25 Ağustos 2010 Çarşamba

Benlik-Nefis-Ruh Münasebeti ve Kamil İnsan

Dr. Selim AYDIN

Her insan, yaşadığı çağın birikimleri ve geçmişin mirası ışığında kâinatı ve hayatı anlamlandırır. Yirmi birinci yüzyılın bilim anlayışı, insan ve kâinatın içiçe geçmiş bir sistemler ağı kabullenmesi üzerinde gelişecektir. İnsan, kâinat ve hayat üçgenini; Kuran-ı Kerim'in mesajları doğrultusunda birbirine bağlamamızı ve bu üç hakikatin bütüncül bir resminin çizildiğini görmemizi mümkün kılacak bilgi parçaları, yeterli seviyede, ancak dağınık parçalar halinde üretilmiş bulunmaktadır. İhtiyaç duyulan şey, "bütüncü-sistemci" düşünebilmeyi öğrenmek, muradımızı ve gayretimizi bu sentezi yapmaya yoğunlaştırmaktır. Kur'ân perspektifinden insan, kâinat, hayat üçgenini anlamaya çalıştığımızda, Kur'ân'ın, bu üç hakikatin çekirdeklerini içerdiğini ve "insan, hayat, kâinat" üçlemesinin, kâinat kitabında, kudret kalemiyle detaylı şekilde resmedildiğini görürüz.

İnsanın özünde var olan iyilik (hissî potansiyel), güzellik (fizikî potansiyel) ve doğruluk (zihnî potansiyel); büluğ çağına girildiğinde aktif hale geçen nefis ve güçleri tarafından bencillik maskesiyle gizlenmeye başlar, insanın ruhu ile bedeni arasında bir perde oluşturan nefis güçlendikçe, kötülük yeşerir. Nefsanî isteklerin sınırsızca karşılanması ruhun kendi güzelliklerini sistemde ifade etmesine engel olur. İnsanın nefis-akıl-kalp üçgeninde cereyan eden imtihanında; nefis, kötülüğün ve negatif kuvvetlerin merkezi ve şeytanın kullanabileceği bir santraldır. Şeytanî özellikler nefis üzerinden insana hâkim olurken, melekî-insanî özellikler, kalp ve vicdan üzerinden insana yayılır. Akıl ise; iyilik ve kötülüğü, doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı ayırt eden bir âlettir. Dolayısıyla akıl; nefse de, kalbe de hizmet edebilir. İnsan nefsinde üç temel his olan; öfke, şehvet ve akıl, "akleden kalbin" kontrolüne verilirse, insanın kötülüğe meyli azalır. Akleden kalbin kontrolündeki nefsin üç gücünden öfke gücü, yiğitliği; şehvet gücü, iffeti; akıl gücü de hikmeti üretir.

Kur'an'da nefsin yedi mertebesinden bahsedilir. Nefs-i emmare, levvame, mülhime cismanî merkezli hayata hâkim olan nefis çeşitleri iken; nefs-i mutmainne, zekiyye, raziyye, safiyye ise, ruhî hayata hâkim nefis çeşitleridir. Bazı İslâm âlimleri nefsi, üçlü motif üzerinde de gruplamışlardır. Bu perspektiften insandaki nefis, nefs-i emmare (arka beynin ve limbik sistemin kumandasında olan nefis); nefs-i levvame (önbeynin devreye girdiği ve arka beyni ve limbik sistemi kontrol edebildiği ve şuurî farkındalığın oluştuğu nefis) ve nefs-i mutmainne (gelişimini tamamlamış, kendini kontrol edebilen ve hakka teslim olmuş nefis) şeklinde üçe ayrılır.

İnsan; hayra, iyiliğe ve güzelliğe yatkın yaratılmıştır. Bediüzzaman, Kur'ân penceresinden bakıldığında, kâinatta hayır ve güzelliğin esas, şer ve çirkinliğin de zahiri olduğunu belirtir. Ancak insan, bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, insanın bu imtihanı kazanması ve fıtratındaki hayır ve güzellikleri temsil edip, kendini Yaratan'a ayinedârlık edebilmesi, nefsini terbiye edebilmesine bağlıdır. Bir başka deyişle, nefisteki şehvanî ve gadabî güçlerin isteklerinin, aklın kontrolünde, meşru çizgide karşılanmasına bağlıdır. Ancak kontrol altına alınmamış nefsin, O'na ayinedârlık etmesi mümkün olmadığından, İslâm'da nefis terbiyesi ve insanın kendini tanıması önemli yer tutar. Nefsin veya benliğin mahiyetini oluşturan zihnî (akıl), hissî (his) ve fizikî (mide-beden) kapasitelerin; az yemek, az konuşmak, az uyumakla kontrol edilmesi, İslâm'ın önemli bir terbiye metodudur. Nefsin terbiyesine tefekkür ve okumakla da katkıda bulunarak, kalbin yolculuğunda denge gözetilmiş olur. Bediüzzaman'ın "akleden kalp" ifadesinde buna işaret vardır. Nefsî güçlerin üç faziletinin (iffet, yiğitlik ve hikmet) ortaya çıkışını ve devamını sağlayan adaletin gerçekleşmesi de, akleden kalbin sisteme hâkim olmasına bağlıdır.

Kâmil insan olma nefsin ve benliğin terbiyesiyle mümkündür. İnsan-ı kâmil olma yolculuğu, nefse hizmet eden aklı, nefsin kumandasından çıkarmaya; istekleri meşru daire ile sınırlandırıp, aklı kalbin kumandasına vermeye bağlıdır. Yolculuk esnasında da ifrat ve tefrite düşmemek için, kalbî hayatı; akıl, mantık ve adaletle dengelemek gerekir. Kişi, bu nefis terbiyesini, ya velâyet yolu ile (az konuşma, az yeme, az uyuma) ya da zikir, fikir ve şükürle veya ikisinin birleşimi olan "akleden kalp -reşha" ile yapabilir. Şeytan, nefsin isteklerini kullanarak insanın kalbine fısıldar ve ona fesatlık eker.

İnsanı bir gemiye benzetirsek, tayfa personeli, nefsi ve nefsin arzularını temsil eder, geminin tertip ve düzeninden sorumludur. Kaptan da ruhu ve onun tahtı olan kalbi temsil eder; gidilecek hedefe gemiyi götürmekten sorumludur. Akıl, hem tayfaya hem de kaptana hizmet eden, ihtiyaçları gideren ve hayatın sırlarını çözen bir unsurdur. İslâm'da nefis, terbiye edildikten sonra, benlik hapishanesinden çıkılır. Kâmil insan olmak için kalbin zümrüt tepelerine yolculuk başlar. Ruhî ve kalbî hayat yaşandığında, nefsin ihtiyaçları meşru dairede karşılanır. Ancak beden merkezli hayat sürdürüldüğünde de çoğu kez, kalp ve ruhun kendini ifade etmesi ve tekâmülü engellenir. İnsan, nefsini ıslah ettiğinde, kalp ve nefis arasındaki zıtlaşma da sona erer; kalp ilhama açık hale gelir. Kalpten beslenen akıl da, ilham ve sezgilerden beslenme imkânına kavuşur. İslâm'da nefis öldürülmez ancak ıslah edilip, ruhun inkişafına mani olmayacak seviyede arındırılır. Ve kendine özgü varlık mertebelerine doğru yükselir. Nefsin ölmesi demek, biyolojik sistemin çökmesi ve ruhun ahiret âlemine göç etmesi anlamına gelir. Vicdan, ruhun bir alt bileşeni olarak, insana doğruyu, iyiyi ve güzeli hatırlatır. Ruhun sözcülüğünü vicdan yaparken, nefsin sözcülüğünü, insî ve cinnî şeytanlar yapar.

Kişi, dikkat ve enerjisini ön beyniyle kontrol edip şuurlu şekilde yönlendirmek isterse (nefs-i emmareden, nefs-i levvame derecesine) kendi üzerinde gözlem yapması, kişilik ve benlik hapishanesinin motiflerini keşfetmesi gerekmektedir. Normalde hayatını arka beynin kontrolünde sürdürmeye yatkın olan insanın asıl vazifesi, şuurlu bir hayat sürmek, ülfet-gaflet tuzağına düşmeden şükür ve tefekkür çizgisinde Allah'a ayinedârlık yapmaktır.

Özetlersek, insanın kendini tanıması, her işin başlangıç kısmını oluşturur. Eski çağlarda filozofların kapısında "Kendini bil!" yazılı imiş. "Kendini bilen, Rabbini bilir; kendini unutan, Rabbini de unutur." sözü de bu açıdan çok anlamlıdır. Kur'ân'da tefekkürün enfüsî ve afakî olmak üzere iki tarzda gerçekleştiği belirtilir. Bediüzzaman, enfüsî tefekkürü tamamlamayan veya buna girmeyen bir insanın afakî tefekkürde muvaffak olamayacağı üzerinde durur. Enfüsî tefekkür; insanın kendi mahiyetini keşfetmesi, iç gözlem ve iç sorgulama yapması, üstün ve eksik taraflarının farkına varması ve bunları şuurlu bir şekilde kontrol edebilmesi gibi faaliyetleri kapsar.


Kaynak: İlim Bahçesi Sitesi

13 Ağustos 2010 Cuma

Nimetlerin Farkına Varmak

Isa aleyhisselam bir agacin altinda dua eden birini gördü. Dikkatlice baktiginda adamin ayaklari yürümeyen bir kötürüm oldugunu anladi. Iki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise bars hastaligi oldugu anlasiliyordu.

Ama adam bütün bunlara ragmen ellerini kaldirmis söyle dua ediyordu:

- Ey nice zenginlere vermedigi nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana agaçlarin yapraklari sayisinca sükürler olsun!.

Hazret-i Isa kötürüm adama yaklasti:

- Ayagin yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sihhatli görünmüyor. Buna ragmen çogu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildigini düsünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla sükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmedigi halde sana verilen? Kapali gözleriyle sesin geldigi yana yönelerek dedi ki:

- Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermis ki, o kalple O'nu taniyorum. Öyle de bir dil vermis ki, o dille de O'na sükrediyorum. Halbuki, dünyanin serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O'nu tanima sevinci, dilinde de O'na sükretme mutlulugu yoktur. Ama gel gör ki, ayaklari topal, gözleri kör, bedeninde hastaliklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemis, bu nimetin farkina varma tefekkürünü lütfeylemis.Iste bunu düsününce kendimi tutamiyor da:

- Nice zenginlere vermedigi nimeti bana veren Rabbime agaçlarin yapraklari sayisinca sükürler olsun!. diye sevinç dualari etmekten kendimi alamiyorum.

Kafa gözü kapali da olsa kalp gözü açik olan bu kötürüm adama yaklasan Isa aleyhisselam:

- Ver su elini öyle ise! diyerek adamin elinden tutar, egilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarinin degdigi gözler aninda açilir. Karsisindakinin Isa aleyhisselam oldugunu görünce heyecanlanan adam:

- Sen su ölüleri dirilten, hastalara sifalar bahseden mucizelerin sahibi peygamber degil misin? der.

- Belli olmuyor mu? deyince:

- Gözlerimden belli oluyor da ayaklarimdan henüz belli degil, der. Tebessüm eden Hz. Isa:

- Sen hele bir ayaga kalkmayi dene! deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayaga kalkar. Ayaklari üzerine dikilebildigini anlayinca söyledigi ilk sözü su olur:

- Ey Allah'in Nebisi, sendeki bu mucizeler de O'ndan degil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayim, O'na bir sükredeyim, diyerek hemen yere iner basini secdeye koyarak der ki:

- Rabbim! Seni taniyan bir kalple, sükreden bir dil nimetinin sükrünü yapmaktan acizken, simdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artik bilemiyorum nasil ödeyecegim bu nimetlerin karsiligini?.

Bu sirada çevreden toplanan halk, gösterdigi bu mucizelerden dolayi Isa aleyhisselamin elini öpmek isterler. Ama Allah'in Nebisi isaret eder:

- Benim degil su secdedeki kötürüm adamin elini öpün!..

Derler ki:

- Onu secdeye indiren nimetlere biz bastan beri sahibiz. Ama hiç böyle mutluluk duymadik.

- Öyle ise der, tefekkür edin, siz de düsünün. Düsünen insan sahip oldugu nimetin farkina varir. Düsünmeyen ise mahrumiyet duygusunda kalir.

Kaynak: Ilim Bahcesi Sitesi
Resim: flickr.com


6 Ağustos 2010 Cuma

Elmalılı Tefsirinde Ramazan Ayı

Bakara, 185- O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.

185-ŞEHR: Esasen şöhret kökünden masdar olup bir şeyi açığa çıkarmak mânâsınadır. denir ki, kılıcı kınından çıkarıp gösterdi, demektir. Nitekim dilimizde de "silah teşhir etmek" denir. Bu mânâdan alınarak:

1- Gökte görülen aya,

2- Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup, tekrar doğması suretiyle bir devrinden ibaret olan zaman süresine şehr denmiştir ki, yirmi dokuzla otuz gün arasında dönüp dolaşır. Gök bilimcileri bunu, "ayın güneş ile iki kavuşumu arasında geçen süre" diye tarif ederler. Fakat bu tarif, ilimde ileri gelenlere mahsus olup, halk için şehr kelimesine uygun olan meşhur mânâ, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Lügatın yapısı da budur.

3- Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün hesabıyla otuz günlük süreye de adet olarak şehr denir. Güneş yılının bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh denmesi de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan kelimesinde iki görüş vardır:

1- Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Ramazan ayı demek "Allah'ın ayı" demektir. Bir hadis-i Nebevî olmak üzere şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyiniz. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü Ramazan Allah'ın isimlerinden bir isimdir." Bununla beraber Beyhakî, bu hadise zayıf demiştir.
2- Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.

Birincisine göre "şehr" dahil olmak üzere: "Ramazan ayı" terkibinin tamamı bir özel isimdir. İkincisine göre isim yalnız Ramazan olup, "Şehrü Ramazan" genel olanın, özel olana izafeti cinsinden bir izafet-i beyâniyedir.

Gerçekten Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Şehr-i Rebiu'l-evvel (Rebîu'l-evvel ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir (Rebîü'l-âhir ayı) şehr kelimesiyle beraber özel isimdir. Şu kadar ki, kolaylık için "şehr" kelimesinin söylenmediği zamanlar da vardır.

Ramazan'dan şehr kelimesinin hazfedilmesinin tenzîhen mekruh olduğu İmam Muhammed'den rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme sebep ve karışıklık olmayacak yerlerde kolaylık için sadece Ramazan demek mekruh değildir. Nitekim Hadis-i Nebevî'de de: "Her kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan dokuz ayın isimleri: Muharrem, Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb, Şaban, Şevval, Zilkade, Zilhıcce, Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının, Ramazan gibi olduğu da söylenmiştir.

Ramazan isminin türetilmesine gelince, bunda da dört yol zikredilmiştir.
1- İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz sonunda güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına 'den alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü yıkadığı gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp kalblerini temizlediği için bu adla anılmıştır.

2- Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan alınmıştır. Ramaz; güneşin hararetinin şiddetinden taşların son derece kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere de Ramdâ denir. Bu bakımdan Ramazan, "Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu mânâda "Kızgın yerde ayağı yandı." denir.

Baş tarafına "şehr" kelimesi eklenerek "şehrü Ramazan" bu mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile günahlar yakılır.

Bir de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini, eski dillerinden değiştirdikleri zaman, her ayı rastladığı mevsime göre isimlendirmişlerdi. Eski dilde, "Nâtik" ismiyle anılan bu ay da o sene şiddetli bir sıcağa rastladığından buna "şehrü Ramazan" adını verdiler.

3- Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan, fiilinden alınmıştır ki, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinletmek için iki kaygan taş arasına koyup döğmektir. Bu aya bu ismin verilmesi de Araplar'ın bu ayda silahlarını bileyip hazırladıklarından dolayıdır.

4- Ramazan isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise Ramazan ayı bizzat bununla isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti ile günahların yanması dikkat nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı, "Allah'ın ayı" olmuştur.

Kısaca Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik, yanmak, keskinlik mânâları bulunduğu gibi, dinî bakımdan günahların yanması, Allah'a izafe mânâları etken olmuştur...
.
Devami icin tiklayiniz.
.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Insan, Zaman ve Sabir Uzerine

Elmalili Tefsirinde Asr Suresi

Vav 'da olduğu gibi yemin içindir. "Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı gadat (tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da: Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur" denilir. Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir. Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve "karn" (yani seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur. Burada tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde dahil olur.

Demek olur ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" mânâsıyla tümüne hamletmek en doğrusudur.

O halde burada tefsircilerin zikrettikleri mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:

1- İkindi namazı: Mukatil demiştir ki: Allah Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira "Namazları ve orta namazı koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" (orta namaz) çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti vardır. Hendek vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi namazından alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, sanki ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti, gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada, zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin ile faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.

2- İkindi vakti: Katade demiştir ki: İkindi namazının vakti olması ve kuşluk vaktine karşılık birtakım kudret delillerini içermiş olması bakımından Allah Teâlâ "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte ikindi vakti gündüzün sonu olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların yaratılışından sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde yaratılmış demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada bir gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı, hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır.

3- "Dehr": İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, âlemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı kül (tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan daha özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr", uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr" ile tefsir ederken tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli göstermişlerdir:

Birincisi: İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine yemin olsun ki, doğrusu insan bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar onun, o hüsranın içindedir." diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr (zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler yağdıran acı ve büyük olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil, sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin müstesna tarafını değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını takviye etmekte olduğu açıktır.

İkincisi: Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her türlü acaiblikleri, gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in babası) denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, acı veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi "Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür.

Yokluğa benzer bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok diye hükmedemez, çünkü devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara bölünür. Fazla, eksik ve uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken nasıl yok olur? Bununla beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla nasıl hükmedilir." Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, yok mudur, mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai (soyutlama) mıdır! diye konu edip durmuşlardır.

...
devami
http://www.kuranikerim.com/telmalili/asr.htm


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı