15 Mayıs 2009 Cuma

Kainat Kitabını Okumak...

Seyyid Hüseyin Nasr
George Washington Üniv.
Zafer Dergisi


Müslümanların tabiata bakışı nasıl olmalı?
KÂİNATI veya ontolojik Kur’ân’ı referans alan Kur’ân’ın kozmik boyutu (el-Kur’ân’üt-Tekvînî) metinden veya “yazılı” Kur’ân’dan (el-Kur’ân’üt-Tedvînî) farklı ve onun tamamlayıcısı olarak yüzyıllar boyunca çoğu Müslüman bilge tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Kozmik Kur’ân’ı oluşturan her bir yaratığın yüzünde, ancak bilgelerin okuyabileceği harfler ve kelimelerin yazılı olduğunu görmüşlerdir. Kur’ân’ın tabiat olgusu ve insanoğlunun ruhunun derinliklerindeki hadiselerin her ikisine birden atıfta bulunduğu gerçeğinin tamamıyla farkında olarak bunları âyet (kelime anlamıyla işaret veya semboller) olarak nitelemişlerdir. Bu terim, aynı zamanda Kur’ân’ın metni için de kullanılmıştır. Kozmik kitabı, bölümlerini ve âyetlerini okumuşlar ve tabiat olgusunu tabiat kitabının Müellif’inin Kendi Hikmet’ini ifşa eden “işaretleri” olarak görmüşlerdir. Onlar için tabiatın aldığı şekiller Allah’ın âyetleridir. Bu, Francis Bacon’un da ifade ettiği gibi, şekillerini tefekkür ederek hikmet elde etmek ve hazzını yaşamak yerine tabiata hükmetmek ve “onu tahrip etmek” için bir bilim oluşturulmasından önce geleneksel Batı’da da kesinlikle bilinen bir kavramdır. Kur’ân tabiatı nihai anlamda Allah’ı hem perdeleyen hem de ifşâ eden bir tecelli olarak tasvir eder. Tabiatın şekilleri, farklı İlahî sıfatları gizleyen ve aynı zamanda da aynı sıfatları, kalp gözü egosunun hırsı ile körleşmemiş ve ihtiraslı ruhun benmerkezci eğilimleri ile perdelenmemiş olanlara ifşa eden çok sayıdaki maskelerdir.

Daha derin bir anlamda, İslamî bakış açısına göre Allah’ın bizzat Kendisi’nin bizim etrafımızı saran ve kuşatan “nihai çevre” olduğu iddia edilebilir. Kur’ân’da, “Göklerde ve yerdekiler Allah’a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (4: 126) âyetinde olduğu gibi Allah’ın her şeyi kuşatan (Muhît) olarak anlatılması son derece önemlidir ve muhît terimi aynı zamanda çevre anlamına da gelir. Gerçekte, insan İlâhî muhîte dalmıştır ve sadece kendi unutkanlığı ve gafleti nedeniyle onun farkında değildir. Ruhu kaplayan bu günahtan ancak hatırlamakla (zikir ile) kurtulunabilinir. Allah’ı hatırlamak, her yerde O’nu görmek ve bir muhît olarak O’nun gerçeğini tecrübe etmektir. Aslında çevre krizine, insanın Allah’ı kendisini kuşatan ve hayatını destekleyen gerçek çevre olarak görmeyi reddetmesi nedeniyle yol açıldığı söylenebilir. Tabii çevrenin tahrip edilmesi tabiatı, İlâhî Çevre ile alakasını kesmiş ontolojik açıdan bağımsız bir gerçekler düzeni olarak görmenin sonucudur. Oysa İlâhî Çevre’nin olmayışı onu bütün zarafetinden uzaklaştırır, nefesi kesilmiş bir hale girer ve sararıp solar. Allah’ı el-Muhît olarak hatırlamak, şu halde, tabiatın kutsallığını, tabiatın Allah’ın işaretleri olduğunu hatırlamak demektir. Bu açıdan bakıldığında, İlâhî Varlık’ın, tabii çevreye her an nüfuz ettiği görülür. Aslında, nihaî anlamda çevre, bu dünyanın ötesinde, geldiğimiz yerden döneceğimiz yere kadar bizi kuşatan her şeydir.

Tabii çevre hakkındaki İslâmî bakış açısı, insan ve tabii çevre denilen şey ile bunu kuşatan ve nüfuz eden İlâhî Çevre arasındaki ayrılmaz ve sürekli ilişki üzerine kurulmuştur. Kur’ân birçok âyette zahir olan ve olmayan dünyalardan söz eder (alemü’l-gayb ve’ş-şehâde). Görünen (zahirî) dünya bağımsız bir gerçeklikler sistemi değil; fakat çok daha büyük olan, onu aşan ve ona kaynaklık eden bir dünyanın görünen tarafıdır. Görünen dünya, karanlık bir çöl gecesinde kamp ateşi etrafında görülebilen şey mesabesindedir. Görünen şey kademeli olarak kendisini kuşatan uçsuz bucaksız görünmeyenin içine çekilir ki, gerçek çevre işte budur. Görünmeyen, bir toz zerresi mesabesindeki görünene kıyasla sadece sonsuz bir okyanus olmakla kalmaz, aynı zamanda bizzat görünenin içine de nüfuz eder. Bu şekilde, görünen nizamın başlangıçta kaynağı (el-mebde’) ve daha sonra akıbeti ve sonu (el-me’âd) olarak İlâhî Çevre, Ruh, tabii dünyaya ve normal insanın muhîtine nüfuz eder, onu geliştirir ve sürdürür.

Tabiat, Allah’ın hikmetini kazanma vasıtası
İSLÂM’DAKİ tabiat ve tabii çevre sevgisi, Allah’ın hikmetini kazanmak için bir vasıta olarak görülmediği anlamına gelmez. Tam aksine, İslâm sanatının da göstermeye çalıştığı gibi, Müslümanlar tabiata tam da Allah’a yakınlaştırmada bir araç olduğu veçhiyle sevmişler ve değer vermişlerdir. Bunu anlamanın yolu, Kur’ân’ın “Her nereye dönerseniz Allah’ın veçhesi orasıdır” (2: 115) âyetini tam olarak anlamaktan geçer.

Tabiat ve çevreyle ilgili İslâmî öğretiler İslâm’ın insanlık anlayışını incelemeden tam olarak anlaşılamaz. Farklı dinî geleneklerde genellikle tabiatın emanetçisi olarak görülmüş olan insan, artık modern medeniyet sayesinde sahip olduğu rolü değiştirerek onun tahripçisi haline gelmiştir. Cennet’ten kovulmuş olarak dünyada uyum içerisinde yaşayan bir varlık olmaktan çıkan insan, kendisini aşağıdan yukarıya yükselmiş olan bir yaratık olarak görerek tabiatın en acımasız yağmacısı ve tahripçisi haline gelmiştir. İslâm, insanı yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görür ve Kur’ân bunu açık bir şekilde üstüne basarak ifade eder: “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım.” (2: 30) Dahası, halifenin özelliği, Allah’a kulluk (ubudiyet) ile tamamlanmıştır. İnsan Allah’ın kuludur (Abdullah) ve buna uygun şekilde O’na itaat etmelidir. Allah’ın kulu olarak, Allah’a ve O’nun emirlerine karşı pasif ve üstündeki dünyadan kendisine gelen rahmet karşısında alıcı olmalıdır. Allah’ın halifesi olarak dünyada aktif olmalı, kozmik uyumu gerçekleştirmeli ve dünyevî hiyerarşide merkezî yaratık olmasının sonucu olarak aracı olması istenen yere rahmeti yaymalıdır.

Allah’ın dünyayı muhafaza edip koruduğu gibi, aynı yoldan insanoğlu da O’nun halifesi olarak merkezî konumda bulunduğu muhiti koruyup kollamalıdır. İnsan, Kur’ân’daki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim [demişti de] evet, [Sen bizim Rabbimizsin] şahidiz demişlerdi.” (7:172) şeklindeki meşhur âyette de işaret edildiği gibi, ezelde Allah’ın rububiyetine şehadet ederken verdiği misakın gereği olarak kabullendiği bu emanete hıyanet etmeksizin tabiatın korunmasını göz ardı edemez.

İnsan olmak demek, halife olma halinin gerektirdiği ve hepimizin omuzlarına yüklediği sorumluluğun farkında olmak demektir. Hatta Kur’ân’da “Görmedin mi yeryüzündekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize verdi.” (12: 65) âyetinde olduğu gibi, Allah’ın tabiatın insanın emrine musahhar kılınmasına müsaade ettiği belirtilirken bile, bu durum, modern bilimin insana ihsan ettiği güce susamış olan çoğu modern Müslüman tarafından da iddia edildiği gibi, tabiatın rastgele fethi anlamına gelmemektedir. Daha çok Allah’ın kanunlarına uygun şekilde olmak koşuluyla tabiata hakim olmayı ifade eder ve insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu için Allah’ın yaratıklarını gözetme gücü ve sorumluluğu hassaten ona verilmiştir.

Nihâyetinde sadece bir mahluk olan, bu dünya hayatında bir yolcu olarak bulunan ve ölüm anında Allah’a dönecek olan insana kendisine değil, yalnızca Allah’a ait olan bir güç verilmiştir. Bu gücü Allah’ın ve O’nun yaratıklarının huzurunda sorumsuz bir şekilde kullanmak, dünyada tahribata yol açmak ve nihâyetinde kişisel olarak intihara kadar götüren ekolojik bir cinâyet işlemek olacaktır.

Ekolojik cinâyet ve sorumluluğumuz
TABİİ çevre için hiçbir şey, sahip olduğu hilafet yetkisini Allah’a kulluğu, emirlerine ve kanunlarına uymayı ve O’nun yarattıklarını gözetmeyi kabul etmeyen insanlar tarafından kullanılmasından daha tehlikeli değildir. Yeryüzünde kendisini artık Allah’ın kulu olarak görmeyen ve bu nedenle kendisinin dışında herhangi bir otoriteye sorumlu olma ve sadakat borcu duyma konumunda görmeyen bir halifeden daha tehlikeli bir yaratık yoktur. Böyle bir yaratık “Şeytan Allah’ı taklit eder” ifadesindeki gibi, tamamen şeytanî olan gücünü tahribat için kullanabilir; en azından kısa bir dönem için böyle bir güce sahip olması ve Allah’ın bütün yarattıkları üzerinde gösterdiği ihtimama hasredilmiş olan bu hakimiyeti kullanması, evrenin can damarlarını işleten bu sevgiden mahrum olduğu için bu tip bir insanın dünya üzerinde tanrısal; fakat tahripkar bir hakimiyetine yol açar.

Müslümanların Allah’ın yaratıklarını korumak uğruna, Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, Konfüçyanlar ve diğer dinlerin tabilerinin yanında, çevreye önem verenlerle ortak çabalara girmeleri gerekir. Müslümanlar sözde teknolojik düzenlemelerin çevresel krizleri çözeceği savını körü körüne savunmayan herkesle işbirliği yapabilmelidir. Şu veya bu sebeple tabii dünyaya sevgi gösterenlerin tamamı, üzerinde yaşadığımız gezegeni tahrip edenlerin insan ihtiyaçlarını (ki insan ihtiyaçları onların dediği gibi asla sınırsız değildir) tatmin etmek adına kör bir tüketim gösterisini sürdürme ahmaklığından kurtarmak için bir araya gelerek elbirliğiyle çalışmalıdırlar.

8 Mayıs 2009 Cuma

Anne-Babaya Hürmet

Anne-baba, insanın en başta hürmet edeceği kudsî iki varlıktır. Onlara hürmette kusur eden, Hakk'a karşı gelmiş olur. Onları hırpalayan er-geç hırpalanmaya maruz kalır. İnsan daha küçük bir canlı olarak var olmaya başladığı andan itibaren hep anne-babanın omuzlarında ve onlara bir yük olarak gelişir. Bu konuda ne peder ve validenin çocuklarına karşı olan şefkatlerinin derinliğini tayine, ne de çektikleri sıkıntıların sınırını tesbite imkân vardır.


Anne-babanın kadrini bilip, onları Hakk'ın rahmetine ulaşmaya vesile sayanlar, bu dünyada da öte dünyada da en talihlilerdendir. Onların varlıklarını istiskal edip, hayatlarına karşı bıkkınlık gösterenler ise, sürüm sürüm olmaya namzet bir kısım bedbahtlardır.

İnsan anne-babasına karşı hürmeti nisbetinde, Yaratıcısına karşı da hürmetkâr sayılır. Onlara hürmeti olmayanların Allah'a da hürmet ve saygısı yoktur. Günümüzde, ne garip tecellilerdendir ki, sadece Allah'a karşı saygısız olanlar değil, O'nu sevdiğini iddia edenler de anne-babalarına isyandan geri kalmamaktadırlar.

Özellikle anneler, dünyada ukba eksenli varlıklardır. Hilkatteki rol ve istihdamları ile elde ettikleri mükâfatları, çektikleri zorluk ve sıkıntılarıyla gördükleri karşılık arasındaki orantısızlık bu gerçeğin en açık delilidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için uzun boylu araştırmaya da gerek yoktur. Onların bir ömür neler ekip neler biçtiklerine, neler çekip neler bulduklarına göz atmak yeterlidir.
İslâm aileye ve onun temel iki direği olan anne-babaya çok önem vermiş, sağlam ailelerden oluşan toplumun sağlıklı olacağını ifade ederek bu konuda birçok önemli prensip vazetmiştir. Allah hakkından sonra anne-baba hakkı zikredildiği gibi, cennet de annelerin ayakları altına serilmiştir.

Cenab-ı Hakk şöyle ferman ediyor: "De ki: "Gelin, Rabb'inizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin."(En'am, 6/151) "Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması sütten kesilmesi otuz ay sürdü."(Ahkaf, 46/15) "Bana ve ana babana şükret, dönüş banadır."(Lokman, 31/14)
Bir insanın en yakını anne-babasıdır. Her iyilikte olduğu gibi, dualarımızda da önceliğin onlara verilmesi gerektiğini Kur'ân şu ifadelerle belirtiyor: "Ey Rabbim! Amellerin hesap olunacağı gün, beni, anne-babamı ve mü'minleri bağışla!"(İbrahim, 14/41) Demek ki, önce insanın kendisi, sonra anne-babası geliyor. Zaten bu husus insan olmanın, insanî duygularla bezenmenin bir ifadesidir. Aslında insan olan bir insan en yakın daireden en uzak daireye uzanan çizgide derecelerine göre diğer insanların dertleriyle dertlenir, sevinçlerinden sevinç duyar. Diğer bir nokta da şudur: Nasıl bir insanın anne-babası hakkında yaptığı istiğfar makbul ise, öyle de insanın anne-babasının mazhar olduğu nimetler adına şükrü de geçerlidir. Yani bir insan anne-babasına gerçek anlamda evlatlık yapmadıysa, geride onun yapacağı şey şudur: Dilini onlar hesabına hayırda kullanmak... "Allah'ım! Hamdim, tesbihim, tehlilim, istiğfarım onlara raci olsun."demek bu türdendir. Nitekim Hz. Süleyman, şöyle derken bunu yapanlardan olduğunu göstermiştir: "Rabbim, beni, gerek bana, gerek anne-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl."(Neml, 27/19)

Bir başka ayette şu ifadeler bulunuyor: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi yaşlanırsa, kendilerine "öf!"bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara şefkat, tevâzu ile kol kanat ger ve şöyle diyerek dua et "Ya Rabbi! Küçüklüğümde onlar beni nasıl özenle yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!"(İsra, 7/23-24)

Bu ayetleri Üstad Bediüzzaman şöyle tefsir etmektedir:"Ey hanesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor. Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş her bir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.

İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl! Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Ey derd-i maişetle mübtelâ olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme: "Maişetim dardır, idare edemiyorum."Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dîk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kat'î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum. Şu sözüme kanaat et. Kasem ederim şu hakikat gayet kat'îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli. Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil insanlara yükletmez. "Şüphesiz rızık veren sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."(Zariyat, 51/58) "Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizlerin de onların da rızkını veren Allah'tır."(Ankebut, 29/60) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-ı kerimaneyi söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kerre de fazla kalırdı. İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti."sırrıyla, ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. "Ceza, yapılan hatanın cinsinden olur."sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seri-üt teessür kalblerini rencide etmek ile "hem dünyada hem de ahirette zarar ettiler"sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli. "Cennet anaların ayakları altındadır."diyen Yüce Nebiye salat ve selâm olsun."

Konuyla ilgili birçok hadis-i şerif de bulunmaktadır. Bir iki tanesini kaydetmekle yetiniyoruz.

Peygamber Efendimiz bir gün: "Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!"dedi. "Kime yazıklar olsun"denilince şu cevabı verdi: "Anne- babasının ikisi veya biri yanında yaşlandığı halde cennete giremeyen!""Allah'ın rızası, babanın rızasındadır. Allah'ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğindedir.""Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen onu terk et dilersen muhafaza et."

Ölümlerinden sonra anne-babanın kalan haklarını Efendimiz şöyle dile getiriyor: "Onlara dua, günahlarının affı için Allah'tan istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, onlar vasıtasıyla akraba olanlarla sıla-i rahmi yerine getirmek ve dostlarına ikramda bulunmak."

Kaynak: Hikmet.Net Sitesi

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı