2 Mayıs 2008 Cuma

İnsan ilişkilerinde ‘sınır’ meselesi

Ömer Baldık
Zafer Dergisi

YABANCI filmlerde çokça tekrarlanan bir sahne vardır: Ailenin küçük çocuğu bir sebepten üzülür ve ağlayarak hızla kendi odasına koşar ve kapıyı ‘pat’ diye çarpar. Bir süre sonra anne ya da baba çocuğun peşinden gider, kapıyı hafifçe tıklatır ve içeriye girmek için izin ister. Eğer çocuk izin verirse içeri girer, onunla konuşur ve teselli eder. İzin vermediğinde ise döner ve eşine “Biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var herhalde” diyerek, beraber anlayışlı bir bekleyişe girerler...

Kimbilir kaç yabancı filmde görmüş olsak da, bizim kültürel olarak pek özdeşlik kuramadığımız bir sahnedir bu. Bizdeki ‘baba prototipi’nin bırakın çocuğunun odasının kapısını çalmasını, çocuğuna ayrı bir oda düşünmesi bile yeni yeni gündeme gelen bir konu. Bizim babalarımız muhtemelen aynı sahnede şöyle derdi: “Kendi çocuğumun odasına da izinle mi gireceğim? Zaten akşama kadar patronun kapısını çalmaktan perişan oluyorum!”

İkinci cümleyi sadece komiklik olsun diye değil, başka bir gerçeğe işaret etmek için yazdım. Evet, bizim muhayyilemizde de ilişkide ‘fiziksel sınır’ kavramı var aslında. Ama bizdeki farklı bir çerçevede, daha doğrusu ilkesiz bir çerçeveye sahip. Patron-işçi ilişkisinde veya kamu kurumlarında görüleceği gibi, genelde güç ilişkileri içinde ve mecburiyet dahilinde ortaya çıkan bir ‘sınır’ bu; yoksa saygıdan ve hakseverlikten değil. Baba-oğul ilişkisinde bile aynı güç ya da ataerkil ilişki mantığını görmek mümkündür. Öyle ki baba oğlunun kendisine sınır koymasına ya da böyle bir sınırın lüzumuna anlam veremez, ama kendisi pekâlâ sınırlar koyar: “Oğlum kaç kere söyleyeceğim gazete okurken beni rahatsız etme (benim sınırımı ihlal etme) diye.”

Bizim kültürümüzle kıyasladığımızda genelde Batıda insan ilişkilerindeki sınırlar daha mesafeli, demokratik ve intizamlı gözüküyor. ‘Mesafe’ konusunu sonraya bırakarak, ‘demokratik’ ve ‘intizamlı’ sıfatları üzerinde biraz duralım.

Demokrasi hususunda benim katıldığım görüş, demokrasinin bir fazilet rejimi olmadığı yönünde olanıdır. Bu görüşe göre, demokrasi Avrupa ülkelerinde “Ben ötekinin hakkına saygılı olmalıyım” şeklinde naif bir hakseverlik ve adalet duygusundan doğmadı. Tam aksine, iki büyük dünya savaşını müteakiben, “Ben kendi haklarım için başkalarının haklarına saygılı olmalıyım” düşüncesinden doğdu. Buna da bir fazilet değil, olsa olsa menfaati korumaya yönelik aklî bir çıkarım denebilir.

Avrupa’da aslına bakarsanız sınırlar hep böyle çizilmiştir: Bir tür menfaat anlayışı ve onun getirdiği bir ‘gerilim’ eşliğinde. Kişi düzeyinde de, ülke düzeyinde de bu böyledir. Buna göre merkezde kendi meşruiyetini kendinden alan bir ‘ego’ vardır ve bu ego ya da benlik, diğer benliklerle gerilimli bir mücadele içindedir. Avrupa’da dünya savaşları sırasında olan, benlikler arasında yaşanan bir üstün gelme mücadelesinden başka neydi ki?

Savaş sonrası olan ise, birbirine üstün gelemeyen benliklerin bunu kabullenmesiydi: “Madem yenişemiyoruz; bari birbirimize sıkıntı vermeyeceğimiz bir ilkede (demokrasi) uzlaşalım.” Açıkçası, Avrupa’da gerek birey gerek ülke düzeyinde sınırlarda görülen demokratik nitelik ve intizam, işte bu kabullenmenin bir sonucudur.

Demokratik nitelik ve intizamı açık ve anlaşılır hale getiren ‘benlik fikri,’ sanırım Batılı insan ilişkilerinde görülen ‘mesafe’yi de açıklayıcı mahiyettedir. Psikiyatrist Mustafa Ulusoy’un ifade ettiği gibi, Batılı insan kendi meşruiyetini kendisinden alan bir ‘ego’ya sahip olduğu için, hayatın insan üzerine boca ettiği elemler, acılar ve sıkıntılar karşısında yine kendisinden başka dayanağı yoktur. Bu insan için o kadar güç bir durumdur ki Batılı bireyin buna bulduğu çözüm, kendisine acı verme potansiyeli olan diğer ‘ego’ları kendisine göre belli bir ‘mesafe’de tutmak olmuştur.

Gelelim bize...

Bizim kültürümüzde ve genelde Doğu kültürlerinde insan ilişkileri pek mesafeli değildir. Neredeyse ‘sınır’ kavramını unutturacak ölçüde yakın ve bitişiktir. O nedenle ilişkiler pek demokratik ve intizamlı gözükmemektedir. Buna en esaslı sebep, Doğu kültürleri ve dinlerinin ekseri itibariyle ‘tevazu’yu yüceltmesi ve ‘benlik iddiası’nı yermesidir. Dolayısıyla Doğu’da insan ilişkileri temelde benliklerin karşılıklı mücadeleleriyle şekillenmez. Bireyler kendi dışlarındaki bir şeye ‘referans’la ilişki kurarlar çünkü; ve bu referans bazen töre olur, bazen millet olur, İslâmiyette olduğu gibi bazen de Vahid-i Bizzat olur.

Töre ya da millet ‘ortak referans’ olduğunda, ‘referansın suistimali’ diyebileceğim bir nedenle, ataerkil ilişki yapısı ortaya çıkar. Bu yapının ana öğesi ise, ‘ortak referans’tan sağılan güç öğesidir. Lider, ortak referansın sağladığı meşruiyet ile diğer insanlara mesafesizce yaklaşabilir ve gücünü kullanabilir. Kimse de bunu yadırgamaz. Oba reisi, aile reisi, vali, patron, abi... bu yapıda güç kullanması meşru kılınmış figürlerdir. Özetle, ‘zayıf benlik anlayışı’ ve ‘ortak referansın suistimali’ yan yana geldiğinde, böylesi bir ilişki yapısı kendiliğinden ortaya çıkar.

Kuşkusuz bir referans olarak İslâmiyet, ‘töre’ ya da ‘millet’ten kıyas kabûl etmez ölçüde üstündür. Töre ya da millet fikrinden çıkan değerler, hem sınırlı, hem güç mantığını besleyici, hem de adaletli bir istikamet kazandırmaktan uzaktır. Buna karşılık İslâmiyet, Peygamberin (a.s.m) şahsında somutlaştığı vechiyle, öyle kolay kolay sağa sola çekilemeyecek müstakim bir ‘referans’ hüviyetindedir.

Nitekim Hz. Peygamber kapısı örtülü olmayan bir evin önüne geldiğinde yüzü ile kapıya doğru durmaz, sağ ya da sol tarafını kapıya çevirerek durur ve şöyle derdi: “Esselâmü aleyküm, Esselâmü aleyküm.”

Yine başka bir hadisten öğrendiğimize göre, bir adam Peygamber’e (a.s.m) gelerek “İçeri girmek için annemden izin alacak mıyım?” diye sorar. Yanıt “Evet”tir. Adam “Ben zaten evde her zaman onunla kalıyorum, ona hizmet ediyorum” dediğinde ise, yanıt “Yine de izin almalısın. Eğer onu çıplak görmek istemiyorsan..” olur.

Dinimize göre ev içinde sınırlar bu incelikte konmuş iken, aynı incelik cemaat için de geçerlidir. Bunun bir örneğini, İbn Ömer’in (r.a) Peygamberimizden (a.s.m) aktardığı şu hadis rivayetinde rahatlıkla görebiliriz: “Biriniz kendisinin oturması için kimseyi yerinden kaldırmasın. (Sizler) meclisi genişletip (yeni) gelene yer açın ki Allah da sizin yerinizi genişletsin.”

Burada sadece birkaçıyla yetindiğimiz bu örnekler bile, sanırım İslâmiyette ‘ilişki sınırları’nın ne derece adalet ölçüsüne göre belirlendiğini fehmetmemiz için yeterlidir.

Hakikaten güzel dinimiz, insan ilişkilerini ‘dinî referans’ çerçevesinde ne ataerkil bir mecraya oturtur, ne de Batıda olduğu gibi benliği yücelterek gerilimli bir boyuta taşır ve savunmacı bir ‘mesafe’lenmeye yol açar. Aksine, insan ilişkilerini ve ilişkide sınırları, olması gereken tam bir fıtrî denge haline kavuşturur.

Herhalde sosyal hayatımızda bu fıtrî dengenin izdüşümleri görülebilir hâle gelse, gerek bizim gerekse modern dünyanın bugünkü görünümünden çok daha incelikli bir ‘medeniyet seviyesi’ni örneklemiş oluruz.

Bu amaç çerçevesinde, Peygamberin (a.s.m) davranışları, tavsiyeleri ve genel olarak Asr-ı Saadet’te insan ilişkileri, onlardan öğreneceklerimiz için bizi bekliyor.

http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=1215

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı