30 Temmuz 2009 Perşembe

Kur'ân’da Nefs Ve Ruh Kavramları

Doç. Dr. İdris Şengül

İNSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır. Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.
Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu, bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf olamamışlardır.
Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevketmiştir; çünkü kendisiyle hayat meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.
Arapçada "rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise, madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir."
Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: "Filanın ruhu şunu istiyor", "ruhu sıkıldı", "ruhu vesvese veriyor", "ruhu mutmain oldu" "kötü rûh", "ruhu usandı" vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.
Kur'ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur'ân’da bu ikisi müteradif olarak geçmez.3 Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)'dır, ruhu değil. Melekler, ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;
"(...) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız."(En'âm, 6/93).
Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.
"Her nefis ölümü tadacaktır..." (Âl-i İmrân, 3/185).
Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şahit tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak göstermesin.
"Rabb'in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet, buna şahidiz!' dediler. Kıyamet gününde 'biz bundan habersizdik!' demeyesiniz"(A'raf, 7/172).
Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır. Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla, Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.
Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz, usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun değil nefsin hususiyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum açıkça gösterilmiştir.
"Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu"(Maide, 5/30).
"Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız"(Kâf, 50/16).
"Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem olsun."(Şems, 91/7-8).
"Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): 'Herhalde, dedi, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir."(Yûsuf, 12/18).
".. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı." (Tevbe, 9/118).
"Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz çevirir?"(Bakara, 2/130).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).
"Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir"'(Nisa, 4/128). Nefislerin mayasında cimrilik vardır. "Nefis daima kötülüğü emredicidir"(Yûsuf, 12/53).
Görüldüğü gibi Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur'ân'da nefse, terakki edip, yücelme payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır. Nitekim levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:
"Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! İyi kullarım arasına gir! Cennetime gir" (Fecr, 89/27-30).
Rûh ise, Kur'ân-ı Kerîm'de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da nisbet olunmaz, daima Allah'a nisbet edilir.
Hz. Meryem'den bahsolunmaktadır: "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün bir insan suretinde göründü" (Meryem, 19/17).
Hz. Âdem’den bahsolunmaktadır: "Bir zaman Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr, 15/28-29). Görüldüğü gibi burada, "rûh" Allah'a nisbet olunmakta, Âdem'e değil.
Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. "(...) Allah onların kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir"(Mücadele, 58/22).
Kur'ân'ın Hz. Peygamber (asm)'a nazil oluşundan bahsolunmaktadır:
"O dereceleri yükselten; Arş'ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir" (Mü'min, 40/15). "İşte sana da böyle emrimizden bir rûh vahyettik"(Şûrâ, 42/52). Buradaki rûhdan maksat, ilâhî kelime, vahy yani Kur'ân'dır.4
Rûh, daima Allah'a nisbet edilir ve daima Allah'tan yine Allah'a harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh, şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî sıfatlarla tavsif olunur.
Kur'ân, Cibril için, O, Rûhu'1-Kuds ve Rûhu'l-Emîn'dir, der5. İsâ (asm) için: "Allah'ın Resulü, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir rûhdur" der.6 Allah'tan bir rûh'dur.
Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir: "Sana gelen her iyilik Allah' tandır, sana gelen her kötülük nefsindendir." (Nisa, 4/79).
"Hidayete eren kendi nefsi için hidayete erer."(İsrâ, 17/15).
".. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış"(Tevbe, 9/118).
"Ben nefsimi temize çıkartmam"(Yûsuf, 12/53).
"Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi" (Tâhâ, 20/ 96).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).
Ancak nefs, Allah Teâlâ'ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.
"Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır"(Âl-i İmrân. 3/28).
Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ'dır; insan O'nun için hiçbir benzer tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur. Hz İsâ, kıyamet gününde Rabbı'na şöyle diyecek: "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!"(Mâide, 5/116).
İlâhî nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen farklıdır.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (Şûra, 42/11).
"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlâs, 112/4).
O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:
Bizim ruhtan nasibimiz nedir?
Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?
Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?
Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem'in yaratılması kıssasında Kur'ân'ın zikrettiği nefhadan ibarettir: "Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın"'(Sâd, 38/71-72).
Tesviye, tasvir ve Âdem suretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.7 Bu nefha ile yaratılış, halden hale intikal eder. "Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir"(Mu'minun, 23/14). "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık" ibaresi, ilâhî nefhaya işaret etmektedir.8
Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işaret olunmaktadır: "Sonra onun neslini bir özden, az bir sudan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Sizin için gözler, kulaklar ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" Bundan, göz, kulak ve gö-nülün bu nefhanın ürünü olduğunu anlıyoruz. Bu mevhibelerle insan, bir oluşumdan öbürüne, bir seviyeden diğerine intikal etmektedir. İşte, "Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir" (Mu'minûn, 23/14) ifadesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde istifade etmektedir.
Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme benzemektedir.
Nefis için daima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yük-selmesidir. Bu, ruhun nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.
Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak, hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır. Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan, hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi. Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi, gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.
Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.9
Bu durumda, "rûh çağırma" tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ'ya mensup bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah'tan gelip, O'na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşrolan ve çağırılacak olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan, bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.10
Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.
Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya toplayabilir.
Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani "Allah'ın insana üflediği rûh"a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.
Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip, İblis'e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.
Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş'ına yaklaştıracak ve yine bu nefis, "Güçlü bir Melîk"'in katında, özü sözü bir olanlara has oturma yerlerinde"(Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah'ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna gelmiştir.
Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: "Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab'lerinden perdelenmişlerdir" (Mutaffifîn. 83/15). Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah'ın nurundan bir nûr olup O'na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen "en yüce mesel’dir.11 Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah'tan olduğundandır.
Kur'ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini ancak Allah'ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine vakıf olunamayacaktır: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: 'Rûh, Rabb'imin ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir" (İsra, 17/85). Ruhun mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.

Dipnotlar
1 Prof. Dr. Âişe Abdurrahman Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, 5. tab', Beyrut Dârul-İlim lil' Melâyin, 1982, s. 180.
2 Mustafa Mahmûd. el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, ts. s. 19.
3 Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, s. 180.
4 İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde IV. s. 109.
5 Nahl, 16/102.
6 Nisa, 4/171.
7 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 25-26.
8 Aynı yer.
9 B. Said Nursi, Sözler, s. 485.
10 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 28.
11 Nahl (16), 60: Rûm (30), 27.

7 Haziran 2009 Pazar

Dört Kelime, Dört Kelâm

Mesnevi-i Nuriye | Katre | 45-46

Bu risale, dört babla bir hâtime ve bir mukaddeme üzerine tertip edilmiştir.


MUKADDEME

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır. Şöyle ki:


Cenab-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.


Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.


Ve keza, nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.


Birinci kelâm: Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikînin sıfâtını ve sıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, mütenahi hududumla Mâlik-i Hakikînin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.


İkinci kelâm: Ölüm haktır.

Evet, bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif şeylerden terekküp etmiş; kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur.


Üçüncü kelâm: Rabbim birdir. Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîme olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, câmiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve herşeye karşı, hissederek veya etmeyerek, teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir hâlettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-i Vâhide teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir.


Dördüncü kelâm: ile tâbir edilen benlik, yani kendisine bir vücut, bir kıymet vermektir ki, bu ene, Cenab-ı Hakkın sıfâtını, şuûnatını bilmek için bir santral ve bir vahid-i kıyasîdir.


15 Mayıs 2009 Cuma

Kainat Kitabını Okumak...

Seyyid Hüseyin Nasr
George Washington Üniv.
Zafer Dergisi


Müslümanların tabiata bakışı nasıl olmalı?
KÂİNATI veya ontolojik Kur’ân’ı referans alan Kur’ân’ın kozmik boyutu (el-Kur’ân’üt-Tekvînî) metinden veya “yazılı” Kur’ân’dan (el-Kur’ân’üt-Tedvînî) farklı ve onun tamamlayıcısı olarak yüzyıllar boyunca çoğu Müslüman bilge tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Kozmik Kur’ân’ı oluşturan her bir yaratığın yüzünde, ancak bilgelerin okuyabileceği harfler ve kelimelerin yazılı olduğunu görmüşlerdir. Kur’ân’ın tabiat olgusu ve insanoğlunun ruhunun derinliklerindeki hadiselerin her ikisine birden atıfta bulunduğu gerçeğinin tamamıyla farkında olarak bunları âyet (kelime anlamıyla işaret veya semboller) olarak nitelemişlerdir. Bu terim, aynı zamanda Kur’ân’ın metni için de kullanılmıştır. Kozmik kitabı, bölümlerini ve âyetlerini okumuşlar ve tabiat olgusunu tabiat kitabının Müellif’inin Kendi Hikmet’ini ifşa eden “işaretleri” olarak görmüşlerdir. Onlar için tabiatın aldığı şekiller Allah’ın âyetleridir. Bu, Francis Bacon’un da ifade ettiği gibi, şekillerini tefekkür ederek hikmet elde etmek ve hazzını yaşamak yerine tabiata hükmetmek ve “onu tahrip etmek” için bir bilim oluşturulmasından önce geleneksel Batı’da da kesinlikle bilinen bir kavramdır. Kur’ân tabiatı nihai anlamda Allah’ı hem perdeleyen hem de ifşâ eden bir tecelli olarak tasvir eder. Tabiatın şekilleri, farklı İlahî sıfatları gizleyen ve aynı zamanda da aynı sıfatları, kalp gözü egosunun hırsı ile körleşmemiş ve ihtiraslı ruhun benmerkezci eğilimleri ile perdelenmemiş olanlara ifşa eden çok sayıdaki maskelerdir.

Daha derin bir anlamda, İslamî bakış açısına göre Allah’ın bizzat Kendisi’nin bizim etrafımızı saran ve kuşatan “nihai çevre” olduğu iddia edilebilir. Kur’ân’da, “Göklerde ve yerdekiler Allah’a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (4: 126) âyetinde olduğu gibi Allah’ın her şeyi kuşatan (Muhît) olarak anlatılması son derece önemlidir ve muhît terimi aynı zamanda çevre anlamına da gelir. Gerçekte, insan İlâhî muhîte dalmıştır ve sadece kendi unutkanlığı ve gafleti nedeniyle onun farkında değildir. Ruhu kaplayan bu günahtan ancak hatırlamakla (zikir ile) kurtulunabilinir. Allah’ı hatırlamak, her yerde O’nu görmek ve bir muhît olarak O’nun gerçeğini tecrübe etmektir. Aslında çevre krizine, insanın Allah’ı kendisini kuşatan ve hayatını destekleyen gerçek çevre olarak görmeyi reddetmesi nedeniyle yol açıldığı söylenebilir. Tabii çevrenin tahrip edilmesi tabiatı, İlâhî Çevre ile alakasını kesmiş ontolojik açıdan bağımsız bir gerçekler düzeni olarak görmenin sonucudur. Oysa İlâhî Çevre’nin olmayışı onu bütün zarafetinden uzaklaştırır, nefesi kesilmiş bir hale girer ve sararıp solar. Allah’ı el-Muhît olarak hatırlamak, şu halde, tabiatın kutsallığını, tabiatın Allah’ın işaretleri olduğunu hatırlamak demektir. Bu açıdan bakıldığında, İlâhî Varlık’ın, tabii çevreye her an nüfuz ettiği görülür. Aslında, nihaî anlamda çevre, bu dünyanın ötesinde, geldiğimiz yerden döneceğimiz yere kadar bizi kuşatan her şeydir.

Tabii çevre hakkındaki İslâmî bakış açısı, insan ve tabii çevre denilen şey ile bunu kuşatan ve nüfuz eden İlâhî Çevre arasındaki ayrılmaz ve sürekli ilişki üzerine kurulmuştur. Kur’ân birçok âyette zahir olan ve olmayan dünyalardan söz eder (alemü’l-gayb ve’ş-şehâde). Görünen (zahirî) dünya bağımsız bir gerçeklikler sistemi değil; fakat çok daha büyük olan, onu aşan ve ona kaynaklık eden bir dünyanın görünen tarafıdır. Görünen dünya, karanlık bir çöl gecesinde kamp ateşi etrafında görülebilen şey mesabesindedir. Görünen şey kademeli olarak kendisini kuşatan uçsuz bucaksız görünmeyenin içine çekilir ki, gerçek çevre işte budur. Görünmeyen, bir toz zerresi mesabesindeki görünene kıyasla sadece sonsuz bir okyanus olmakla kalmaz, aynı zamanda bizzat görünenin içine de nüfuz eder. Bu şekilde, görünen nizamın başlangıçta kaynağı (el-mebde’) ve daha sonra akıbeti ve sonu (el-me’âd) olarak İlâhî Çevre, Ruh, tabii dünyaya ve normal insanın muhîtine nüfuz eder, onu geliştirir ve sürdürür.

Tabiat, Allah’ın hikmetini kazanma vasıtası
İSLÂM’DAKİ tabiat ve tabii çevre sevgisi, Allah’ın hikmetini kazanmak için bir vasıta olarak görülmediği anlamına gelmez. Tam aksine, İslâm sanatının da göstermeye çalıştığı gibi, Müslümanlar tabiata tam da Allah’a yakınlaştırmada bir araç olduğu veçhiyle sevmişler ve değer vermişlerdir. Bunu anlamanın yolu, Kur’ân’ın “Her nereye dönerseniz Allah’ın veçhesi orasıdır” (2: 115) âyetini tam olarak anlamaktan geçer.

Tabiat ve çevreyle ilgili İslâmî öğretiler İslâm’ın insanlık anlayışını incelemeden tam olarak anlaşılamaz. Farklı dinî geleneklerde genellikle tabiatın emanetçisi olarak görülmüş olan insan, artık modern medeniyet sayesinde sahip olduğu rolü değiştirerek onun tahripçisi haline gelmiştir. Cennet’ten kovulmuş olarak dünyada uyum içerisinde yaşayan bir varlık olmaktan çıkan insan, kendisini aşağıdan yukarıya yükselmiş olan bir yaratık olarak görerek tabiatın en acımasız yağmacısı ve tahripçisi haline gelmiştir. İslâm, insanı yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görür ve Kur’ân bunu açık bir şekilde üstüne basarak ifade eder: “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım.” (2: 30) Dahası, halifenin özelliği, Allah’a kulluk (ubudiyet) ile tamamlanmıştır. İnsan Allah’ın kuludur (Abdullah) ve buna uygun şekilde O’na itaat etmelidir. Allah’ın kulu olarak, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı pasif ve üstündeki dünyadan kendisine gelen rahmet karşısında alıcı olmalıdır. Allah’ın halifesi olarak dünyada aktif olmalı, kozmik uyumu gerçekleştirmeli ve dünyevî hiyerarşide merkezî yaratık olmasının sonucu olarak aracı olması istenen yere rahmeti yaymalıdır.

Allah’ın dünyayı muhafaza edip koruduğu gibi, aynı yoldan insanoğlu da O’nun halifesi olarak merkezî konumda bulunduğu muhiti koruyup kollamalıdır. İnsan, Kur’ân’daki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim [demişti de] evet, [Sen bizim Rabbimizsin] şahidiz demişlerdi.” (7:172) şeklindeki meşhur âyette de işaret edildiği gibi, ezelde Allah’ın rububiyetine şehadet ederken verdiği misakın gereği olarak kabullendiği bu emanete hıyanet etmeksizin tabiatın korunmasını göz ardı edemez.

İnsan olmak demek, halife olma halinin gerektirdiği ve hepimizin omuzlarına yüklediği sorumluluğun farkında olmak demektir. Hatta Kur’ân’da “Görmedin mi yeryüzündekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize verdi.” (12: 65) âyetinde olduğu gibi, Allah’ın tabiatın insanın emrine musahhar kılınmasına müsaade ettiği belirtilirken bile, bu durum, modern bilimin insana ihsan ettiği güce susamış olan çoğu modern Müslüman tarafından da iddia edildiği gibi, tabiatın rastgele fethi anlamına gelmemektedir. Daha çok Allah’ın kanunlarına uygun şekilde olmak koşuluyla tabiata hakim olmayı ifade eder ve insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu için Allah’ın yaratıklarını gözetme gücü ve sorumluluğu hassaten ona verilmiştir.

Nihâyetinde sadece bir mahluk olan, bu dünya hayatında bir yolcu olarak bulunan ve ölüm anında Allah’a dönecek olan insana kendisine değil, yalnızca Allah’a ait olan bir güç verilmiştir. Bu gücü Allah’ın ve O’nun yaratıklarının huzurunda sorumsuz bir şekilde kullanmak, dünyada tahribata yol açmak ve nihâyetinde kişisel olarak intihara kadar götüren ekolojik bir cinâyet işlemek olacaktır.

Ekolojik cinâyet ve sorumluluğumuz
TABİİ çevre için hiçbir şey, sahip olduğu hilafet yetkisini Allah’a kulluğu, emirlerine ve kanunlarına uymayı ve O’nun yarattıklarını gözetmeyi kabul etmeyen insanlar tarafından kullanılmasından daha tehlikeli değildir. Yeryüzünde kendisini artık Allah’ın kulu olarak görmeyen ve bu nedenle kendisinin dışında herhangi bir otoriteye sorumlu olma ve sadakat borcu duyma konumunda görmeyen bir halifeden daha tehlikeli bir yaratık yoktur. Böyle bir yaratık “Şeytan Allah’ı taklit eder” ifadesindeki gibi, tamamen şeytanî olan gücünü tahribat için kullanabilir; en azından kısa bir dönem için böyle bir güce sahip olması ve Allah’ın bütün yarattıkları üzerinde gösterdiği ihtimama hasredilmiş olan bu hakimiyeti kullanması, evrenin can damarlarını işleten bu sevgiden mahrum olduğu için bu tip bir insanın dünya üzerinde tanrısal; fakat tahripkar bir hakimiyetine yol açar.

Müslümanların Allah’ın yaratıklarını korumak uğruna, Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, Konfüçyanlar ve diğer dinlerin tabilerinin yanında, çevreye önem verenlerle ortak çabalara girmeleri gerekir. Müslümanlar sözde teknolojik düzenlemelerin çevresel krizleri çözeceği savını körü körüne savunmayan herkesle işbirliği yapabilmelidir. Şu veya bu sebeple tabii dünyaya sevgi gösterenlerin tamamı, üzerinde yaşadığımız gezegeni tahrip edenlerin insan ihtiyaçlarını (ki insan ihtiyaçları onların dediği gibi asla sınırsız değildir) tatmin etmek adına kör bir tüketim gösterisini sürdürme ahmaklığından kurtarmak için bir araya gelerek elbirliğiyle çalışmalıdırlar.

8 Mayıs 2009 Cuma

Anne-Babaya Hürmet

Anne-baba, insanın en başta hürmet edeceği kudsî iki varlıktır. Onlara hürmette kusur eden, Hakk'a karşı gelmiş olur. Onları hırpalayan er-geç hırpalanmaya maruz kalır. İnsan daha küçük bir canlı olarak var olmaya başladığı andan itibaren hep anne-babanın omuzlarında ve onlara bir yük olarak gelişir. Bu konuda ne peder ve validenin çocuklarına karşı olan şefkatlerinin derinliğini tayine, ne de çektikleri sıkıntıların sınırını tesbite imkân vardır.


Anne-babanın kadrini bilip, onları Hakk'ın rahmetine ulaşmaya vesile sayanlar, bu dünyada da öte dünyada da en talihlilerdendir. Onların varlıklarını istiskal edip, hayatlarına karşı bıkkınlık gösterenler ise, sürüm sürüm olmaya namzet bir kısım bedbahtlardır.

İnsan anne-babasına karşı hürmeti nisbetinde, Yaratıcısına karşı da hürmetkâr sayılır. Onlara hürmeti olmayanların Allah'a da hürmet ve saygısı yoktur. Günümüzde, ne garip tecellilerdendir ki, sadece Allah'a karşı saygısız olanlar değil, O'nu sevdiğini iddia edenler de anne-babalarına isyandan geri kalmamaktadırlar.

Özellikle anneler, dünyada ukba eksenli varlıklardır. Hilkatteki rol ve istihdamları ile elde ettikleri mükâfatları, çektikleri zorluk ve sıkıntılarıyla gördükleri karşılık arasındaki orantısızlık bu gerçeğin en açık delilidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için uzun boylu araştırmaya da gerek yoktur. Onların bir ömür neler ekip neler biçtiklerine, neler çekip neler bulduklarına göz atmak yeterlidir.
İslâm aileye ve onun temel iki direği olan anne-babaya çok önem vermiş, sağlam ailelerden oluşan toplumun sağlıklı olacağını ifade ederek bu konuda birçok önemli prensip vazetmiştir. Allah hakkından sonra anne-baba hakkı zikredildiği gibi, cennet de annelerin ayakları altına serilmiştir.

Cenab-ı Hakk şöyle ferman ediyor: "De ki: "Gelin, Rabb'inizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin."(En'am, 6/151) "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması sütten kesilmesi otuz ay sürdü."(Ahkaf, 46/15) "Bana ve ana babana şükret, dönüş banadır."(Lokman, 31/14)
Bir insanın en yakını anne-babasıdır. Her iyilikte olduğu gibi, dualarımızda da önceliğin onlara verilmesi gerektiğini Kur'ân şu ifadelerle belirtiyor: "Ey Rabbim! Amellerin hesap olunacağı gün, beni, anne-babamı ve mü'minleri bağışla!"(İbrahim, 14/41) Demek ki, önce insanın kendisi, sonra anne-babası geliyor. Zaten bu husus insan olmanın, insanî duygularla bezenmenin bir ifadesidir. Aslında insan olan bir insan en yakın daireden en uzak daireye uzanan çizgide derecelerine göre diğer insanların dertleriyle dertlenir, sevinçlerinden sevinç duyar. Diğer bir nokta da şudur: Nasıl bir insanın anne-babası hakkında yaptığı istiğfar makbul ise, öyle de insanın anne-babasının mazhar olduğu nimetler adına şükrü de geçerlidir. Yani bir insan anne-babasına gerçek anlamda evlatlık yapmadıysa, geride onun yapacağı şey şudur: Dilini onlar hesabına hayırda kullanmak... "Allah'ım! Hamdim, tesbihim, tehlilim, istiğfarım onlara raci olsun."demek bu türdendir. Nitekim Hz. Süleyman, şöyle derken bunu yapanlardan olduğunu göstermiştir: "Rabbim, beni, gerek bana, gerek anne-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl."(Neml, 27/19)

Bir başka ayette şu ifadeler bulunuyor: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi yaşlanırsa, kendilerine "öf!"bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara şefkat, tevâzu ile kol kanat ger ve şöyle diyerek dua et "Ya Rabbi! Küçüklüğümde onlar beni nasıl özenle yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!"(İsra, 7/23-24)

Bu ayetleri Üstad Bediüzzaman şöyle tefsir etmektedir:"Ey hanesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor. Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş her bir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.

İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Ey derd-i maişetle mübtelâ olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: "Maişetim dardır, idare edemiyorum."Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dîk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kat'î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakikat gayet kat'îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli. Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil insanlara yükletmez. "Şüphesiz rızık veren sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."(Zariyat, 51/58) "Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizlerin de onların da rızkını veren Allah'tır."(Ankebut, 29/60) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-ı kerimaneyi söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı. İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti."sırrıyla, ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. "Ceza, yapılan hatanın cinsinden olur."sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seri-üt teessür kalblerini rencide etmek ile "hem dünyada hem de ahirette zarar ettiler"sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli. "Cennet anaların ayakları altındadır."diyen Yüce Nebiye salat ve selâm olsun."

Konuyla ilgili birçok hadis-i şerif de bulunmaktadır. Bir iki tanesini kaydetmekle yetiniyoruz.

Peygamber Efendimiz bir gün: "Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!"dedi. "Kime yazıklar olsun"denilince şu cevabı verdi: "Anne- babasının ikisi veya biri yanında yaşlandığı halde cennete giremeyen!""Allah'ın rızası, babanın rızasındadır. Allah'ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğindedir.""Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen onu terk et dilersen muhafaza et."

Ölümlerinden sonra anne-babanın kalan haklarını Efendimiz şöyle dile getiriyor: "Onlara dua, günahlarının affı için Allah'tan istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, onlar vasıtasıyla akraba olanlarla sıla-i rahmi yerine getirmek ve dostlarına ikramda bulunmak."

Kaynak: Hikmet.Net Sitesi

10 Nisan 2009 Cuma

Bediüzzaman'a Göre Mutluluk Kriterleri

Yrd. Doç. Cüneyt EREN
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak.


İnsanoğlu her zaman huzur içinde, müreffeh, kaliteli bir hayat sürdürmek arzusu içindedir. Bu arzusunun gerçekleşmesi için de maddi-manevi elinden gelen her türlü gayreti sarf eder.

İnsanlığın elde edebilmek için çok şeyleri feda ettiği, bir yerde en önemli gayesi olan bu mutluluk nedir, nasıl elde edilebilir?

Her şeyden önce mutluluk kavramı izafi ve değişken bir konudur. İnsan, duygu, düşünce, bakış perspektifi ve içinde bulunduğu şartlar muvacehesinde mutlu olmanın yollarını arar. Karnı aç birinin mutlu olması bir kuru lokma ile sınırlı iken yığın yığın mal mülk sahibi mutlu olamayabilmektedir. Hastane köşelerinde mutluluk şifada aranırken, hapishanelerde hürriyette aranmaktadır. ‘Yunanlı’ya göre o, aşk ve sevda; Sezar’a göre nâm ve şöhret; Firavun’a göre iktidar ve mevki; Kârun’a göre de yığın yığın servet ve hazinelere sahip bulunmaktır. Gerçek mutluluk ‘insan zihninin dağınıklık ve perîşâniyetden kurtarılması, insan kalbinin itmînan ve istirahata ermesinden ibarettir. Evet, mes’ûd olabilmek için, önce rûhun iyice techîz edilmesi, gönlün pâk ve temiz fikirlerle donatılması, sonra geçmişin kanatlandırıcı hatıralarıyla, geleceğin isabetli ve makûl ümitlerinin yan yana mütalâa edilmesi lâzımdır.1’

Bu konuda her ne kadar farklı da görülse kastedilen şeyler arasında ince de olsa ortak bir paydanın olduğunu söylememiz mümkündür. O da mutluluğun doğrudan maddî yönle değil, kalb ve ruhla alakalı olduğu gerçeğidir. Yani mutluluk öyle uzaklarda aranan bir şey olmamalıdır. O, istendiğinde o kadar yakındır ki; künhü elde edildiğinde ancak anlaşılabilir. Bunun içindir ki ‘Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır’ denmiştir. Belki madde burada yardımcı, destekleyici vazife yapabilir. Mutluluğu sadece maddî yollarla arayanlar, hep aldanmış ve hüsrâna uğramışlardır.

Bediüzzaman bu konuyu maddî ve manevi olmak üzere iki kısımda değerlendirmektedir. Ona göre mutluluğun manevi kısmının olmazsa olmaz nevinden temel şartı, Allah rızasına, lütfuna, tecellisine ve kurbiyetine mazhar olmakla gerçekleşebilir. Yani ferd olarak, ferdlerin teşkil ettiği cemaatler, topluluklar, şehirler, cemiyetler olarak mutlu olmanın Bediüzzaman’ın diliyle ‘birinci ve en birinci şartı’ Allah’a iman, imanın vazgeçilmez rüknu salih amel ile O’nun rızasına ermek, neticesinde sağanak sağanak lütuflarla tecelli ve O’na kurbiyettir. Zikri geçen bu vasıflar silsile halinde birbirini takip eden zincirin halkaları mesabesindedir.

Allah’a iman şerefine nâil olma ve neticesinde salih amel işleyebilme saadetlerin en büyüğü, lütufların en azamıdır. Bir ayrıcalık, bir seçilmişliktir. Bu hayallerin dahi ulaşamayacağı erişilmez bir heyecan, kelimelerin vasfında aciz kaldığı saadettir. Bu ruh sahibi kainatta yer alan canlı cansız her şeyle alaka kesbeder, onların dilini anlar, dolar dolar boşalır ünsiyet edinir. Bu meleklerin karşısında şaha kalkıp selam durduğu bir nasipliliktir. ‘Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahîm’ inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecelli eder, tezahür eder.2’

‘Rûhu kanatlandırıp pervâz ettirecek ve kalbi dâima canlı tutacak tek şey, Yaratıcı’nın hoşnutluğu düşüncesidir. Fazilet düşüncesi olmadan mutluluktan bahis açmak abestir ve manasızdır. Nasıl ki suyu, saf ve temiz tutmanın tek çâresi, onun içine bir şey atmamak ve bulandırıcı şeylerden uzak bulundurmaktır. Öyle de rûhun huzur ve mutluluğu, bir an olsun onu, fazîletten mahrum bırakmamaya bağlıdır.’3

Bediüzzaman bu manevi boyutun detayına girmeyerek; ‘tafsilattan müstagnidir veya gayr-i kâbildir’ der4.

Bediüzzaman’a göre mutluluğun ikinci kısmı maddî kısım olup, cismanî zevklere hitap eder. Onun esasları da mesken, yemek ve evlilik olmak üzere üçe ayrılır. Bunların derecelerine göre mutluluk artar eksilir. Bu mutluluğun kemâl noktası da bu esasların devamlı ve kalıcı olmasıyla gerçekleşir.

Bu sebepten olsa gerek cennet hayatının en önemli özelliği ebedî oluşudur. Nitekim birçok ayet-i kerime bu hususu takrir etmektedir. “Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.5” “(Onlara): Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacağınız Cennetlerdir, denilir. İşte büyük kurtuluş budur.6” “Onları içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır.7”

Bediüzzaman da konuyla ilgili olarak şöyle der: Bu kısım âdeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse zıddına inkilâb eder.8 ‘Lezzetin hakikî lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hattâ zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri daimî elemleri intac ettiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.’9
Cismâni saadetin vesileleri şunlardır:

a- Mesken

Ferdin kendisi ve ailesi için barınacağı bir meskeni olması en tabii ihtiyacı olup dünyadaki cismâni mutlulu- ğunun da en birinci şartıdır. Bediüzzaman’a göre meskenin ideal olanı etrafı çeşitli nebatatla çevrili yeşillikler içinde, kenarından suların aktığı bir yerdir. Bu meyanda: ‘Evet, meskenin en latifi, en câzibedar şekli; etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçekler ile müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasr ve köşklerdir. Evet camid kalbleri aşk u şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şâd eden, şâirlere sermaye olarak şâirane teşbihleri, temsilleri, üslûbları ilham eden; sular ile hazravat ve nebatattır.10’ der.

Mesken cennet hayatının da önemli bir yerini oluşturmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de cennet meskenleri ve onun mahiyeti hakkında aşağıda bazı örneklerini göreceğiniz birçok ayette bildirilmiştir. “İman edip güzel amelde bulunanlar; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (Cennet) odalarında güven içindedirler.11” “Fakat Rablerinden sakınanlara, üst üste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır.12” “İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden Cennetlere, Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar.13”

Cennet ırmakları da ideal meskenin tamamlayıcı unsuru olarak karşımıza çıkar. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Cennet tasvirleri içinde kelimenin çoğul olarak kullanıldığı ayetlerin ekserisinde altlarından ırmaklar aktığı ifade edilmiştir. “İçinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri!14” “…Peygamberi ve O’nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokar.15” “..İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan Cennetler olduğunu müjdele!16” “Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır.17” “Muttakilere vaat olunan Cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır.18”

b- Yemek

Yeme-içme Kur’ân-ı Kerîm’de cennet ehlinin de vazgeçilmez nimet unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır: “Canlarının çektiği çeşit çeşit meyveler arasındadırlar. (Kendilerine:) “İstediklerinizin karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyin için” (denir).19 “Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik.”20 “Kendilerine mühürlü halis bir içecek sunulur.” 21 “Onlar koltuklara yaslanıp kurularak orada birçok meyve ve içecekler isterler.22”

Bediüzzaman’a göre yemek cismâni mutluluğun bir diğer şartıdır. Bu yemeğin alışılagelmiş türden olması, yenilenmesi, kendi amelinin karşılığında bir mükafat olarak hak ediyor olması ve bu yemeğin gözünün önünde hazır bulunuyor olması da yemeğin en ideal olmasının şartları arasında zikredilir.

‘Saadetin ikinci esası olan “ekl” ise, me’kulat (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, me’luf olan kısımdır. Yani insana garib gelen, alışık olmayan şeylerdir. Çünki ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti bilinir; lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Ve keza ekl lezzetini ikmal eden esbabdan biri de, o rızkın kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir; ikinci bir sebeb de o rızkın menbaının daima gözönünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızk için telaş etmesin.23’

c- Evlilik

Evlenmek de cennette tamamlayıcı nimet unsuru olarak zikredilmektedir. Konuyla ilgili referans olacak çok ayet bulunmaktadır. Örnek olarak bir kaçını zikredelim: “Onlar için Cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedi kalacaklardır.”24 “İşte böyle. Bunun yanı sıra Biz onları, iri gözlü hurilerle evlendiririz.”25 “(Onlara) beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri, iri gözlü huriler, saklı inciler gibi. Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).”26

Bediüzzaman’a göre de cismâni mutluluğun üçüncü vesilesi evliliktir. İdeal evliliğin de kendi içinde bazı hususiyetleri vardır. Öncelikle bu evliliğin, eşler arasında gerçek sevginin tahakkuk ettiği türden olması şarttır.

Arapça’da müennes ifadeler müzekker olanlardan bazı kurallarla ayrılmaktadır. Bunların en yaygın olanı müennes kelimelerin sonuna eklenen ‘tâ-i merbûta’dır. Kur’ân eş anlamına gelen ‘zevc’ kelimesini, evlilikten murad edilen gerçek birlikteliği ifade için bu anlama katkı sağlamak adına bu kelimeyi değiştirmeden irâd etmiştir. Bundan olsa gerek Kur’ân’ın hiçbir yerinde ‘zevce’ kelimesi geçmez. Yani Kur’ânî evliliklerde referans verilen eş kavramı birbirleriyle kelime bazında bile ayrılık kabul etmeyen eş şeklinde anlaşılabilir. Bu eşler karşılıklı aşk ve sevgilerini, sıkıntı ve hüzünlerini tamamen birlikte paylaşır, birlikte dağıtır, duygu ve düşünceleri birlikte paylaşırlar. ‘Evet insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah u sürura tebdil edebilsinler. Zâten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.27’

Bediüzzaman’a göre bu değerleri ikmal eden, kalbî ünsiyeti perçinleştiren en önemli unsur da kadının iffetli olması, kötü denilebilecek ahlaktan ve çirkin arızalardan beri olmasıdır.

Bediüzzaman konuyla ilgili buna ilaveten şöyle der: ‘

Saadetin esaslarından “nikâh” ise: Evet insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki; kısm-ı sânî ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır.28’



3 Nisan 2009 Cuma

HZ. FÂTIMA: Peygamberin Kızı Olmak

A.Ali Ural

Güneş, yakın yıldızlarını biraz daha yaklaşmaya çağırdı kendine. Sonra abasının kanatlarını açıp şefkatle sardı onları. Olacak gibi değil ama oldu, güneş sisteminin en parlak yıldızları bir örtünün altında toplandılar. Dudakları kilitlendi heyecandan. Nefesleri kalp çekicinin altında şekilden şekle girdi. Işıklarını aldıkları kaynağa bu kadar yakın olmamışlardı hiç. Aynı abanın altında olmak, evrendeki değerlerini yeniden belirlemişti. Yalnız onlar değil, bütün kâinat nefesini tutmuş güneşin dudaklarının kımıldamasını bekliyordu. Ve güneşin dudakları kıpırdadı : " Allahım! Bunlar benim Ehl-i beytimdir; onları kötülüklerden koru ve kendilerini tertemiz kıl!" Bu duayı işiten yıldızlar sevinçle sokuldular güneşlerine. Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Peygamberin abasının altında gülümsediler. Bu âile fotoğrafı, albümlerinin ilk sayfasını süsledi inananların. Zira bu sayfaya bakmadan öteki sayfaları anlamak imkânsızdı. Bu fotoğrafta Son Peygamber; hem baba, hem dede, hem kayınpederdi. Bu fotoğrafta Ali; hem eş, hem baba, hem damattı. Bu fotoğrafta Hasan ve Hüseyin; hem oğul, hem torundular. Bu fotoğrafta Fâtıma; hem anne, hem eş, hem çocuktu.


Çocuktu ve yapılanları anlayamıyordu. Koşuyor ve küçük elleriyle babasının sırtına atılan pislikleri temizlemeye çalışıyordu. Nasıl yaparlardı bunu! Hem de Kâbe'nin karşısında secdedeyken! Ondan daha temizi yokken nasıl yaparlardı! Fâtıma, babasının mübarek sırtına konulan deve işkembesini tuttuğu gibi fırlattı müşriklere. Son Peygamber namazını bitirip ellerini göğe kaldırdı. "Allah'ım Kureyş'i sana havale ediyorum!"dedi üç kez. Sonra sarıldı Fâtıma'ya. " Babasının Anası" diye sevdiği cana. Öptü yanaklarından, başını okşadı. Fâtıma ne kadar başkaydı! Peygamberlik gelmeden bir sene önce vermişti Yaradan onu. En küçük kızıydı Nebî'nin. Aydınlık yüzlü bir kız! Bu yüzden "Zehrâ" dendi ona. Sonra büyüdü, genç kız oldu. İffetli bir kız! Bu yüzden "Betül" dendi ona.


Betül'ü eş olarak istediler Son Peygamber'den. O Ali'ye layık gördü. Hz. Ali, Bedir Savaşı'nda ganimetten payına düşen zırhı satarak mehrini verebildi Hz. Fâtıma'nın. Çeyize gelince, hiçbir gelin onun kadar kanaatkâr olmadı; içi hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni, deriden yapılma iki su kabı... Bu kaplarla su verecekti birer yıl arayla dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e, bu kaplarla Uhud'ta gazilere su taşıyacaktı. Ne müthiş bir gündü o! Yalnız beraberindeki on hanımla beraber su ve yiyecek taşımıyor, hemşirelik de yapıyordu o büyük sınavda. Bir zamanlar babasının sırtını temizlemeye çalışan küçük eller büyümüş, bu kez babasının kanını dindirmeye çalışıyordu külle.


Rasûlullah'ın göz bebeğiydi o. Kendisini her bakımdan örnek alan, konuşmasıyla, hayasıyla, yürüyüşüyle bir peygamber kızı olduğunu gösteren Fâtıma'nın üzerine titrerdi Allah'ın elçisi. Yolculuğa çıkarken biraz daha fazla görebilmek için en son onunla vedalaşır, yolculuktan döndüğünde ise özlemle ilk olarak ona koşardı. Fâtıma'yı görmek "sevinç" demekti Son Peygamber için. Evine geldiğinde ayakta karşılardı onu. Can parçasının yanaklarından öper, sonra elinden tutup kendi yerine oturturdu. Fâtıma'nın evini ziyaret etmek ise ayrı bir sevinçti O'nun için. Çünkü o evde damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin de vardı. Hepsi yarışırdı Muhammed (sav) muhabbetinde. Her seferinde damadıyla kızının arasına oturur, yalnız kaldıklarında "Beni daha çok seviyor!" diye tatlı tatlı çekiştiklerinden haberdar dengeyi sağlardı aralarında.


Hz. Peygamber her işte bir orta yol, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmemişti. "Kızım Fâtıma bile yapmış olsa uygularım," diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkar, hukukun üstünlüğünü savunurdu. Sevgili kızı ve damadının bir hizmetçiye ihtiyaç duyduklarını söylemeleri üzerine, bu isteklerinden kendilerinden daha yoksul olan "Ehl-i Suffe" adına feragat etmelerini talep etmiş, bunun yerine yatmadan önce her gece otuz üçer defa "Sübhanallah", "Elhamdulillah" ve " Allahuekber" demelerini salık vererek, bunun bir hizmetçiden daha çok kendilerine yardım edeceğini hatırlatmıştı.


Ah ayrılık vaktinin geldiğini can parçasına nasıl da hatırlatmıştı! Kur'ân-ı Kerîm'i Cebrâil (a.s.)'la yılda bir kez karşılıklı okuyorlardı ama son sene iki kere bir araya gelmişlerdi. Ayrılığa bir işaret sayılabilirdi bu. Hz. Fâtıma bu sözleri duyar duymaz gözyaşlarına boğulmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisine ailesinden ilk olarak onun kavuşacağını söyleyerek teselli etmişti onu. Ölümle teselli olur mu! Kavuşulacak olan Son Peygamberse olur elbette. Ah nasıl üzülmüştü ayrılık vaktine Fâtıma! Ah nasıl sevinmişti adı "ölüm" olsa bile buluşma vaktine...


"Fâtıma benim parçamdır," demişti Hz. Peygamber. Hastalığı ağırlaşıp parçasından ayrılma vakti yaklaştığında Fâtıma "Ah babacığım! Vay babamın başına gelenler!"diyerek gözyaşı dökmeye başlamış, Kâinatın Efendisi, "Bugünden sonra baban hiç dert çekmeyecek güzel yavrum!" diye son kez teselli etmişti onu. Sonunda vakit gelmiş, gözler yeniden yaşlarıyla birleşmiş can parçasının dilinden şu sözler dökülmüştü: "Babacığım Rab Teâlâ çağırdı ve hemen koştun! Firdevs cenneti senin yurdundur şimdi! Cebrâil'e teslim ettik seni!"


Ah sevgi! Neler söyletiyor Fâtıma anamıza definden sonra: " Rasûlullah'ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı! Nasıl razı oldu gönlünüz!" Hz. Fâtıma'nın gönlü uzun bir ayrılığa razı olmadı. Babasının müjdesi bu sözleri söyledikten beş buçuk ay sonra gerçekleşti. "Fâtıma benim bir parçamdır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur," demişti Nebî. Aylar binek olup taşımıştı Fâtıma'yı Ramazan'a. Ve Ramazan'da parça aslıyla bütünleşmişti.


Kaynak:
SonPeygamber.Info Sitesi

26 Mart 2009 Perşembe

Edebiyat ve Hikmet Ufkunda Bir Söyleşi

"Münire Daniş: Yazarlığı besleyen yaşamın içimizdeki zengin varlığıdır."

Dergibi Edebiyat Sitesi
Leman Ağırkan / Münire Daniş

• Yazıyor olmaktan başlayalım mı önce? Tabirinizle 'bir rüya yazarı' olan size, yazarken düşlediğiniz nedir diye sorsam?

Benzer düşlerle cevaplar verilmiştir buna, ama hep birbirine benzemesine rağmen biricik olan, kişiye özel olan yazgı gibi her yazarın cevabı da hususidir. Fakat bütün yazarların buluştuğu ortak bir payda var; olmazsa olmaz, paylaşılmaz yalnızlık. Yazar kendisiyle ilgili bir gerçeği fark etmiştir öncelikle; her şeyden uzaklaştığı bir yalnızlık alanının olduğunu. Bir kenara çekilme, bir dünyasızlık hali, yalnızlığa gönüllü olma, dünyaya ve kendine uzaktan bakabilme söz konusudur. Bana göre bu hali dervişler, mutsuzlar ve yazarlar göze alabilirler. Yalnızlık başkaları için trajik bir yazgı iken, (dünyasızlık) yazarın güzel bahtıdır (en azından benim için öyle.) Bu yüzden böylesi bir yalnızlıkla, göze alınan dünyasızlıkla yazılan güçlüdür, hatırlayın...

Yazar, yalnızlıkta mukim; yazılan da, bu şartla muteber. Sonra kitaplarla, edebiyatla beslenmiş büyütülmüş bir dünya da yazmaya kapı açıyor...

Demiştim, düşlenen değişir; ama her yazarı yazmaya tetikleyen; yalnızlığını anlamlı kılmak, anlamaya çalışmak ya da aşabilmek derdidir, bana kalırsa. Neyle yapabilir bunu; yaşadıkları, yaşadıklarından kalan hüzünler, fark edişler... yaşayamadıkları, kalbinde büyüyen ukdeler, bin bir insan haliyle, baş başa kaldığı yazgısıyla...

Benim cevabım ise bir kenara çekilmişliğimle başlar... ve, hani, sûfi kültüründe hepimiz bir uykuda bir rüyanın içinde ve bir rüyayızdır ya, benim yazarken düşlediğimi, bana gösterilen rüyalara derinleşmek olarak zikredebilirim.

• Bu durumda yazar nereden beslenir en çok, hani yaşamdan ya da kitaplardan diye meşhurdur; bunu size nasıl yöneltmeli? Rüyalardan kastınızı biraz açalım mı?

Bana kalırsa yazar yaşamaktan beslenir en çok, okudukları dahi ya da yaşayamadıkları bile yazıya dönüşmeden evvel yazıcının içindeki yaşamın zenginliğinde bir karşılık ya da bir yankı bulur hiç olmazsa. Yaşadıklarından, yaşamayı istediklerinden ve bunların terkibi veya encamı olan neticelerden; okuduklarından, okuduklarında kendine yer bulduklarından, çoğaltabildiklerinden vs... Ama her iki kaynak da, yazıda insanla buluşur.

Bana gelince ben gördüğüm ya da görmek istediğim rüyaları yazıyorum, ama kalemimi besleyen yaşadıklarımdan çok okumalarımdır. Ama okuyarak beslenmeniz için bile yaşamın içinizdeki varlığını, size has zenginliğini, yaşamaya açık pencerelerden görebilmelisiniz. Yani mesela bir şiir, bir hikâye yaşanmış bir zaman diliminin içeriğinden, bir hatıradan daha zengin çağrışımları barındırır benim için. O şiirde, o hikâyede yaşayan ben değilim ama bende dışa vurulacak sözcüklerin tohumunu atar, o tohumu büyütür ve dışarı yayar. Rüyalarıma derinleşme ve yorumlama imkânı hazırlar bana. Benim yaşamla ilgili algımda, varolma muhtevamda bir karşılığı vardır...

• Bildiğim kadarıyla roman yazmaya meyilli değilsiniz. Hikâye sizin ırmağınız. Hikâye rüya formuna daha uygun geldiği için mi böyle?

Ta kendisi. Evet, hikâyeyi bu kadar çok sevmemi ve hikâyeden başka bir türe sıçramak istemeyişimi benim dünyadaki var oluşumu temsil eden rüya istiaresine dayandırıyorum. Bir rüyadayım, bir rüyayım. Efendimiz'in "insan uykudadır, ölünce uyanır. Siz ölmeden önce uyanınız" hadisi yaşamımın dayanağı olan gayret ve teselli. Dünya hallerini, insan hikâyelerini bir rüya olarak algılamak, bir yerde "rüya bütün yaşananlar, rüya bütün çektiğimiz" diye-bilmek, bu vecize ile sağladığım kurbiyet beni en çok hikâye anlatmaya yaklaştırıyor.

Rüyalarımız asıl olanın kendisi değil, ama gösterici, doğrulayıcı, olacak olanın yansıması, imâsı... Bu beni çok etkiliyor. Rüya ile amel edilmez, ama rüya vahyin cüzlerinden biridir. Peygamber mirasıdır. Mesela tasavvuf terbiyesinde müride yol gösterme verilerindendir. Bu terbiyede her rüya hususi olarak yorumlanır...

Hz. Yusuf'un zengin hadiseli kıssasında beni en çok etkileyen rüya bahsidir mesela. Hz. Yusuf yazgısını yolun en başında bir rüya ile görmüştü. Zindan arkadaşlarının yazgıları rüyalar halinde yaşanmadan evvel belli olmuştu. Onlara rüya perdesinde yaşayacakları hikâyeler gösterilmişti. Ben, hikâye yazmaya başlarken en çok da kıssaların dilinden etkilenmiştim. Bu etkilenme, rüya-hikâye bağı o zamanlar oluşmuştu.

Bu yüzden olmalı rüya anlatır gibi yazmak istedim hep. Çünkü hikâyeciliğimi rüyalarıma derinleşmek olarak görüyorum. Rüyalar, sembollere, istiarelere dayalı yapısı ve yoruma mecbur muhtevası sebebiyle hayatın içinden değillermiş gibi gelir. Ama rüyalar insana ve onun hikâyesine matuftur; bunları çözmek, anlamak için bir veri, bir yoldur. Bana göre rüyaların dili de hayatın dilidir ama farklı, bir hiyeroglif gibi çözülmeyi gerektirir. Ben bu dili, bu çözümleme yolunu seviyorum. Hayal edebiyatı besler deniliyor ya benim edebiyatımı en çok rüya besliyor.

Başa, bir rüyada bir rüyayız cümlesine dönerek okursak, gördüğüm, görmek istediğim rüyaları hikâye ile anlatıyorum, diyebilirim.

• Siz zaten Uykusuz Düşler isimli kitabınızda bir rüya dilini kullanıyordunuz. Semboller, istiarelerle kurgulanan düşsel bir kitaptı? Sizce hikâyeniz kendine modern anlatının içinde yer bulmakta zorlanmıyor mu? Anlaşılmamak gibi bir risk taşımıyor mu? Nasıl bir boşluğu doldurmaya çalışıyorsunuz ki?

Bendeniz edebiyat servetinin incilerini klasik hikâyenin ırmağında buldum. Benim hikâyemin damarı klasik tahkiyeden beslendiğine göre semboller 'bildik' bir yatak aslında. Irmağın yeri bellidir; yağmurun akan suyu da yolunu o ırmakla buluşmayı umarak sürdürür ve sonunda oraya dahil olur. Klasik İslam tahkiyesinin kültürel kodlarla anlaşıldığı doğrudur. Yani bu hikâyenin meyvesini devşirebilmek için çekirdeğinin şifresine sahip olacaksınız. Bu anlamda Uykusuz Düşler buna dahil. Kısmen Şem ile Pervane de...

Bu kastetdiğiniz manada bir risk taşıyor. Uykusuz Düşler de böyle bir kaderi yaşadı zaten. Orada yer alan hikâyeler (yazıcısının) ölmeden evvel ölebilme düşleriydi. Yazarının kendine, hayata ve ölüme dair hüsnü zannıydı. Modern yaşam içinde kendine yer bulamayacak cümlelerden mürekkep oldukları bu açıdan doğru. Ama bir ucube de değildi; yani bir edebiyat geleneğine eklemleniyor, bir zincirin halkası olarak bir hikâye süreğini izliyordu. Bu klasik İslam tahkiyesinin bir yerlerde kesintiye uğrayan zinciriydi. Bir yerde söylemiştim, oradaki hikâyeler, Gogol'ün Paltosu'ndan değil, Attar'ın, Simurg'a doğru yol alan altın kuşları arasından çıktılar, diye.

Hikâye yazmaya, yazdıklarıma aidiyetimi ise, Hz. Mevlana'nın beni çok etkileyen söz başı ile açıklamayı severim. Malûm menkıbedir; hazret, mesnevinin ilk beyitlerini sarığının arasından çıkarıp Hüsamettin Çelebi'ye uzatır ve " Senin gönlündeki istek bana aksetti" der. Sonra "Artık sen yazarsan söyleyebilirim" diyerek hikâye içinde hikâye olan mesneviyi dile getirir, Çelebi de yazar. Benim gönlümün isteği de dışarıya yazı olarak yansıyor. Gönlüm "sen yazarsan ben de söylerim" diye sesleniyor, eyvallah deyip yazıyorum. Uzun zaman geçiyor ki gönlümden bir şey yansımıyor, anlıyorum ki ben kurak düştüm, gafletteyim... Böyle yani.

Bir boşluğu doldurmaya gelince... bunun için benimsediğim bir hedef değil, sevdiğim ve dahil olmak istediğim bir yol bu hikâye... Bu hikâye damarını çok önemsiyorum ve kesintiye uğramadan akması gerektiğine de canı gönülden inanıyorum. Bu anlamda bir boşluğu dolduracak işlevi olursa da hikâyemin bu beni onurlandırır.

Uykusuz Düşler'in benim yaşamımda çok hususi bir yeri olacak hep. Kusurlarına, bahtsızlığına rağmen, ne yazarsam yazayım, onu ayıracak ve diğer kitaplarımdan daha çok seveceğim.

• Ya son kitabınız, adından başlayalım isterseniz; Kalp Süvari'leri kimlerdir?

Kalp Süvarileri on altı Allah dostunun menkıbesinden derlenmiş hatıralardan oluşuyor. İmam Gazali, Hz. Yesevi, Hz. Mansur, Hz. İbni Arabi, Mevlana ve Şems hazretleri ve dahası...

Kimisi aşk, kimisi ilim, kimisi irfan yolcusu; ama her biri de insan-ı kâmil. Her biri (Mûtu kalbe en temetû) ölmeden önce ölmenin kahramanı, bu büyük sırrın tanığı. Dolayısı ile Kalp Süvarileri, insanı kâmil'in serüvenlerini hikaye eyliyor.

• Kalp Süvarisi olmak modern insana nasıl aksedebilir? Ölmeden önce ölmenin kahramanı olan ehli irfan, ehli hikmet, modern insanın hikâyesi ile nerede nasıl kesişebilir sizce?

Bu günün insanının serüvenini, dünün insanın serüveninden ayırmak doğru değil. Nefsin davası ile kalbin davası değişmiyor. Bu kavga bitmez. Nefs, aşağı, değersiz, fani olanı temsil ediyor. Kalp ise nur'un, sonsuzluğun, doğrunun sembolü... En düşük nefs olan 'emmare' kalbi emri altına almak davasından vazgeçmez. Emmare'ye karşılık, kalbin temsil ettiği nura uygun yaşamanın önündeki engelleri kaldırmak isteyen hz. insan, emmare'den kurtulmakta kararlıdır. Levm eder emmare'yi; onun zaferlerinden utanır, pişmanlık-sıkıntı duyar. Sıkıntısı, gayreti ona nurani ilhamlar verir. Levvame'den mülhime mertebesine varır. Nurani ilhamlara riayet ettikçe mutmain olur. Tatmin olmuş nefse ulaşır. Bu serüvenin talipleri, nasipleri, hikâyesi değişmez.

Dünün insanı içinde aynı günahlar ve aynı nur söz konusudur bu günün insanı için de. Bütün insanlar halifetullahtır; bu hikmete uygun yaşayanlar ve bu hakikatten gaflette olanlar vardır. Bu hikmete uygun yaşamak isteyenlerin korkusu dinmez, gayreti bitmez. Onlar, Yusuf (as) gibi "Ben nefsimi temize çıkarmam" edebiyle ve sakınarak yaşarlar.

Kalp Süvarileri ise mutmainne'den sonrasına erişmiş velilerdir. Radiyye, Mardiyye, Safiye...

Ama menkıbelerinde meleklerin hikâyeleri değil insan'ı kâmil gerçeği yer alır, unutmamalı. Dünya gerçek yüzüyle vardır o menkıbelerde, insan gerçek halleri ve mertebeleriyle vardır. Kendini bilmek davası, ölmeden evvel uyanmak gayreti vardır. Rabbi bilme inceliği, aşkı vardır. Ölümsüz insan ve ölümsüzlük sırrı vardır. Kalbin sonsuzluğu saklayan haritası, aşkın en yüce ilmi vardır...

Diyeceğim, emmare'den -nasibince- kemalâta yürümek isteyen her insanın, onların elini tutmaya ihtiyacı var. Bu yolculuk özel bir dava değildir; her insanın sorumlu-bağlı olduğu serüvendir. İnsan'ı kâmili temsil eden veliyullahın ise her nefse söyleyecek sözü, bağışlayacak güzelliği, ihsan edecek zenginliği, nuru bulunur. Ta kıyamete kadar gelecek insan nesilleri, kıyamete yaklaştıkça kaybolma riskine daha fazla muhatap olarak, veliyullahın izlerine, menkıbelerinin feyz ve bereketine daha da muhtaçtır. Bu hikâyeler bu kurbiyet ile yazıldı ve bu niyet ile okunmalı...

• Kalp Süvarilerinde yer alan hikâyeler veliyullahın yaşamından birebir alınmış pasajlar mı yoksa işin içine kurgu da girdi mi?

Hemen hemen tümüne yakınının hikâyesi yaşanmış vakıadan, serüvenden alınarak yazıldı. Ama mesela Rabiat'ül Adeviye'nin hikâyesinde yer alan Abde isimli kahraman kurgu ürünü. Hz. Rabia'nın onunla arasında geçen konuşmalar ise farklı zamanlarda farklı kişilerle arasında geçen konuşmalar. Bu manada bir çok hikâye kurgusal destek aldı sayılır. Yani İmam Gazali'nin çöldeki yolculuğu muhayyilemin çizdiği bir kurgudur. Buna benzer zenginleştirmeler, elimdeki malzemeyi hikâyeye dönüştürmek için hayale baş vurma girişimi oldu haliyle. Ancak her hikâyenin özü sayılan ruh, veliyullahın hatırasının kendisi.

• Yazıcı, bu hikâyeler de ne biçimde yer alıyor? Zira yazıcı yazılandan uzak değildir. İrfan ve hikmet ehlini anlatmak, hikâye etmenin hangi hali?

Zor hali... ve cesaret istiyor. Ama zor olduğu kadar gerekli de. Ben bu hikâyeleri -hatıraları- yıllarca sakladım kalbimde, zihnimde. Her hatırayı önce kendime seslendim. Her seferinde gafletli hallerimden utandırdı beni bu hikâyeler. Yayımlamaya cesaret edemedim uzun zaman. Bunları hikâye eylemek ve sunmak için ihlasımı, gayretimi, imanımı yeterli sayamadım. Hz Adem'in "Ya Rabbi nefsime zulmettim, sen beni affet" itirafı benim asıl tespihim iken bu kitabı yayımlamak nasip oldu. "Kişi sevdiği ile beraberdir", "hatırasını yad ettiğiniz kişilerle beraber olursunuz" hadislerinin ümidine bağlandım. Madem hatırama böyle bir eser nasip oldu, bana bir hasenat isabet etti diye de sevindim. Yayımladığım kitapları elime aldığımda, onların, hayır hasenatım olabileceklerini, bana şefaat edebileceklerini düşünmek beni ümitlendiriyor.

Kalp Süvarileri'nin meselâ, hatıralarından derlediğim güzellikler benim aradığım, olmak istediğimdir. Gafletli hallerimden utanarak da olsa dile getirebileceğim nasiplenmek istediğim biricik menbadır. Onlardaki güzellikler bir koku gibi fıtratıma sızsın dilerim. Onlardaki nur, incecik de olsa yağmur olup kalbime değsin isterim.

Maateessüf benim çorak iklimime her hikâyeden inleyen bir ney kalıyor. Ne ki ben, inlemek bahsinden nasiplenmek için ümit varım. İzlerinde gezindiğim o mübarek hatıralar benim yaşamım boyunca dönüp dönüp kendimi görmek için baktığım ayna olacak. Bana çirkinliğimi gösterip utandırabilir, güzelliğimi gösterip gayrete getirebilirler. Ben bir nebze olsun güzelleşeyim, gayrete geleyim için yazdım Kalp Süvarileri'ni. Allah utandırmasın dilerim.

• Amin ve teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Bu söyleşi, İkindi Yağmuru dergisinin 8. sayısında yayımlanmıştır.
24 Şubat 2008

18 Mart 2009 Çarşamba

Kur'ân'daki Peygamber Kıssalarını Nasıl Okumalıyız?

Fatma Bayram

Kur'ân neden kıssalar anlatır?

Onu, uslubuna ve konularına alışık bir gözle değil de ilk kez okuyanlar bu kadar sık kıssa anlatan ve üstelik de aynı kıssayı bazen defalarca anlatan bir kitapla karşılaştıklarında neler hisseder?

Allah'ın insanlığa indirdiği en son mesajı okurken kendi hayatı ile ilgili ilahî beklentileri bulmak isteyen biri yoğun bir şekilde binlerce yıl öncesinin kıssalarını bulunca ne düşünür?

Evrensel bir ilahî metinde, üzerinde fazlaca düşünmeye zaman ayırmadan bugüne ve kendi sorunlarına doğrudan mesajlar bulmak isteyen günümüz insanının binlerce yıl öncesinin olaylarını anlatan bir kitapla karşılaşması onu nasıl şaşırtır ve sukut-u hayale uğratır.

Günümüz insanının en önemli özelliği, düşünerek sonucu kendisinin çıkaracak kadar vaktinin olmamasıdır. O hep kendi ürettiği sorunlara sizin paket sonuçlarla çözüm bulmanızı ister. Bir sorun karşısında iki ya da daha fazla seçeneğin önüne konması bile onu zor durumda bırakır. Çünkü bu durum onun kararlarını kendisinin almasına ve bu kararın sorumluluğunu da bizzat kendisinin üstlenmesine neden olur. Özellikle dinî konularda danışan insanların onları bir kaç seçenek karşısında serbest bırakmanız durumunda ne kadar şaşırıp bocaladıklarını kendi tecrübelerimizle biliyoruz. İnsanlar ne kadar aksini iddia etseler de aslında hayatlarına dair kararlarını kendileri almaktan son derece ürkmekteler. Erich Fromm'un dediği gibi özgürlük sorumluluk demek olduğundan aslında çoğu insan özgürlükten kaçmakta ve bağımlılığın güvenli kucağına koşmaktadır.

"Kur'ân neden kıssalar anlatır?" sorusu Kur'ân'ın yetiştirmek istediği insan tipiyle alakalıdır. Bu soruya doğru cevap verebilmek için önce "Kur'ân nasıl bir insan yetiştirmek istiyor?" sorusunu cevaplamamız gerekmektedir.

Kur'ân bizi nasıl görmek istiyor? Yalnızca inancımız, ibadetlerimiz ve dindarlığımız açısından değil; aynı zamanda kişiliğimiz, karakterimiz, dünyaya bakışımız, insanlığımız ve bütün bir halet-i ruhiyemiz açısından bizi nasıl görmek istiyor? Sağlam iman, güzel ibadet, samimi dindarlık hep bu karakterin üzerine bina edilecektir. İnsani değerler açısından Allah'ın istediği gibi olamayan dinî değerler açısından Allah'ın istediği gibi olabilir mi? Allah'ın istediği gibi olmak derken sadece davranışlardan bahsetmiyoruz; aksine davranışlarımızın kaynağı olan düşünce ve duygularımızın Allah'ın istediği gibi olmasından bahsediyoruz. Zihnen ve kalben salim olmayan birinin salim davranışlar gösterebilmesi mümkün mü? Gönlünden geçenlerin aksine davranabilmeyi insan ne kadar sürdürebilir ki? İnsan davranışları üzerine çalışanlar bunun ancak kısa süreli ilişkiler için mümkün olabileceğini söylüyorlar. Hayatımızın asıl kalitesini belirleyen uzun süreli ilişkilerdeyse sürekli rol yapabilmemiz neredeyse imkansız. Hep -mış gibi- yaparak yaşamak insanlardan çok daha önce kendini kandırmak ve kendi biricikliğine ihanet ederek sıradanlaşmaya yol açar. Bütün benliği ile Müslümanlaşamayan birisinin yalnızca görüntü olarak Müslümanlaşması yani bir nevi -mış gibi- yapması hiç yoktan iyi gibi gözükse ve hepten boşvermeye tercih edilecek takdire şayan bir gayret olarak algılanması gerekse de Allah'ın bizden asıl istediğinin bu olmadığı açıktır.

Benlik, kişinin kendisini algılama biçimi, insanın bizzat kendisi hakkındaki kanaatlerinin toplamı ve varoluşuna yönelik değer yargılarının bütünü ise günlük yaşantımızda bize en önemsiz ve basit gelen küçük bir davranışımızın dahi aslında benlik algılayışımız hakkında nasıl önemli ipuçları içerdiğini görebiliriz. Bu açıdan bakmadığımızda önemsiz olan hiçbir şeyin olmadığını yerken, içerken, giyinirken, kazanır-harcarken, alışveriş yaparken, misafir olur ve misafir ağırlarken, çocuklardan bahsederken, para edinirken, dostlarımızı dinler ya da onlara bir şeyler anlatırken, okumak için bir kitap seçerken, birine rastladığımızda yüzümüzdeki ilk ifadeyi takınırken, aslında bunların ve daha fazlasının bizim temel insani yapımızın bariz dışavurumları olduğunu göremeyiz. Karşımızdaki insanın ve hayatın bize davranışını bizim tetiklediğimizi, bizden gelen uyaranı kendi benlik düzeyinde yorumlayarak bize yansıttığını görmek yerine, hep haksızlığa uğradığımızı düşünüp kendimize acıyarak mutlu olmayı seçeriz. Başarısızlığımızın sebepleri arasında bizim dışımızda ve engelleyemeyeceğimiz bir tanesi hep orada bir yerde yeri gelince kullanılmak üzere hazır bekler.

İşte Kur'ân'ın yetiştirmek istediği insan tipi hayatın şartlarını gerekçe göstererek kendi sıradanlığını, başarısızlığını, itilip-kakılmasını ve daha da önemlisi ilkelerine göre bir hayat ortaya koyamamasını mazur gören ve gösteren biri olamaz. Çünkü Kur'ân'ın bize anlattığı kıssalarda olumlanan ve âlemlere örnek olarak sunulan insanlar hemen her zaman bizlerden daha olumsuz toplumsal şartlarla karşılaşmışlar, ama hiç bir zaman o şartların mahkumu olmamışlardır. Hep dönüştüren insanlar olmuşlar; dönüştüremedikleri durumlarda dönüşen olma rahatlığını da seçmemişlerdir.

"Kur'ân neden kıssalar anlatır?" sorusunun cevabını ararken genellikle "örnek sunma" açıklaması çıkar karşımıza. Bu o kadar açık bir sebeptir ki bizi tatmin etmez. İnsan cinsinin hayatının her döneminde müsbet-menfi örnek şahsiyetlerle tanışma ve onları model alma davranışı bugün beşeri ilimlerle azıcık ilgilenen herkesin malumudur. Dahası aklın muktezasıdır.

Kur'ân kıssaları elbette ve kesinlikle insanın bu ihtiyacına cevap verir. Ama bunun da ötesinde Kur'ân, kıssalar anlatarak inşai âyetlerinin insanoğlunun nefsani dürtüleri doğrultusunda yorumlanmasını engeller. Bir konuyu insanlara gerek ders verme, gerek öğüt ve nasihat yoluyla, gerekse de ilmî bir konferans usulüyle sunan kişiler anlattıkları konunun muhatapları tarafından yanlış anlaşılmasını engellemek, daha anlaşılır ve akıllarda kalır hale getirebilmek ya da mevzunun -özellikle ahlaki bir konu ise - yaşanabilirliğini gösterebilmek amacıyla yaşanmış ya da muhayyel örnekler verirler. Bu bir eğitim metodudur. Muhatabımızın zihnindeki şüpheleri bertaraf eder. Aynı zamanda elbette bir model sunmuş olur. Kur'ân kıssaları da aynen bu şekilde Kur'ân'ın kıssalar dışındaki âyetlerinin doğru anlaşılmasını ve hep hazırda bekleyen mazeretler üretme mekanizmasının devre dışı kalmasını sağlar.

Daha bunun gibi sayısız hikmete mebni anlatılan Kur'ân Kıssaları her zaman muhataplarının hayatlarının içinde olmaya devam edecek ve onlara, ötelerden, kişiye özel mesajlar taşımayı sürdürecektir. Elbette onları öyle okumaya niyet edenlere...


Kaynak: SonPeygamber.Info Sitesi

25 Şubat 2009 Çarşamba

Veda Hutbesi...

Veda Haccı'nda Hz.Peygamber'in (sav) Yaptığı Konuşmanın Tam Metni

Allah'a hamd olsun. O'nu över, O'na şükrederiz. O'ndan medet umarız. O'ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O'na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemesinden Al­lah'a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah'tan başka tanrı olma­dığını, ilâhlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlu olduğunu kabul ve tasdik ederim.1

Ey Allah'ın kulları, size Allah'a sığın­manızı, emirlerine yapışmanızı, günahlar­dan arınmanızı, azabından korunmanızı öğütlerim. Size tekrar tekrar, O'na itaati tavsiye ederim. Sözlerime hayırlı olanla, O'nun izni ve yardımıyla başlıyorum.2

Ey insanlar! Ben sizin hepinize, Al­lah'ın; emirlerini tebliğ ile görevlendirdiği, ilahî hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya memur et­tiği tek yetkili Rasûluyum. Beni dinleyin, size bazı açıklamalar yapacağım. Bu yıldan sonra, bir daha burada sizinle buluşup buluşamayacağımı bilemiyorum.3

Ey insanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlü­ğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne ka­dar bu ayınızda, bu beldenizde, bu günü­nüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gi­bi, saygıya ve korunmaya layıktır, doku­nulmazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli kara­ra dayalı cezalar müstesnadır.4

Benim sözlerimi iyi dinleyin ki, izzet ve şerefle huzurlu yaşamaya devam edesiniz. Sakın haksızlık yapmayın ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye alet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. İyice anlatabildim mi?

Allah'ım, Sen de şahit ol.5

Ashabım! Siz Rabbinizin huzuruna vara­caksınız, size işlediğiniz bilinçli amellerin hesabını sorulacak. İyice tebliğ edebildim mi?

Allah'ım, Sen de şahit ol!6

Ey insanlar, Allah'a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin.7

Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, bu emaneti sahibine versin. Size hediye verene hediye ile karşılık verin. Kefil borçlu gibidir. Borcun ödenmesi gerekir.8

Soyunuzdan sopunuzdan medet umarak benim yanıma yaklaşmayın. İşlediğiniz bi­linçli amelleri vesile ederek yanıma gelin. Ben bütün insanlara da, size de aynı şey­leri söylüyorum.9

Cahiliye döneminin faizli alışverişleri kaldırılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fa­izin, Abbas b. Abdilmuttalib'inki olmasını emretmiştir. Ancak ana paralarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilirsiniz, ne de haksız­lığa uğratılacaksınız. Allah, faizli alışverişin yapılmayacağını icrası kesin hüküm haline getirdi. Kaldıracağım ilk faiz amcam Ab­bas b. Abdilmuttalib'in faizli alış verişlerindeki faizdir.10

Ey insanlar! Hangi ayda, hangi günde, hangi ülkede olduğunuzu biliyor musu­nuz?11

(İnsanlar, ‘saygıya layık korunan bir günde, dokunulmazlığı olan ülkede ve bir ayda', dediler.)

Ey insanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğü­nüz, Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunul­mazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara da­yalı cezalar müstesnadır.12

Ashabım! Şunu belirteyim ki, Cahiliye dönemindeki bütün kan, su ve mal dava­ları, kıyamet gününe kadar şu ayaklarımın altındadır.13

Kıyamet gününe kadar Cahiliye döneminde var olan kan da­vaları kaldırılmıştır, Cahiliye döneminde var olan kan davaları kaldırılmıştır, kaldıracağımız ilk kan davası, Âmir (İyâs) b. Rebîa b. el-Hâris b. Abdülmuttalib'in kan davasıdır. O Sa'd b. Leysoğulları'nda süt anneye verilmiş bir çocuktu. Hüzeyl, onu öldürdü.

İyice tebliğ edebildim mi?

(İnsanlar; ‘elbette tebliğ ettin', dediler)

-Allah'ım Sen de şahit ol! Burada bulu­nanlar sözlerimi bulunmayanlara iletsin.14

Kâbe hizmetkarlığı ve hacıların su ihtiya­cını karşılama dışında cahiliye devrinin hükümet görevleri kaldırılmıştır.15

Kasten adam öldürmenin cezası, kısas­tır. Kasten öldürmeye benzeyen cinayet, sopa ve taşla öldürmedir. Diyeti, yüz deve­dir. Kim daha fazlasını isterse, o İslam'ı benimsemeyen Cahiliye dönemini özleyen biridir. En büyük Allah düşmanı, kendisine herhangi bir kastı olmayan birini sebepsiz yere öldürendir, kendisine el kaldırmayana sebepsiz yere vurandır.

İyice tebliğ edebildim? Allah'ım, Sen de şahit ol!16

Ey insanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz.17

Ey insanlar! Şeytan, sizin bu toprakla­rınızda kendisine tapınılmasından ümit kesmiş bulunuyor. Ancak, bunun dışındaki önemsiz gördüğünüz davranışlarda, ara­nızda çıkardığı fitne fesatla sizi birbirinize düşürdüğünde sözünün dinlenmesinden hoşnut olacaktır. Dininizde sebat ederek, dininize sahip çıkarak, şeytanın, şeytan tıynetli ahlaksız azgınların, şeytani düzen­lerin vesvesesinden, daleveresinden kendi­nizi koruyun.18

Ey insanlar, yalan yere Allah'ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır.19

Ey insanlar! Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki düzenli sistemine girerek seyrediyor. Ayların sayısı, on ikidir. Dört tanesi, savaşın haram olduğu aylar­dır. Bunlardan üçü birbiri peşinden gelir. Biri tektir. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Mu­harrem ve Cumade'l-ahire ile Şaban ara­sındaki Mudar kabilesinin adını koyduğu ay Recep'tir.

Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı gün, Levh-i Mahfuz'da tesbit ettiği kayıtlarda, Allah katında, ayların sayısı on ikidir. On iki aydan dördü savaşın haram olduğu ay­lardır. İşte bu haram aylarla ilgili hüküm, insanlığı, insani değerleri ve düzeni ayakta tutan dinin, medeniyetin, zamanla değiş­meyen tabii hukuk kurallarını içeren şe­riatın hükmüdür. Bu aylarla ilgili Allah'ın koyduğu yasakları çiğneyerek kendinize, birbirinize zulmetmeyin.

İlahlığında, otoritesinde, mülkünde, ta­sarruflarında, Allah'a ortak koşan müşrik­ler nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın. Bilin ki, Allah kendisine sığınıp, emirlerine ya­pışarak günahlardan arınıp, azaptan koru­nanlarla, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görev­lerinin bilincinde olan müminlerle, müttakilerle beraberdir.

Saldırmazlığın gelenek haline geldiği, Al­lah'ın savaşı haram kıldığı ayları erteleyerek, yerlerini değiştirerek, on iki aya ay ilave ederek, hileli takvim düzenlemek, ke­sinlikle Allah'ın sene ve aylarla ilgili koy­duğu hükmü inkarda ileri gitmektir. Kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Al­lah'a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkarda ısrar edenlerin, kafirlerin, bu yüzden hak yol­dan uzaklaşmalarının, dalaleti tercihlerinin önü açılır. Erteleyerek, değiştirerek ilave ettikleri aydaki savaşları, bir yıl helal ve meşru, bir yıl haram sayarlar. Allah'ın ha­ram kıldığının sayısına uydursunlar da, Al­lah'ın haram kıldığını helal ve meşru kılsın­lar, isterler. Onların bilinçli kötü amelleri kendilerine süslenip güzel gösterilmiştir. Allah kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah'a iman, kulluk ve sorumlu­luk bilincini şuur altına iterek örtbas edip, küfürde, nankörlükte ısrar eden bir kavme doğru yolu gösterme lütfunda bulunmaya­cak, başarı nasip etmeyecektir. (Tevbe, 9/ 36-37).

Onlar bir yıl, Safer ayını helal sayıyorlar, bir yıl Muharrem'i haram sayıyorlardı. Nesî (yıla ekleme), işte budur. Allah'ım, Sen de şahit ol!.20

Ey insanlar! Kadınlarınızın sizler üze­rinde hakları, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Sizin onlardaki hakkınız, minderinize sizden başkasını oturtmama­ları, meşru tavsiyelerinizde size karşı çık­mamaları, hoşlanmadığınız kişileri izniniz olmadan eve sokmamaları, kötü söz söyle­memeleri kötü fiil ve davranışta bulunma­malarıdır. Şayet bunları yaparlarsa, Allah onları engellemenize, sıkıştırmanıza yatak­larında tek başlarına bırakmanıza ve hafif­çe, incitmeden vurmanıza izin vermiştir. Bun­lardan vazgeçer ve size itaat ederlerse, meşru, örfe uygun ölçüler içerisinde rızıklarını ve giyimlerini sağlama sorumluluğunuz var. Kadınların iyiliğini isteyin, durum­larının iyileşmesi için çaba sarfedin. Çünkü onlar müşterek hayatın gereği kendileri adına bir şey yapma gücüne ve imkanına sahip olmayan, sizinle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan hayat arkadaşlarınızdır. Siz onları Allah'ın emaneti olarak aldı­nız. Allah'ın emri ve hükmüyle onlarla iliş­kiyi helal edindiniz. Eğer haklarını ararlar, sorumluluklarına riayet ederlerse onlara tavır takınmanıza, cezalandırmaya hakkı­nız yoktur. Onların serkeşliğinden ve şid­dete başvurmasından endişe ederseniz, onlara öğüt verin ve yataklarınızı ayırın. Aşırı gitmeden hafifçe vurun. Onların yi­yeceği ve giyimi konusunda cömertçe her türlü iyilik ve ihsanda bulunmanız, onların haklarıdır. Kadınların haklarına riayet ko­nusunda Allah'ın emirlerine yapışın, aza­bından korunun, onların iyiliğini isteyin, durumlarının iyileşmesi için çaba sarfedin. Hanımlarınız, sizlerin izni ve bilgisi olmadıkça, evinizin mali imkanlarını cömertçe harcamasınlar. Sözlerimi iyice anlayarak hatırınızda tutun.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol!21

Ey insanlar! Meşru şekilde sahip oldu­ğunuz, üzerlerinde meşru haklarınız ve düzgün insani ilişkileriniz olan köle ve ca­riyelerinize, iş akdiyle bağlı işçilerinize ha­yırla muameleyi size tavsiye ederim. Sof­ranızda bulunanları ölçü alarak onların ka­rınlarını doyurmanızı, giydiklerinizi ölçü alarak onların giyimlerini sağlamanızı tav­siye ederim. Affetmeyi düşünmediğiniz bir suç işledikleri takdirde aranızda aynı cins­ten suç işleyenlere uyguladığınız cezaları ölçü alınız. Onlara işkence etmeyiniz, onları cezalandırmayınız.!.22

Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin, iyi muhakeme edin. Bütün ırklara mensup Müslümanların, Müslümanların kardeşi ol­duğunu bilin. Bütün müminler kardeştir. Kimseye, gönül rızası olmadıkça, kardeşi­nin malı helal değildir. Sakın haksızlık etmesin, hile yapmasın, haince davranma­sın.

Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.

Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir.

Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir.

Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah'a itaat yolunda nefsiyle mücadele eden kişidir.

Bu günün dokunulmazlığı gibi, müminin mümine zarar vermesi haramdır. Etini yeme mesabesinde olan müminin mümini gıybeti de haramdır. Namus ve haysiyetine zarar vermesi de haramdır. Müminin yü­züne tokat vurmak da mümine haramdır. Onu itip kakarak incitmesi de haramdır.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol!23

Ey insanlar! Yeryüzü Allah ve Rasûlune aittir. İnsanlar, 'Allah'tan başka ilah yok­tur' deyip, benim Allah'ın Rasulu olduğu­mu kabul edinceye kadar, insanlarla mücadele etmem, savaşmam emredildi. İn­sanlar kelime-i tevhidi söyleyince, kan­larını, canlarını ve mallarını korumuş olur­lar. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır. Ahiretteki hesapları ise Allah'a aittir. Kendinize, birbirinize haksızlık etmeyin!24

Ey müminler, benden sonra küfre dön­meyin, birbirinin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin. Size, sımsıkı sarıldığınız sürece asla hak yoldan uzaklaşmayacağınız apaçık dinî, ilmî, idari, siyasi kuralları içe­ren Allah'ın kitabı Kur'ân'ı ve Rasûlu'nun sünnetini bıraktım. Bunlarla amel ediniz, davranışlarınıza Kur'ân ve sünneti yan­sıtınız. Bir de soyumdan yakınlarımı, Ehl-i beytimi bıraktım.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol!25

Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız bir­dir. İslam'da insanlar eşittir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem de toprak­tan yaratıldı. Allah katında en değerliniz, en çok Allah'a sığınanız, emirlerine yapışa­nınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanızdır. Bir Arab'ın, Arap olmaya­na, bir başkasının Arab'a, bir siyahın bir kızılderiliye, bir kızılderilinin bir siyaha, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yok­tur.

"Ey iman edenler, biz sizi bir erkekle bir kadından, bir asıldan yarattık. Birbirinizle tanışmanız, işlerinizi tedbirle idare etme­niz, karşılıklı olarak, İslami kurallarla örtüşen milletlerarası teamüllere uymanız, yardımlaşmanız, kültür ve medeniyet alış­verişinde bulunmanız, birbirinize iyiliği tav­siye etmeniz için, sizi milletler ve kabileler haline getirdik. Allah yanında en değerli­niz, en üstününüz, en çok Allah'a sığınanı­nız, emirlerine yapışanınız, en çok günah­lardan arınıp azaptan korunanız, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgür­lüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davrana­nınız, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanınızdır. Allah her şeyi bilir, gizli-açık her şeyden haberdardır." (Hucurat, 49/13.)26

Ey insanlar! Görünürdeki organları kesil­miş bir Habeşli bile başınıza getirilse, size Allah'ın kitabındaki hükümleri uyguladığı sürece, dinleyin ve itaat edin.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol!27

(İnsanlar, ‘evet' dediler)

Burada bulunanlar, sözlerimi bulun­mayanlara iletsinler.

Ey insanlar! İyi dinleyin! Bütün peygam­berlerin daveti geçmişte kalmış, görevleri sona ermiştir. Yalnızca benim davetim ve görevim devam etmektedir. Ben insanların ihtiyacı sebebiyle Rabbimin katında davetimi, görevimi kıyamet gününe kadar muhafaza ettim. Ben önceki ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Beni mahcup etmeyin, yüzümü kara çıkarma­yın.28

İyi dinleyin, bir kısım insanlar için elim­den bir şey gelmezken bir kısmını kurtaracağım. Ya Rabbi ashabım, diyeceğim. Ba­na, ‘Senden sonra din adına neler icat et­tiklerini bilmiyorsun', buyuracak. Ben cen­netteki havuz başında sizi bekleyen öncünüzüm.29

Ey insanlar! Allah, her hak sahibinin hakkını, her varisin, mirastaki payını belirlemiştir. Varise vasiyet yapılamaz. Vasiyet terekenin üçte birini de geçemez. Çocuk meşru eşe aittir. Zina edenin hak sahipliği söz konusu değildir. Hamisinin, amirinin, ortağının, işvereninin, efendisinin sağladı­ğı imkanlara nankörce davranan, Allah'ın Muhammed'e indirdiği Kur'ân'ı inkar edi­yor demektir. Babasından başkasına men­subiyet öne süren veya efendisinden başkasını veli edinen, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Böylesinin ne azabı geri çevrilir, ne ceza yeri­ne fidye alınır.30

Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir. Hacdaki amelleri, dav­ranışları benden öğrenin. Bu seneden sonra bir daha haccedip edemeyeceğimi bile­miyorum. Bu öğütlerimi burada bulunan­lar bulunmayanlara ulaştırsın. Öğütlerimin ulaştırıldığı bazı kimseler burada dinleyenlerden daha iyi anlayarak, daha iyi mu­hafaza edebilirler, nice kimseler uygulaya­rak daha mutlu olabilirler.31

Ey insanlar! Allah sözlerimi işitip de bel­leyene, rahmetini merhametini ihsan et­sin. Allah yüzünü ağartsın. Mana yüklü sözlerimi anlamadan ezberleyen birçok in­san var. Derin manalar içeren sözlerimi bilen birçok insan, kendisinden daha yük­sek anlayış sahiplerine bu sözlerimi ulaş­tırsın. Üç vasfa, üç davranışa sahip olan;

-Samimiyetle Allah rızası için dinî görev­lerini yerine getiren,

-Müslüman idarecilere samimi davranan ve itaat eden,

-İslam toplumunun birliğini ve bütünlüğü­nü koruyan müminlerin İslam'a hıyanet etmeyeceğini, kalplerinden İslam'ı atma­yacağını bilin.

Bütün müminler gelecek nesilleri, İslam ile şereflenmemiş insanları İslam'a davet ederek İslam'ı tebliğ ve davet görevini yeri­ne getirmelidirler.32

Benim dışımda benden sonra peygam­ber görevlendirilmeyecektir. Sizin dışınız­da ümmet de olmayacaktır. Rabbinizi ilah tanıyın, candan Müslümanlar olarak Rabbinize teslim olun, saygıyla Rabbinize kulluk ve ibadet edin. Rabbinizin şeriatine boyun eğin, adabına, erkanına riayet ederek beş vakit namazı aksatmadan aşikare kılın. Vicdanı, serveti, sosyal bünyeyi arındıran, berekete vesile olan zekatı verin. Ramazan orucunu tutun. Yöneticilerinize itaat edin ki Rabbinizin cennetine giresiniz.33

Ey insanlar! Yarın Beni size soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yeri­ne getirdim mi? Vazifemi yaptım mı?

(Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz' dediler).

-Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi...

Size selam ve selamet diliyorum, Al­lah'ın rahmet ve bereket ihsanını niyaz ediyorum.34

(Sonra insanlara veda etti. Bunun üzerine insan­lar, ‘bu veda haccı' dediler)


http://www.sonpeygamber.info/tr/tr/mucizeleri-ve-daveti/veda-hutbesi-tam-metin.html

11 Şubat 2009 Çarşamba

İyilik Üzerine Hadisler...


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Safvan İbnu Süleym
Hadis : Hz. Peygamber (sav) buyurdu ki: "Dul ve kimsesizler için çalışan, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri oruç tutup geceleri de ibadet eden kimse gibidir"
HadisNo : 184


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Amr İbnu`l-As
Hadis : Resulullah (sav) buyurdu ki: "Kırk iyilik vardır. En üstünü sağmal keçi bağışlamaktır. Bu iyiliklerden birini, sevab ümid ederek ve vadedilen mükafatı tasdik ederek yapan kimseyi Allah mutlaka, bu ameli sebebiyle, cennete koyar." Ravilerden biri (Hassan) diyor ki: "Keçi bağışı dışındaki amelleri saydık: Verilen selamı almak, hapşırana yerhamukallah demek, yoldan rahatsızlık veren şeyi temizlemek vs. gibi, fakat on beşe bile ulaşamadık"
HadisNo : 185


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Ebu Musa
Hadis : Resulullah (sav) "Her Müslümanın sadaka vermesi gerekir" buyurdu. Kendisine: "Ya bulamayan olursa?" diye soruldu. "Eliyle, çalışır, hem şahsı için harcar hem de tasadduk eder" cevabını verdi. "Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu "Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder" dedi. "Buna da gücü yetmezse?" dendi. "Ma`rufu veya hayrı emreder" dedi. "Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca: "Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkor. Zira bu da bir sadakadır" buyurdu.
HadisNo : 186


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Ebu Hüreyre
Hadis : Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Güneşin doğduğu her yeni günde kişiye, her bir mafsalı için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişi arasında adalet yapman bir sadakadır. Kişiye hayvanım yüklerken yardım etmen bir sadakadır. Güzel söz sadakadır, namaza gitmek üzere attığın her adım sadakadır. Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldınp atman sadakadır.
HadisNo : 187


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Hakim ibnu Hizam
Hadis : "Ey Allah`ın Rasulü", dedim, "cahiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Dua, köle azad etme, sadaka vermek gibi, bana bunlardan bir sevab gelecek mi?" "Sen" dedi, "zaten,daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına Müslüman olmuşsun."
HadisNo : 188


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Aişe
Hadis : Dedim ki "Ey Allah`ın Resulü, İbnu Cüd`an cahiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi, o bundan fayda görecek mi?" Resulullah (sav) şu cevabı verdi: "(Hayır) iyiliklerin ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile "Ya Rabbi kıyamet günü günahlarımı bağışla" dememiştir."
HadisNo : 189


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Ebu Zerr
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Yapılan hayırdan (ma`ruf) hiçbir şeyi küçük bulup hakir görme, kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa (bunu ehemmiyetsiz görüp ihmal etme)"
HadisNo : 190


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Huzeyfe
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Her bir ma`ruf sadakadır" (Bu hadisi Tirmizi, Hz. Cabir (ra)`den şu ziyade ile rivayet etti: "Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin kabına su vermen de birer ma`rufdur")
HadisNo : 191


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Adiy İbnu Hatim
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Sizden herkese Rabbi, aralarında bir tercüman olmaksızın, doğrudan doğruya hitab edecektir. Kişi o zaman (ateşe karşı bir kurtuluş yolu bulmak üzere sağına bakar, hayatta iken gönderdiği (hayır) amellerden başka birşey göremez. Soluna bakar, orada da hayatta iken işlediği (kötü) amellerden başka birşey göremez. Ön cihetine bakar, Karşısında (kendini beklemekte olan) ateşi görür, (Ey bu dehşetli güne inanan mü`minler!) yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun. Bunu da bulamazsanız güzel bir sözle koruyun"
HadisNo : 192


Fasil : BİRR (EBEVEYNE İYİLİK) BÖLÜMÜ
Konu : İyilik Üzerine Müteferrik Hadisler
Ravi : Ebu Hüreyre
Hadis : Bilin ki, bir ev halkına, sütünden ve yününden istifade etmeleri için, akşam ve sabah bol süt veren devesini geçici olarak bağışlayan kimsenin ecri cidden büyüktür."
HadisNo : 193


Kaynak: ihya.org

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı