6 Mart 2017 Pazartesi

Güzellik Üzerine


Metin Karabaşoğlu
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ şu kâinatın en açık gerçeklerinden biri, gerçeklerin nisbî ya da göreceli niteliğidir. Bu kâinat, ya siyah ya beyaz, ya güzel ya çirkin, ya iyi ya kötü, ya aydınlık ya karanlık gibi mutlak, kesin ve keskin ayrımların diyarı değildir. Bilakis, siyahın ve beyazın, güzelliğin ve çirkinliğin, iyinin ve kötünün, aydınlığın ve karanlığın dereceleri vardır.
Kâinatın neden bu durumda yaratılmış olduğu sorusuna selim kalblerin ve müstakim akılların asırlar boyu veregeldiği ortak bir cevap vardır: Çünkü, kâinatın yaratılış amacı böyle bir derecelilik içinde gerçekleşir. Bu kâinat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek isteyen bir Zât-ı Zülcelâl tarafından yaratılmıştır; ve onun bu sırrı gerçekleştirmek üzere yarattığı insan, bunu ancak bir ‘nisbîlikler,’ ‘derecelilikler’ dünyasında gerçekleştirebilir. Zira insanın, bir yaratılmış olarak, yaratılmışlığının zorunlu sonucu olan sınırları vardır; bilgisi, algısı, bakışı, iradesi, gücü.. sınırlıdır. Dolayısıyla, kendisini ve kâinatı yaratan Zât’ı mutlak ilmi, iradesi ve kudreti ile kuşatıp kavrayamaz. Hakikatı, mutlak ve sınırsız bir biçimde karşısına çıktığında, tanıyıp tanımlayamaz. Bu durumda, hakikatı mutlak sûrette görmek yerine, göz kamaşmasıyla gelen bir körleşmeye maruz kalır—tıpkı güneş ışığına baktığımızda, görme kapasitemizin artmayıp, gözümüzün körleşmesi gibi... Bu sırdandır ki, kâinatı ve insanı yaratan Zât-ı Zülcelâl, âlemi ‘şiddet-i zuhurundan gizlenip azamet-i kibriyasından ihtifa ederek’ yaratmış; yani, mutlak isim ve sıfatlarını ‘göreceli,’ ‘dereceli’ bir sûrette tecelli ettirmiştir.
Kâinatta zıtların varlığı, işte bundandır. Bu kâinatı yaratan, güzel-çirkin, iyi-kötü, fayda-zarar, mükemmel-noksan, aydınlık-karanlık.. gibi zıtları birbirine karıştırarak müthiş bir çeşitlilik içinde kâinatı yaratmış; bize, bu nisbîlik üzerinden O’nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıma imkânı sağlamıştır.
İnsanın kâinatın içindeki mevcudları meselâ güzellik açısından çok güzel-güzel-fena sayılmaz-çirkin-çok çirkin gibi bir sınıflamaya tâbi tutabilmesi, bundan dolayıdır. Elbette, bir adım ileri gittiğinde ‘güzel’ görmediği şeylerde dahi, bir kıyas unsuru olarak güzel şeylerdeki güzelliğin farkedilmesini sağlama gibi güzel bir özellik görür insan.
İnsanlık âlemine baktığımızda da, kâinatı kuşatan bu dereceliliğin insanlar arasında da değişik yansımalarını görürüz. İnsanlar, ne güç bakımından birbirine eşittir, ne akıl bakımından, ne duygu bakımından, ne ahlâk ve ne de güzellik bakımından. Güçlü-zayıf, akıllı-akılsız, iyi-kötü, duygulu-duygusuz, güzel-çirkin zıtları arasında değişik salınımlar sergiler insanoğlu. Bütün dünyaya iyi ahlâk örneği sunan insanlar kadar, ahlâkının kötülüğünden bütün dünyanın sakındığı insanlar da vardır. Gücüyle efsanelere kadar uzanmış insanlar çıktığı gibi, parmağını kıpırdatmaktan aciz insanlar da yaşamıştır. Güzelliğiyle dillere destan olanlar olduğu gibi, çirkinliğiyle şöhret bulmuş insanlar da vardır.
İnsanın bu ‘dereceli tecelliler’ tablosunun göze ve gönüle hoş gelen tarafına fazla bir itirazı yoktur. Buna karşılık, aklı bu ‘nisbîlik’ sırrını kabullense bile her insanın vicdanı bu tablonun ‘olumsuz’ gözüken tarafına dair sorular sormaktadır. Bilge bir insan olmak, iyi bir insan olmak, hatta güçlü bir insan olmak bir derece insanın iradesine, eldeki kabiliyetleri iyi kullanmasına bağlı olduğu için, vicdanın bu noktadaki sorularına cevap vermek nisbeten kolaydır. Ama özellikle güzellik, sonradan edinilen birşey olmadığı için, “İyi ama, çirkinlerin günahı ne?” sorusu öylece ortada kalmaktadır.
Üstelik, insan çalışıp gayret göstererek zekasını ve bilgisini, görgüsünü ve ahlâkını güzelleştirebildiği halde, güzellik çalışarak edinilen veya geliştirilen birşey değildir. Dahası, ‘estetik amaçlarla’ vücuduna cerrahi müdahalede bulunmak, hatta kaşını-gözünü aldırmak, Allah ve peygamberi tarafından kesinlikle hoş görülmemiştir.
İnsanlık tarihine, hatta yalnızca kendi yaşadığı döneme ve kendi çevresine bakan her insan, vicdanını meşgul eden bu sorunun en azından şiddetinin hafiflemesini mümkün kılacak bir dizi gerçeği rahatlıkla kavrayabilir.
Meselâ, her insan, güzelliği kendisi için felâkete, pek güzel olmaması ise kendisi için bir saadete dönüşmüş pek çok insan görebilir. Çok güzel ama mutsuz insanların sayısı, pek güzel olmadığı halde mutlu insanların sayısından daha az değildir. Benzer şekilde, nice güzel insan, çevresinin ve kendisinin güzelliğine yönelik aşırı vurgusuyla, başkaca insanî kabiliyetlerini yeterince geliştirememiş durumdadır. Güzel ama huysuz, güzel ama şımarık, güzel ama kaprisli, güzel ama geçimsiz diye tanımlanan insanlara her insan çevresinde rastlayabildiği gibi; güzelliğe yönelik bir vurgudan veya güzelliğin verdiği bir güvenden dolayı aklî yeteneklerini geliştirmeye fazla özen göstermeyen insanların çokluğundan dolayıdır ki, meselâ ‘aptal sarışın’ diye bir deyim dillere yer etmiş durumdadır. Gerçekte ‘güzel’ insanlar, özellikle ‘sarışın güzel’ler akıl ve zeka itibarıyla ‘daha geri durumda’ yaratılmadıkları halde bu deyimin dillere bu kadar yerleşmiş olması, elbette anlamlıdır.
Tablonun pek güzel olmayanlar, hatta ‘çirkin’ denilecek durumda olanlar tarafında ise, bunun tam zıddı görüntülere rastlamak her zaman için olasıdır. Güzelliğiyle kaybedenler kadar tanıdık bir olgu, ‘pek güzel olmayışı’nı kazanca dönüştürenlerin varlığıdır. ‘Vasat’ bir güzelliği olan, hatta kimilerinin ‘çirkin’ gördüğü nice insan, kimi ahlâk, kimi akıl, kimi görgü itibarıyla nice güzele göre daha tercihe şayan durumdadır. Pek güzel olmayan güzel ahlâklı bir insanın dostlarının sayısı, güzel ama huysuz insanlardan kesinlikle daha fazladır. Güvenip dayanacağı düzeyde aşikâr bir güzelliği olmayışının sevkiyle bilimde, sanatta, maneviyatta daha ileri noktalara çıkabilmiş insanlar azımsanmayacak sayıdadır. Nitekim, Allah’ın onu yarattığı halden hoşnut olup, ‘dünyalar güzeli’ olmayışına şükreden pek çok insan olsa gerektir.
Kısacası, ne güzellik tek başına insana yetmektedir; ne de yeterince güzel olmamak. Bilakis, insanın hayat yolculuğunun iyiye veya kötüye doğru seyri, Allah’ın onu yarattığı hali nasıl değerlendirdiğine göre şekillenmektedir.
Ancak, bu vâkıa, insanın vicdanından kopup gelen o soruyu, şiddetinden epeyce şey kaybettirse de, büsbütün izale etmemektedir. En başta, hem güzel, hem akıllı, hem iyi ahlâklı insanların varlığı, insanın içinde ‘yeterince güzel’ görünmeyen, dahası ‘çirkin’ denilebilir durumdaki insanlar açısından, bu soruyu kalıcı kılmaktadır.
Bu dünyada hem güzellik, hem akıl, hem ahlâk bakımından insanlığa en güzel örnek olmuş olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın ahiret hayatına dair, nedense nazarlardan gizlenmiş, fazla şöhret bulmamış bir hadisi, bu soruya kalıcı bir cevap sunmaktadır. Bu hadisten öğrendiğimize göre, bu dünyada Allah onları hangi sûrette yaratmışsa o sûrete razı olan; güzelliğine güvenip yahut çirkinliğine kızıp isyana kalkışmayan; Allah’ın bu dünyada onu yarattığı hâl üzere kendi insanî kemalini bulup O’nun kendisini yaratış amacını gerçekleştirmeye çalışan her insanın buyur edileceği cennette, bir çarşı vardır. Ama bu çarşıda ne alış, ne de satış vardır. Bu çarşıda, erkek ve kadın sûretleri bulunur. Cennet ehli, oraya gider, beğendiği sûreti alır, ve o sûreti giyinmiş olarak cennetteki evine döner.*
Bu hadis, bu dünyanın yaratılışındaki ‘derecelilik’ hikmetine binaen farklı sûretlerde yaratılan, bu derecelilikteki hikmeti kavramakla birlikte için için kendinden daha güzelleri görüp onların haline imrenen, yahut kendini güzel bulsa da yeterince güzel olmayanlar adına üzülen insanlara, müthiş bir duygusal açılım, ferahlık ve derinlik sunmaktadır.
‘Sûret çarşısı’ hadisinin de düşündürdüğü üzere, bu fani dünyada aslolan, ne güzelliğine, ne de yeterince güzel olmayışına kilitlenip kalmaktır. Bu imtihan dünyasında aslolan, özünü güzelleştirip, bizi ve kâinatı yaratan Rabbin hoşnutluğunu kazanmamızı sağlayacak ‘güzeleylem’lerde bulunmaktır.
Bu dünyada biz O’ndan razı olup O’nu bizden razı kılabildiğimizde, O bizi içinde ‘sûret çarşısı’nın da bulunduğu ebedî cennetlerde ağırlayacak; razı olduğu kuluna, çok hikmetlere binaen bu dünyada vermediği sûret güzelliğini orada sunacaktır.
Ne mutlu, güzelliğini nisyana yahut çirkinliğini isyana gerekçe kılmayıp, bu dünyada sîretini güzel kılıp yaşayışını güzel eyleyerek öte dünyada sûret çarşısının müşterisi olmaya hak kazananlara...
* Belirtmek gerekir ki, gerçekte, ‘sûret çarşısı’na dair, iki ayrı kaynaktan gelen iki farklı hadis vardır. Tirmizî’de geçen ve Hz. Ali tarafından rivayet edilen hadise göre: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer” (Tirmizî, Cennet 15).
Müslim’de geçen ve Hz. Enes’in rivayet ettiği hadise göre ise: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:
‘Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!’ derler. Erkekler de:
‘Sizler de, Allah’a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!’ derler” (Müslim, Cennet 13).

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı