaratıcıyla, kâinatla ve insanlıkla bütünleşen, hiçbir zaman azalmayan ve zedelenmeyen hakiki bir sevgi olmalıdır. Tasavvufta “kesbî” olarak nitelenen bu sevgi; mecâzî veya beşerî aşk değil, “İlahî aşk”tır.

Mevlâna, tasavvufun tanımı için şöyle der: “Tasavvuf aşk ve vecdle ilahî vuslata erişmektir. Can ve beka âlemidir.” “Aşk ve vecd ile ilahî vuslata ermek” yani bu tanıma göre tasavvuf, seven ile sevilenin birleşerek tek vücut hâline gelmesidir. İki iken bir olmaktır. Tasavvufun özü aşktır. Tasavvuf coşkun bir aşk hâlidir. Mevlâna da tanımında bu hakikate işaret ediyor. Tasavvufî manada aşk ve vecd hâlini yani coşkunlukla Hakk’a ulaşmak olarak tanımlamıştır.

Mevlâna, “Aşk deliliktir biz delinin delisiyiz.” der. Aşk duygusu o kadar ulvî bir duygudur ki fâni varlık karşısında duyulan, hissedilen her şey bu merhalede teslimiyete ulaşacaktır. Artık kişi hakiki varlık karşısında sonunun mutlu bir şekilde biteceğini ümit ederek ilahî aşk yolunda yürümeye başlayacaktır. Yani Allah celle celâlühün tecellisi olan kul, kendi benliğinden sıyrılıp mutlak hakikatle birleşecektir.

Mevlâna, bu aşkın en son merhalesi için ise şöyle der; “Eğer benden başka senin gözlerinde sen kendi nakşını görürsen onu hayal bil, defet, sür gitsin. Bu aynı zamanda vahdet-i vücud yani vücut birliği, iki iken bir olma hâlidir. Mesnevi’de şöyle bir hikâye anlatılır: Birisi geldi sevgilinin kapısını çaldı. Sevgilisi “kimsin?” diye sordu. Kişi “benim” deyince “git” dedi. Şimdi zamanı değil burada ham kişinin yeri yok. Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir? İkiyüzlülükten kim kurtarabilir? O yoksul gitti tam bir yıl yollara düştü. Sevgilinin ayrılığı ile kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı. O yanmış yakılmış kişi pişti olgunlaştı. Geri geldi yine sevgilinin kapısına dayandı. Korku ve edeple kapının tokmağına dokundu. Sevgilisi “kapıdaki kim?” diye bağırdı. Adam “A gönüller alan, kapıdaki sensin!” dedi. Sevgilisi “Mademki bensin gel içeri gir; zira ev dar, iki kişi sığmıyor” dedi.

Mevlâna bu birlikteliği şu şekilde özetler: “Senin gözün gönlüme göz olunca bu görmeyen gönül göz kesildi. Gözün ta kendisi oldu.”Mevlâna’ya göre sözün menşei üçtür: nefis, akıl ve aşk. Nefisten gelen söz, bulanık ve tatsızdır. Aklın sözü, akıllılarca makbuldür ve birçok faydaların kaynağıdır. Aşkın sözü ise söyleyeni mest, dinleyeni kendinden geçirip neşelendirir.

Aşk ile tasavvufî mertebeler aşılacaktır: Mevlâna “Yedinci kat göğün üstüne çıkmak istiyorsan aşk, bir güzel merdivendir a oğul!” derken bu hakikate işaret eder. Allah celle celâlüh katında aşkın değeri çok üstündür. Mevlâna “Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları getirip teraziye koyarlar. Fakat aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır ” der. Ayrıca herkesi âşık olmaya davet ederek “Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!” diyerek aşka meyli olmayanlara acımaktadır. Hâsılı, kâmil bir ubudiyet içinde olan kulun nihaî hedefi ilahî aşk olmalıdır. Aşk yolunun peygamber yolu olduğunu belirten Mevlâna, “Aşksız yaşama ki, ölü olmayasın; aşkla öl ki diri olasın.” sözleriyle bu manadaki aşkın kişiyi ölümsüzleştirdiğini ifade eder.

Mevlâna “İlahî aşk ateşi gelip de, kendinden başka ne varsa yakıp yandırırsa, işte o zaman gönlünde ne varsa, yanınca sevin, tatlı tatlı gül” sözleriyle aşkta esas olanın sevgiliden başkasını düşünmeme ve ilgilenmeme olduğunu anlatır. Aşkın varlığı, kalpte sevgiliden başkasını yakar ve yok eder. Aşkın aslı yok olma, kendi benliğinden geçmedir. Gerçek aşka ulaşanlar geçici aşklara meyletmezler. Hakiki aşk kalpteki diğer sevgilerin tamamını yok edecektir. Nitekim Kur'ân’da “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” mealindeki ayetle de hakiki aşkta, kalbin mutlak sevgiliyle dopdolu olması gerektiği anlatılır.

Her güzelliğin kaynağını aşka bağlayan Mevlâna şöyle der: “Aşk olmayınca neşe ve sevinç artmaz. Aşksız olursa en güzel vücut bile salınamaz. Buluttan denize yüz damla düşer ama aşk harekete gelmedikçe hiçbiri sedefte inci olamaz. Dünyanın her parçası aşktır. Eğer gökyüzü âşık olmasaydı göğsü gönlü böyle saf lekesiz olur muydu? Eğer güneş de âşık olmasaydı onun yüzünde bir parıltı bu ışık olur muydu? Yeryüzü ve dağ âşık olmasalardı her ikisinin gönlünden bir ot bile bitmezdi. Eğer deniz aşktan habersiz olsaydı böyle dalgalanabilir miydi? Elbet bir yerde donar kalırdı.”Aşkın hayat verdiğini, gönülleri yumuşattığını söyleyen Mevlâna Celaleddin Rûmî, Divan’ında aşkla ilgili şunları söyler: “Âşıkların gönülleri ateşe benzer, bedenleri mangala. Aşk uçuşuna dünya dardır. Aşkla, taş yürekler bile yumuşar, yumuşar da gönül taş bile olsa mücevher kesilir. Aşk yüreklere hayat verir. Aşk atına bin, artık yolu düşünme çünkü aşk atı pek rahvandır.”

Aşkın bedeli sevgili uğruna canını verebilmektir. Mevlâna, “Aşka tutulan can derdine düşmez” der.

18 Ekim 2007 Perşembe

Namazda Tadîl-i Erkân

Dr.Kadir PAKSOY
Harran Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi


Ebû Hureyre (r.a.) Asr-ı Saadette cereyan eden bir hadiseyi şöyle anlatır: Resûlullah (s.a.s.) mescide girmişti. Derken taşradan bir şahıs geldi ve namaz kıldı. Sonra gelip Resûlullah (s.a.s.) ile selamlaştı. Resûlullah (s.a.s.) ona, “Dön ve yeniden namaz kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!” dedi. O da dönüp evvelce kıldığı gibi namaz kıldı. Resûlullah (s.a.s.) yine ona dedi ki: “Dön ve yeni baştan kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!” Allah Resûlü (s.a.s.) üçüncüsünde de namazı tekrar kılmasını emredince o şahıs: “Seni hak üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu kıldığımdan başka daha iyi nasıl kılacağımı bilmiyorum. Bana doğrusunu öğretir misin ya Resûlallah?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Namaza durduğun vakit başlangıç tekbirini al. Kur’ân’dan iyi bildiğin (sûre ya da ayetleri) oku. Rükûa varınca beden azaların yerleşinceye kadar bekle. Rükûdan başını kaldırınca bedenin tamamen doğruluncaya kadar ayakta dur. Sonra secdeye kapan ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Secdeden başını kaldırınca azaların yerleşinceye kadar otur. Ardından tekrar secde yap ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Sonrasında ayağa kalk ve dimdik dur. Namazın bütün rekâtlarında aynen böyle yapmaya devam et!” (Buharî, Ezan 95; Müslim, Salât 45)
.
Bu rivayette görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.s.) alelacele namaz kılan şahsı uyarmış ve ona namazı itina ile yeniden kılmasını emretmiştir. Gerekli itinayı göstermeyince de ona itidal ile nasıl kılınacağını öğretmiştir. Zira namazın makbul olması için gerekli şartlardan birisi de “tadîl-i erkân”dır. Bu makalede “tadîl-i erkân”ın anlamı, hükmü ve hususiyetleri beyan edilecektir.

Tadîl-i Erkân Nedir?
“Tadîl” doğrultma, düzenleme, düzgün hale getirme demektir. “Erkân” da “rükn”ün çoğulu olup kıyam, rükû ve secde gibi namazın esaslarını ifade eder.“Tadîl-i erkân” ise namazın içinde yer alan kıyam, rükû, secde gibi rükünleri yerli yerinde, hakkını vererek düzgün ve sükûnet içinde yapmaktır. Diğer bir ifadeyle ta’dîl-i erkân, namazdaki rükünlerin sükûnetle yerine getirilmesi ve uzuvlarda itminan hâsıl olacağı âna kadar devam edilmesidir. Tadîl-i erkân hakkında itidal, itminan ve tuma’nine gibi kavramlar da kullanılmaktadır. Tadîl-i erkânın yerine gelmesi için kıyam, rükû, secde ve oturuş gibi pozisyonlarda bir müddet hareketsiz durmak şarttır. Kıyamdan rükûa gidildiğinde bir müddet hareketsiz beklemek gerekir. Rükûdan kalkınca tam doğrulmuş vaziyette yine bir müddet durulmalıdır. Secdede ve iki secde arası oturuşta sükûnet içinde bir müddet hareketsiz kalınmalıdır.

Tadîl-i Erkân’ın Hükmü
Kur’ân-ı Kerim’de elliden fazla ayette namaz (salât), “ikâme” fiilinin muhtelif kipleriyle birlikte zikredilmiştir. Ayrıca birçok ayette “Namazı ikâme edin!” buyrulmaktadır. “İkâme etmek” ise namazı dosdoğru kılmak, itina ile kâmilen eda etmek demektir. Namazı ikâme etme hususundaki Kur’ânî emir ve tahşîdatın yanı sıra yukarıda geçen hadis-i şerif gibi daha pek çok rivayetten hüküm çıkaran âlimler, tadîl-i erkânın vâcip ya da farz olduğu görüşüne varmışlardır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) namazı usûl ve âdâbına göre kılmayan mezkûr şahsa tekrar kılmasını emretmiştir.Hanefi mezhebine göre tadîl-i erkân vaciptir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed, vâcip olduğuna hükmetmişlerdir. İmam Ebû Yûsuf ise tadîl-i erkânın vâcipten de öte, farz olduğu görüşündedir.Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre tadîl-i erkân farzdır. Onlar, tadîl-i erkânı namazın bir rüknü ya da rüknün şartı saymışlardır. Hanefîlere göre tadîl-i erkân sehven (unutarak ya da hataen) terk edilirse namazın sonunda sehiv secdesi gerekir. Eğer sehiv secdesi yapılmamışsa o namazın tekrar kılınması gerekir. Şayet tadîl-i erkân kasten terk edilirse namazın yeniden kılınması icap eder. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre tadîl-i erkânın terkiyle namaz bâtıl olur ve tadîl-i erkâna riayet edilerek yeniden kılınması gerekir.

Tadîl-i Erkânın Ölçüsü
Namazın rükünlerinde ve rükünler arasında en az bir tesbih miktarı, yani sübhânallah diyecek kadar durmak vaciptir. Bu itibarla tadîl-i erkânın asgari ölçüsü, sübhânallah diyecek kadar sükûnet içinde uzuvların hareketsiz kalmasıdır. Bu miktar, zaman bakımından birkaç saniye demektir.Namazda özellikle rükûdan doğrulunca ve iki secde arasında bir müddet hareketsiz durmaya itina gösterilmelidir. Bunun süresi, en azından bir defa sübhanallah diyecek kadar olmalıdır. Çünkü bu iki rükün çok defa aceleye getirilmekte ve tadîle riayet edilmeden hızlıca geçiştirilmektedir. Dolayısıyla namaz noksan ya da kusurlu eda edilmektedir. Özellikle günümüzde tadîl-i erkânda ihmal söz konusu olduğundan çok dikkat etmek gerekmektedir. Zira kimilerinin namaza durmasıyla birlikte hemen rükûa varması, daha tam doğrulmadan secdeye kapanması, iki secde arası oturmayı tam yapmadan secdeye gitmesi bir olmaktadır. Oysa kıyam, kıraat, rükû, secde, oturuş ve bunların arasındaki rükünlerde tadîl-i erkâna riayet etmek şarttır. Aksi takdirde usul ve adabına uygun namaz kılınmış olmaz. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.), horozun yemi hızlı hızlı gagalaması gibi namaz kılmaktan men etmiştir. (Müsned, 2/265) Ayrıca O (s.a.s.) şu uyarılarda bulunmuştur: “Rükû ve secdeleri tamamlayın!” (Buharî, Eymân 3) “Rükû ve secdelerinizi güzel yapın!” (Müsned, 2/234) “Sizden biriniz rükû ve secdelerden kalkarken belini tam olarak doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz.” (Ebû Dâvud, Salât 143) Bu itibarla kılınan namazların boşa gitmemesi için rükünlerin tadîl (itidal) ve sükûnet üzere yapılması icap eder.M. Fethullah Gülen Hocaefendi, vaaz ve sohbetlerinde sözü sık sık namaza getirerek usûl ve erkânına uygun ikâme edilmesi üzerinde hassasiyetle durur. Bir sohbetinde; dört rekâtlık namazın en azından 4 dakikada kılınması gerektiğini, zira daha hızlı kılındığı takdirde tadîl-i erkânın ihlal edilmesi endişesi bulunduğunu belirtir. Öte yandan acele ile kılınan namazla bir yere varılamayacağını, “huşû ve hudû”un ise “namazın iç tadîl-i erkânından olduğunu” kaydeder ve şunları söyler: “İnsanın, Rabbiyle münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lâfızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı mutlaka o lâfızlara ve kalıplara dikkat edilmelidir… Biz bir insanın sadece namazına bakarak onun namazda huşû arayan biri olup olmadığını belirleyemeyiz. Bu, insanın vicdanı ile Allah arasındadır. Dolayısıyla biz kendimizi hüsnüzan etmeye zorlarız. Ama bazı kimseler namazlarında, oruçlarında öyle dikkatsizdirler ve iffetleri mevzuunda çarşıda pazarda öyle sulu hareket ederler ki; insan ne kadar hüsnüzan ederse etsin, şahit olduğu hareket hakkında olumlu düşünceyi İslâmî çerçevede bir yere koyamaz. Mesela, birisi hemen tekbir alır ve sen daha Fâtiha’nın yarısına gelmeden rükûa varır. Burada kendini ne kadar zorlarsan zorla ona namaz kıldı diyemezsin. Mesela, rükûda hakkını vere vere, kelimeleri güzelce telaffuz ederek -bazı fukahaya göre- bir kere “Sübhâne rabbiye’l-azîm” demek şarttır. Çok hızlı söyleniyorsa mânâsı yoktur onun. Bazı fukahaya göre ise, onu en az üç defa söylemek gerekir. Onun için, rükûda ve secdede en az üç defa, yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbihi söylemeliyiz. Daha az söylüyorsak, başkalarını hakkımızda müspet düşünme hususunda zorlamış oluruz. Böylece bazı kalıplar, bizim onunla edâ etmeye çalıştığımız mânâ, muhteva ve mazmunu taşıyıcı olmaz. Dolayısıyla, hakkımızda hüsnüzan edenler, vehme ve kuruntuya hüsnüzan etmiş olur. Çok kimselerin hızlı hızlı okuduğu Fâtiha, Kur’ân değildir. Çünkü, Kur’ân öyle inmemiştir. Böyle alelacele okunan Fâtiha ile kılınan namaz, namaz değildir. Bir nefeste, o nefes bitmeden sûreyi sona erdirme telaşıyla, soluğun tıkandığı yerde hızlıca ve can havliyle alınan ara nefeslerle okunan Kur’ân’la kıraat farzı yerine gelmiş olmaz. Lâfızlar mânâların kalıbıdır; ama kalıbın mânâya uygun olması lâzımdır.” (Fethullah Gülen, Kırık Testi, s. 57–58)

Namazda Ciddiyet ve Peygamber Efendimiz’in Namazı
Namaz vakitlerinin gözetilmesi, huşû içinde, kâmil mânâda ikâme edilmesi hususunda birçok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerde gerek Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.), gerek diğer peygamberlere, gerekse mü’minlere hitaben namazların hakkıyla ikâme edilmesi, huşû içinde kılınması emredilmektedir. Bu husustaki birkaç ayet-i kerime şöyledir:“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın vakitlerinde namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz güzel işler (hasenât), kötülükleri (günahları) silip giderir.” (Hûd sûresi, 114) “Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin. Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz mutlaka onun mükâfatını ahirette Allah katında bulursunuz. Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir.” (Bakara sûresi, 110) “Muhakkak ki mü’minler felaha erdiler; onlar namazlarında huşû (tam bir saygı ve tevazu) içindedirler.” (Mu’minûn sûresi, 1–2). “Allah’ın kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan gizli ve aşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.” (Fâtır sûresi, 29)Allah’ın bütün emir ve yasaklarına karşı fevkalade hassasiyet gösteren Peygamber Efendimiz (s.a.s.) namazı dosdoğru kılma hususunda da fevkalade temkinli idi. Kıyamından kıraatine, rükûundan secdesine, iki secde arası oturuşundan teşehhüdüne kadar bütün rükünlerde namazı itidal ve sükûnetle ikâme ederdi. Bunun yanı sıra Efendimiz (s.a.s.), “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de namazı öylece kılın!” (Buharî, Ezan 18) buyurmak suretiyle ashabına -dolayısıyla ümmetine- namazı nasıl eda etmeleri gerektiğini bizzat öğreten rehberdi.Ashab-ı Kiram’ın dilinden Peygamber Efendimiz’in namazı şöyle anlatılmaktadır: “Resûlullah (s.a.s.) kıyamda ağırlığını iki ayağının üzerine verip dimdik dururdu. Rükûda başını ne yukarıya diker ne de aşağıya büker, ikisi arasında tutardı. Rükûdan kalktığı vakit iyice doğrulmadan secdeye gitmezdi. Başını secdeden kaldırdığı zaman iyice doğrulup oturmadıkça ikinci secdeyi yapmazdı.” (Buharî, Ezan 122) “Resûlullah (s.a.s.) namaz kılarken rükû ve secdelerinde üçer kere “sübhânallâhi ve bi-hamdihi” diyecek kadar dururdu.” (Ebû Dâvud, Salât 154). “Resûlullah (s.a.s.) namazda “semiallahu li-men hamideh” deyip başını rükûdan kaldırınca sanki secde etmeyi unuttu diyeceğimiz kadar ayakta uzun süre beklerdi. Sonra secdeye giderdi. Başını secdeden kaldırınca ikinci secdeyi unuttu diyeceğimiz kadar iki secde arasındaki oturuşu uzun yapardı.” (Buharî, Ezan 127; Müslim, Salât 196) “Resûlullah (s.a.s.)’ın kıyamı, rükûu, rükûdan sonraki ayakta bekleyişi, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve teşehhüddeki oturuşu neredeyse birbirine denk uzunlukta idi.” (Müslim, Salât 193) “Resûlullah (s.a.s.) sabah namazında altmıştan yüz ayete kadar okurdu.” (Müslim, Salât 172) “Resûlullah (s.a.s.) öğle namazının ilk rekâtında otuz ayet, ikinci rekâtında onbeş ayet miktarında kıraatte bulunurdu. İkindi namazının ilk rekâtında onbeş ayet, ikinci rekâtında ise bunun yarısı kadar kıraat okurdu.” (Müslim, Salât 157) “Öğle namazı başladığı sırada bizden bir kimse Bakî’ mevkiine giderdi (ki burası halen mescidin yakınında kabristan olarak mevcuttur) ve orada abdestini tazeleyip mescide dönerdi de namazdaki ilk rekâtın uzunluğu sebebiyle Resûlullah (s.a.s.)’ın birinci rekâtına yetişirdi.” (Müslim, Salât 161)

Tadîl-i Erkânı İhlal Ederek Acele Namaz Kılmanın Mahzurları
Namazın acele kılınması, kıyam, kıraat, rükû, kavme, secde ve celse gibi rükünlerin noksan yapılmasına, diğer bir ifadeyle tadîl-i erkânın ihlâl edilmesine sebep olmaktadır. Böyle bir namaz, usûlüne uygun kılınmadığı için tadîl-i erkân üzere tekrar ikame edilmesi icap eder.Allah’ın emrini yerine getirme ve O’nun hoşnutluğunu kazanma gayesiyle kılınan namaz, usûl ve erkânına riayet edilmediği takdirde neticesiz ve boş bir fiile dönüşür. Üstelik sahibinin üzerinde borç olarak kalır. Nitekim bir hadis-i şerifte bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Huşû içinde kılınmayan, rükû ve secdeleri tam olarak yerine getirilmeyen namaz (ahirette) simsiyah zifiri bir karanlık halinde ortaya çıkacak ve sahibine ‘Senin beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!’ diyecektir. Allah'ın dilediği zaman gelince böyle kılınan namazlar, eskimiş elbise (paçavra) gibi dürülüp sahibinin suratına çarpılacaktır.” (Taberanî, el-Mu’cemu’l-evsat, VII, 183). Acele ve hızlı bir şekilde kılınan namaz, ancak Şeytanı sevindirir. “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise Şeytandandır.” (Tirmizî, Birr 66) hadisi, bu gerçeği ifade eder. Zira Şeytan, secde etmekten imtina ettiği gibi, insanların da secdeden ve namazdan uzak kalmalarını ister. Hatta bütün gücüyle namazlı-niyazlı insanlarla uğraşarak ibadetten alıkoymaya çalışır. Şayet buna gücü yetmezse bu defa namazdaki huşû, huzur, usûl ve erkânı ihlal etmeye çalışır. Efendimiz (s.a.s.) bir hadislerinde bu hususu şöyle haber verir: “Şeytan, ezan ve kamet okunurken bunları duymayacağı uzak yere doğru yellenerek kaçar. Sonra geri döner ve namaz kılan kişi ile kalbi arasına girer. Ona ‘Şunu hatırla, bunu düşün’ diye aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki buna kapılan kişi, kaç rekât kıldığını (ve ne okuduğunu) bilemeyecek hale gelir.” (Buharî, Sehv 6; Müslim, Salât 19) Alelacele kılınan namazda rükünler noksan olmaktadır. Hatta bundan daha vahimi, namazdan çalma, yani namaz hırsızlığı vuku bulmaktadır. Zira Resûlullah (s.a.s.) “Hırsızlığın en kötüsü, namazını çalmaktır.” buyurmuş; sahabiler “Ey Allah’ın Resulü, kişi namazını nasıl çalar?” diye sorduklarında ise “Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz.” cevabını vermiştir (Muvatta’, Kasru’s-salât 72). Bir başka hadislerinde şöyle buyurur: “Kişi vardır, namazını kılar bitirir de kendisine namazın sevabının ancak onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri yahut yarısı yazılır.” (Ebû Dâvud, Salât 124) Esasen tadîl-i erkâna riayet edilerek kılınan namaz ile riayet edilmeden kılınan namaz arasında -çok fazla değil- sadece birkaç dakikalık zaman farkı vardır. O halde yapılan ibadetin makbul olması için her bir namaza birkaç dakika daha fazla zaman ayrılmalıdır. Rükünlerin hakkı verilerek itidâl ve sükûnet üzere ifa edilmelidir.

Namazı İtina ile Kılmak
Namazdaki kıyam ve kıraat mümkün mertebe daha uzun olmalıdır. Vakit ve imkân varsa kıraati uzatarak daha fazla Kur’ân ayetleri okunmalıdır. Uzun sûreleri bilmediği için kıyamı ve kıraati kısa tutmak zorunda kaldığından yakınan kimseler, her bir rekâtta bildiği kısa sûrelerden birkaçını birden okuyabilirler. Zira namazda ne kadar çok Kur’ân okunursa sevabı ve fazileti o nisbette çok olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e ‘Hangi namaz daha faziletlidir?’ diye sorulduğunda “Kıyamı uzun olan namazdır.” buyurmuştur (Müsned, III/312). Kıraat, acele edilmeden sükûnet içinde tilavet edilmelidir. Harfleri ve kelimeleri birbirine karıştırmadan sanki bir başkasına arz ediyor gibi tane tane okunmalıdır. Ayetleri okurken icmali tefekkür etmek, namazdaki huşûyu artırır. Kişi, namazında sadece önüne, secde mahalline bakmalıdır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.), namazda sağa sola göz gezdirmeyi Şeytanın o kimsenin namazından bir şeyler kapıp kaçırması olarak nitelendirmiştir. (Buharî, Ezân 93) Öte yandan cemaate namaz kıldıran kimselerin de tadîl-i erkâna daha fazla ihtimam göstermeleri gerekmektedir. Zira imam, hem kendi namazından hem de cemaatin namazından sorumludur. Sorumluluk bilinciyle imamlık vazifesi hakkıyla eda edilmelidir. Hâsılı; namaz, insanın en ciddi işi ve meşguliyeti olmalıdır. Dünyevi işlerin çokluğundan veya hizmet için koşuşturmanın yoğunluğundan dolayı namazı aceleyle kılıp geçiştirmek kesinlikle doğru değildir. Bilakis bütün dünyevi ve uhrevi işler namaza göre ayarlanmalıdır. Zira “Namaz dinin direğidir.” (Tirmizî, İman 8); “İslam’ın beş şartından biridir.” (Buharî, İman 1); “Günün belirli vakitlerinde mü’minlere farz kılınmıştır.” (Nisâ sûresi, 103). Kıyamet günü kulun sorguya çekileceği ilk ameli namazdır. Nitekim hadis-i şerifte bu husus şöyle ifade edilir: “Kıyamet gününde insanların ilk sorguya çekilecekleri amelleri namazdır. Allah (c.c.) kulun namazlarını tam mı yoksa noksan mı kıldığına bakılmasını emreder. Eğer namazları tam ise sevabı tam olarak yazılır. Eğer (farz) namazlarında eksiklik varsa nafile olarak kıldığı namazlarına bakılmasını emreder. Şayet nafile namazları varsa, bunlarla farz namazların tamamlanmasını emreder. Sonra kul diğer amellerinden hesaba çekilir. (Tirmizî, Salât 306).

O halde insan, bütün benliğini namaza vermelidir. Dinin direği, ibadetlerin pîri olan namazı bütün rükünlerine itina göstererek ciddiyet, samimiyet ve itidal üzere vaktinde eda etmelidir.

29 Mayıs 2007 Salı

MEVLÂNÂ’NIN ÜSLÛBU, METODU ve EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ

Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt.Üyesi
Yeni Umit Nisan-Mayis-Haziran 2007

Mevlâna Celâleddin er-Rûmî hazretleri üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen O, bugün bile bizi duyuyor, dinliyor, hislerimizi paylaşıyor ve problemlerimize çareler sunuyor gibi bir aşkınlığın sesi-soluğu durumunda. O, geçmişte yaşamış biri; ama yedi asır sonra dahi halâ içimizde dipdiri.. ziyasını Hazreti Ruhu Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)'dan alan ve günümüze kadar değişik dalga boyundaki tayflar hâlinde her yana yayan bir nur adam...

Yazinin Linki

18 Mart 2007 Pazar

Hz. Peygamber (SAV) ve Hikmet

Fasil : İLİM BÖLÜMÜ
Konu : İlme Teşvik
Ravi : Ebu Hüreyre
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Hikmetli söz mü`minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya ehaktır."
HadisNo : 4115

Fasil : HASEDLE İLGİLİ BÖLÜM
Konu : Hased Hakkında
Ravi : İbnu Mes`ud
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir: Biri, Allah`ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah`ın kendisine verdiği malı hak yolda sarfeden zengin kimse."
HadisNo : 1662

Fasil : TEFSİR BÖLÜMÜ - ESBAB-I NÜZULE DAİR
Konu : Kehf Suresi
Ravi : Said İbnu Cübeyr
Hadis : İbnu Abbas (ra)`a dedim ki: "Nevfel-Bekkali, İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. Musa (a.s.), Hızır`ın arkadaşı olan Musa olmadığını zannediyor." Bana şu cevabı verdi: "Allah`ın düşmanı yalan söylüyor. Ben Übeyy İbnu Ka`b (ra)`ı dinledim.Demişti ki: "Ben Resulullah (sav)`ı işittim, şunu anlattı: "Musa (a.s.) Beni İsrail`e hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, "insanların en bilgini kimdir?" diye soruldu. O: "Benim" diye cevap verdi. Cenab-ı Hak, "Allahu a`lem (yani en iyi bilen Allah`tır)" demediği için Musa`yı azarladı. Ve: "İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum senden daha alimdir" diye ona vahyetti. Hz. Musa (a.s.): "Ey Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?" diye sordu. Kendisine: Bir zenbile bir balık koy, onu sırtına al. Balığı nerede yitirirsen o zat oradadır" dendi. Dendiği gibi yaparak yola çıktı. Kendisiyle beraber, hizmetçisi olan Yuşa İbnu Nun da yola çıktı. Beraberce yürüyerek bir kayanın yanına geldiler. Hz. Musa ve hizmetçisi dinlenmek üzere orada yattılar. Balık kımıldayarak zenbilden çıkıp denize kaydı. Allah ondan suyun akıntısını tuttu. Öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Hz. Musa (a.s.) ve hizmetçisi (balık için olduğunu bilmeksizin) bu manzaraya şaşırdılar. Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Musa`nın arkadaşı ona, balığın gitmesini haber vermeyi unutmuştu. Sabah olunca Hz. Musa (a.s.) hizmetçisine: "Hele sabah kahvaltımızı getir. Biz bu yolculukta yorulduk" dedi. Ama emrolunduğu yere gelinceye kadar yorulmamıştı. Hizmetçi: Hani bir kayanın yanma gelmiş yatmıştık ya! Ben balığı orada unuttum. Onu hatırlatmayı, bana mutlaka şeytan unutturdu. Balık denize şaşılacak şekilde sıvışıp gitmişti" dedi. Musa (a.s.): "Bizim aradığımız orasıydı" dedi ve hemen izlerinin üzerine geri döndüler. İzlerini takiben yürüyerek kayaya kadar geldiler. Musa (a.s.) orada örtüsüne bürünmüş bir adam gördü ve ona selam verdi. Hızır aleyhisselam ona: "Senin bu yerinde selam ne gezer!" "Ben Musa`yım." "Beni İsrail`in Musa`sı mı?" "Evet" "Sen, Allah`ın sana öğrettiği bir ilmi bilmektesin ki ben onu bilmem. Ben de Allah`ın bana öğrettiği bir ilmi bilmekteyim ki, onu da sen bilemezsin." "Allah`ın sana öğrettiği hakkı bana öğretmen şartıyla sana uymamı kabul eder misin?" "Sen benimle beraber olmak sabrını gösteremezsin. Mahiyet ve hikmetini bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin ki?" "İnşaallah sen beni çok sabırlı bulacaksın. Hem ben senin hiç bir emrine karşı gelmeyeceğim." "Öyleyse gel. Ancak, madem bana tabi olacaksın, ben sana haber vermedikçe bana hiç bir şey sormayacaksın!" dedi. Hz. Musa (a.s.): "Tamam!" dedi. Hz. Musa ve Hz. Hızır (a.s.) beraberce gittiler. Deniz kıyısında yürüyorlardı. Bir gemiye rastladılar. Kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemi sahipleri Hızır (a.s.)`ı tanıdılar. Ve ücret istemeksizin onları gemiye aldılar. Hızır (a.s.), gidip, geminin tahtalarından birini deldi. Hz. Musa (a.s.) ona: "Bak, bunlar bizi bedava gemilerine aldılar, sen gidip gemilerini deldin, adamları boğacakın. Hiç de yakışık olmayan bir iş yaptın!" dedi. Hızır: "Ben sana, "benimle bulunmaya sabredemezsin" demedim mi?" dedi. Hz. Musa: "Unuttuğum şey sebebiyle beni sigaya çekme. Bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma!" ricasında bulundu. Sonra bunlar gemiden indiler. Sahil boyu yürürken, çocuklarla oynayan bir yavrucak gördüler. Hızır (a.s.) yavrucağı yakaladığı gibi eliyle basını kopararak çocuğu öldürdü. Musa (a.s.): "Masum bir çocuğu kısas hakkın olmaksızın niye öldürdün. Bu çok yadırganacak bir iş!" dedi. "Ben sana demedim mi, sen benim beraberliğime sabredemezsin!" diye Hızır (a.s.), Musa`ya çıkıştı. Hz. Musa: "Ama bu birinciden de şiddetli idi" dedi ve ilave etti: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni arkadaş etme, nazarımda bu hususta haklı sayılacaksın" dedi. Yola devam ettiler. Bir köye geldiler. Halktan yiyecek birşeyler istediler. Ama kimse onları ağırlamadı. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvara rastladılar. Hızır (a.s.) eliyle şöyle göstererek: "Eğilmiş" diyordu. Onu doğrulttu. Hz. Musa (a.s.) ona: Bir cemaat ki, kendilerine geliyoruz, bize ilgi gösterip, ağırlamıyorlar, yiyecek vermiyorlar. Sen onlara bedava iş yapıyorsun, dilesen ücret alabilirdin!" dedi. Hızır (a.s.), Hz. Musa`ya: "Artık birbirimizden ayrılma zamanı geldi. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te`vilini haber vereceğim" dedi. Resulullah (sav) bu ara ilave etti: "Allah Musa`ya rahmet buyursun. Keşke, Hz. Hızır`la beraberliğe sabretseydi de maceralarını bize nakletseydi, bunu ne kadar isterdim!" Ravi devam ediyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: "Birinci (soru)su Musa`nın bir unutması idi. Bir serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hz. Hızır bunu göstererek Hz. Musa`ya, "Bak", dedi, "Benim ve senin ilmin ve diğer mahlukatın ilmi, Allah`ın ilminden, şu kuşun denizden eksilttiği kadar eksiltir."
HadisNo : 695


Fasil : NİYET VE İHLAS BÖLÜMÜ
Konu : Niyet Ve İhlas Hakkında
Ravi : İbnu Abbas
Hadis : Resulullah (sa) buyurdular ki: "Kim kırk sabah Allah`a ihlaslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar." [Rezin tahric etmiştir. Hadis Hılyetu`l-Evliya`da Ebu Eyyüb el-Ensari`den merfu olarak kaydedilmiştir, (5, 189); keza hadisi Camiu`s-Sagir`de de bulmaktayız (Feyzu`l-Kadir 6, 43)]
HadisNo : 5753
.
Kaynak:
http://hadis.ihya.org/ksitte.php?t2=hadis&ara=hikmet&s=2
.

16 Mart 2007 Cuma

Yazının Tükenmeyen Kaynağı: Tasavvuf

SADIK YALSIZUÇANLAR

Cüneyd-i Bağdadi’ye, ‘Tasavvuf nedir?’ diye sorduklarında, “Allah’ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” der. Bu, esas itibarıyla dinin özünü oluşturur.

Bütün semavi öğretilerin Batıni yönünde bu ilke yatar. Bir başka bilge, şöyle der: “Tasavvuf, sonradan olanın, öncesiz olanla bitiştirilmesidir.” Sonradan olan için eski sözlüğümüzde, ‘hadis’, (yani ihdas edilmiş, getirilmiş, sonradan kurulmuş olan) kelimesi kullanılır.

Başla sonun bitişmesi de, Batıni öğretilerin meyvelerindendir. Buna da ‘cem’ denir. Bu, bir bakıma, hakikat’in dairesel doğasından da kaynaklanır. Acem şiirinin yıldızlarından Molla Cami, ‘dairevi bir yüz ol’ der. İnsanın İlahi Hakikat’i daha zengin bir perspektifle idrak edebilmesi için ‘dairesel bir bakış açısı’na ulaşması gerekir. Bu, bilgelere göre, çabayla elde edilebilir bir şey değildir gerçi. Çabadan sonra, onunla birlikte ama daha çok ilahi bir bağışla ulaşılabilecek bir yerdir.

Gelenekselci ekolün günümüzdeki değerli temsilcilerinden Hüseyin Nasr’a göre, ‘güzellik iyiliğin, iyilik gerçekliğin iç boyutudur.’ Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu formülasyon, kutsal ve geleneksel sanatlar için tümüyle geçerlidir. Modern zamanlara gelindiğinde ise, güzelliğin lüks bir kategori, çirkinliğin ise bir form olarak algılandığına tanık oluruz.

Nasr’a göre tasavvuf, ‘dinin Batıni boyutu’dur. Örneğin, “O’ndan başka varlık yoktur” (La mevcude illa hu)’yu, “O’ndan başka ilah yoktur”un içsel boyutu olarak okumak gerekir.

Tasavvufun irfani boyutlarını ve bir marifet ilmi olarak asıl tedvinini Mağribli bilge Muhyiddin İbnü’l-Arabi gerçekleştirir. O’na gelesiye, tasavvuf, bir hal ve daha çok menkıbelere dayalı, dervişlerin yaşam öyküleri çevresinde gelişen bir alan iken, İbn Arabi’yle birlikte sistematik bir niteliğe, derinliğe ve zenginliğe kavuşur. Şeyh-i Ekber (En Büyük Şeyh) olarak da bilinen İbn Arabi, yüzlerce eserinde (ki bazısı kırk cildi bulur), özellikle de Fütuhat-ı Mekkiye ve en çok tartışmalara yol açan Füsusu’l-Hikem’inde, dinin içsel boyutlarını kozmik bir dille ortaya koyar. Aynı zamanda bir şair de olan İbn Arabi’ye göre, sanılanın ve iddia edilenin aksine, “Hakikate, yani dinin özüne nüfuz etmenin yolu, zahirine, bizzat şeraite nüfuz etmekten geçmektedir.” Çünkü şeriat, dinin zahiri boyutu değil, bizatihi kendisidir.

Dünyanın çeşitli üniversite, enstitü, araştırma kurumu ve farklı kültürel/bilimsel/düşünsel çevrelerinde özellikle İbn Arabi’nin dile getirdiği irfanî birikime ilişkin çok sayıda bilimsel ve fikrî çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmaların, özellikle en gürbüz damarını, Gelenekselci ekol düşünürleri ve onların öğrencileri, izleyicileri oluşturur. Kitapları Türkçeye de çevrilen Hüseyin Nasr, William Chittick, Michel Chodkowivch, Claude Addas, bunlar arasında sayılabilir.

Türkçede sufî yayınlar
Bizde sufî yayınların, modern dönemdeki seyrine bakıldığında, son yirmi yılın, özellikle son on senenin adeta bir patlamaya tanıklık ettiğini söylemek abartılı olmaz.

Bunda aslan payı, hiç kuşkusuz İnsan Yayınları’na aittir. Öteden beri, tasavvuf irfanına ilişkin gerek temel kaynakları gerekse yorum, şerh ve araştırma kitaplarını İnsan Yayınları bize ulaştırmıştır. Bunun yanı sıra, İz Yayıncılık, kelam, fıkıh, hadis, dinler tarihi gibi alanlarda yürüttüğü yayın etkinliğini, tasavvufi alana da yayarak genişletmiş ve özellikle Ekrem Demirli’nin dilimize kazandırdığı Konevi külliyatıyla ve diğer irfanî eserlerle, bu alanın bir diğer yayın ortamını oluşturmuştur. Yeri gelmişken Demirli’nin giriştiği büyük bir projeden söz etmek gerekir ki, özgün nüshası 34 defterden oluşan (müellif nüshası, İstanbul’da Türk-İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan) Fütuhat-ı Mekkiye’nin çevirisidir. İlk cildi Litera Yayıncılık tarafından çıkarılan bu eserin, gönül isterdi ki, müellif nüshasından çevirisi yapılsın. Ama bu bile tek başına değerli bir çaba olarak anılmalıdır.

Yayıncılık yaşı henüz kısa olmasına rağmen, Gelenek Yayıncılık, bilhassa İbn Arabi’ye ilişkin son derece değerli kitapların okura ulaşmasını sağladı. Gelenek Yayınları’nın irfani kitaplığımıza olan katkısı bununla sınırlı kalmadı kuşkusuz.

Geylani Kitaplığı ise sufi geleneğinin en önemli damarlarından biri olan Gavs-ı Azam’la aramızdaki dil engelini ortadan kaldırarak bu alanda ciddi bir işlevi yerine getirmiş oldu.

Tasavvuf irfanına ilişkin yayınların tarihi, bizde -modern zamanlarda-, çeyrek yüzyılı geçmez. Ondan önce, özellikle harf devriminden önce, çok sayıda sûfi kaynak matbu olarak yayınlanıyordu. Fakat bunlar, bir bakıma Osmanlı’nın bakiyesi bir eğilimin tezahürü olarak anılmalıdır. Bizim modernleşme çabamızın temel dinamiğini, gelenekle köktenci biçimde bağların koparılması oluşturduğu için, o muazzam irfanî gelenekle, inisiyatik damarla aramızdaki ilişkinin kopması kaçınılmaz idi.

Oryantalist bakışın açmazları
Cumhuriyet’le birlikte, inisiyatik bağlarımız büyük oranda koptu ve tasavvuf kitaplığı da nisyanın sisinde yitip gitti. Cemil Meriç’in ‘müstağrib’ dediği yeni aydınlar ve bilim adamları arasında, bu irfana ilişkin çalışanlar bulunuyordu ama bunlar, bu geleneğin içinden olmadıkları için sağlıklı okuma yapmaktan uzak idiler. Hilmi Ziya Ülken’in ‘Türk Tefekkür Tarihi’, bu sorunun tipik örnekleri arasındadır. Ciddi okuma sorunlarının yanı sıra, kendi geleneğine dışardan ve oryantalistçe bakan bir kuşağın, 70’lerin sonlarına kadar önümüze yığdığı sorunların aşılması yönündeki ilk ciddi çabalar da bu dönemde başlamış oluyordu. Bu tarihlerden önce, tasavvuf irfanına ilişkin kimi yayınlar olmuştur. Lakin bunlar son derece özensiz, özet ve kökene uzak çeviriler; sıradan hatta yanlış yorumlarla dolu basit çalışmalardır. Bu muazzam birikimle ciddi bir ilişkinin kurulmakta olduğunun ilk işaretleri, 80’lerin başında belirir. Bu süreçte kuşkusuz, bu geleneğin günümüzdeki takipçilerinin payı büyüktür. Cumhuriyet dönemi edebiyat ve düşünce ortamının ayrıksı isimlerinden Necip Fazıl’ın bile tek başına önemli bir katkısından söz edilebilir. Nakşi, Kadiri, Rıfai, Mevlevi vd. damarların izleyicilerinin aynı zamanda bir seçkinler zümresi oluşturduğu biliniyor. Bu zümreden kimi okur-yazarlar ve araştırmacıların çeviri ve telif çabalarını anmamız yerinde olacaktır. Bunlar arasında Tahirü’l-Mevlevi ve öğrencisi Şefik Can özellikle anılmalıdır. Ondan önce belki geleneğin son güçlü temsilcisi Avni Konuk merhumun zikredilmesi zorunludur. O’nun Mesnevi ve Füsus şerhleri dilimize kazandırılmıştır. Özellikle İbn Arabi’den yaptığı çeviriler, çeviri örnekleri arasında ilk sırada yerini alır. (Değerli bilim adamı Mustafa Tahralı, Hazret’in eserlerinin günümüz okuruna sağlıklı biçimde ulaşması için övgüyü hak eden bir çalışma yürütmektedir.)

Risale-i Nur’un katkısı
Bunun dışında, Bediüzzaman Said Nursi’nin, Anadolu’da, Sezai Karakoç’un ifadesiyle, ‘bir İslam kültürü külliyatı olan’ Risale-i Nur ile oluşturduğu ‘yeni bir kültür mayalanması’nın da bu zemine kaynaklık ettiği söylenmelidir. Sûfiliği bir yol olarak tercih etmemesine karşılık, bir kelamcı ve âlim olmaktan çok irfanî nitelikleriyle belirgin ve geleneksel manada bir arif olan Nursi’nin, tasavvuf irfanına ilişkin geleneksel sözlüğü yeniden inşa ettiği herkesin mâlumudur.

80’li yılların ilk yarısından itibaren, tasavvuf irfanına ait yayın çabaları da meyvesini vermeye başlamıştır. O dönemlerde örneğin birkaç kitap yayınlamasına rağmen Yeryüzü Yayınları’nın ilginç bir ateşleyici etkisi olmuştur. O geleneğe mensup Martin Lings’in çağımızın büyük bilgelerinden Şeyh el-Alevi’yi anlatan Yirminci Yüzyılda Bir Veli’si gibi yayınlar, sonraki kuşakların harcında katkı sahibidir. Bu süreçte ortaya çıkan İnsan ve İz gibi yayınevleri, tasavvuf irfanına ilişkin külliyatın dilimize aktarılması konusunda özel bir çaba göstermektedir. Yayınlar bu iki yayıneviyle sınırlı değil kuşkusuz. Dergah, Kitabevi, Kültür Bakanlığı, Hece, Kaknüs, Akçağ, Timaş’ın yenilerde başlattığı ve özellikle İmam-ı Rabbani’nin Mebde ve Mead’ıyla girişilen Rabbani Kitaplığı ile diğer yayınları göz önüne alınırsa titiz, işlevsel bir yol gözeteceği umulan Sufi Kitaplar, Ötüken Neşriyat, Akçiçek Yayınları, İstanbul Marmara ve Ankara İlahiyat fakültelerinin yayınları, Alperen Yayınları, Nur Yayınları, Madve Yayınları, Marifet Yayınevi, Timaş, İrfan Yayınevi adını burada anamadığımız onlarca irili ufaklı yayınevi, inisiyatik geleneğe hizmet yolunda yürümektedir. Sûfi geleneğe sadece ‘İslami’ yayınevleri ilgi duymuyor artık. Kabalcı gibi liberal veya herhangi bir sol yayınevinden de tasavvufi bir kaynak veya araştırma çıkabiliyor.

Tasavvufi yayınlara yayıncı ve okur olarak Türk kamuoyunun ilgisi, hem Türkiye’nin düşünce ve bilim ortamında kaydedilen ‘gelişme’ ve kazanımlarla ilgilidir hem de, belki de bundan öncelikli olarak, tasavvufi damarın tüm olumsuz koşullara rağmen hayatiyetini sürdürmesiyle alakalıdır. Bu süreçte, İlahiyat fakültelerindeki tasavvuf kürsülerinin de payı vardır.

14 Mart 2007 Çarşamba

Nur Mesnevisinde Gezintiler (II)

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardýr. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akibetlerinden haberin olmuyor. Biri, ceseddir. Evet cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeðine benzerse de, ihtiyarlýðýnda kuru ve uyuþmuþ kýþ çiçeðine benzer ve tahavvül eder.

Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasýnda mütereddittir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazasý lâzýmdýr.

Biri de ömür ve yaþayýþtýr. Bunun da hududu tayin edilmiþtir. Ne ileri ve ne de geri bir adým atýlamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduðun tûl-i emel yükünü yüklenme!

Biri de, vücuddur. Vücud zâten senin mülkün deðildir. Onun mâliki ancak Mâlik-ül Mülk'tür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna þefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karýþtýðýn zaman zarar vermiþ olursun. (Ümidsizliði intaç eden hýrs gibi.)

Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamlarý yoktur. Zevalleri düþünülürse, zýdlarý zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diðer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediði bir þeye kalbini baðlamaz. Bu menzilden ayrýldýðýn gibi, bu þehirden de çýkacaksýn. Ve keza bu fâni dünyadan da çýkacaksýn. Öyle ise, aziz olarak çýkmaya çalýþ. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksýn. Çünki feda etmediðin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malý olduðundan yine Ona rücu eder.

Eðer vücuduna itimad edersen, ademe düþersin. Çünki ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kýymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ý erbaasýyla ademler içerisinde kalýr. Amma, o noktayý da elinden atarsan vücudun tam manasýyla nurlar içinde kalýr.

Biri de dünyanýn lezzetleridir. Bu ise, kýsmete baðlýdýr. Talebinde kalâka düþer. Ve sür'at-i zevali itibariyle aklý baþýnda olan onlarý kalbine alýp kýymet vermez.
Dünyanýn akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdýr. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise þu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya þekavettir. Ölüm ve idam intizarýnda bulunan bir adam, sehpanýn tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasýnýn akibetini küfür saikasýyla adem-i mutlak olduðunu tevehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evlâdýr. Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakýn elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.


Kaynak: Mesnevi-i Nuriye, Habbe

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı