9 Mart 2012 Cuma

Servet Ve Mal Karşısında İnsan

Şehmus Demir
Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak.
Servet ve malın, insan açısından büyük ölçüde önem ve değerinin olduğu bilinen bir husustur. Kur’ân’ın ve onun açıklayıcısı konumunda bulunan hadîslerin, insanın servet ve malla olan münasebetinin hangi düzlemde gerçekleşmesi gerektiği ile ilgili ortaya koyduğu kaideler, Müslüman ferdin bu alandaki duruşunu belirlemesi açısından çok ciddi önem arz etmektedir. Bu sebeple, mal, servet ve genel mânâda insanın hizmetine sunulan nimetler karşısında takınılması gereken tavrı ve bunlardan faydalanılırken kabul edilmesi gereken temel ölçüyü belirlemek gerekmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kâinatın bütününün insan için yaratıldığı farklı ifadelerle birçok yerde vurgulanır:
“Yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.”1 mealindeki âyetten hareketle müfessirler, ‘eşyada aslolan ibahadır’ temel prensibine varmışlardır. Buna göre, yasaklığına delil teşkil edecek nitelikte bir hüküm bulunmadıkça kâinatta var olan her nimetten gönül rahatlığıyla faydalanılabilir. Faydalanma imkânını engelleyip yasaklamaya kimsenin hakkı bulunmamaktadır. Zîrâ Yüce Allah, helâl ve meşrû kıldığı bir şeyi haram etme yetkisini hiç kimseye vermediğini şu ifadelerle belirtmektedir:
“Ey inananlar! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan sakının!”2
Kur’ân’ın birçok yerinde malın ‘hayr’, ‘tayyibat’3 gibi övücü nitelikteki sözcüklerle ifade edilmesi, aslında kötü değil, iyi olduğunun delilidir.
Cahiliyye döneminde hac aylarında panayırlar kurulur ve hac ibadetiyle birlikte ticarî faaliyetler de yapılırdı. Sahabîlerden bir kısmı, hac aylarında ticaretle uğraşmanın cahiliyye âdetlerinden olduğunu, zîrâ hac farizasının uhrevî bir ibadet olması sebebiyle, dünyevî amel ve menfaatlerin uhrevî ibadetlerle bir arada yapılamayacağını ve bundan dolayı da hac aylarında ticarî faaliyetlerde bulunup kazanç elde etmeye çalışmanın günah olduğunu düşünmekteydiler. Yüce Allah bu düşünceyi ortadan kaldırmak ve haccın adabı dışına çıkılmadığı müddetçe ticaretle uğraşıp kazanç elde edilebileceği düşüncesini Müslümanların zihnine yerleştirmek maksadıyla; “Hac mevsiminde ticaret yaparak Rabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi (fadl) aramanızda size herhangi bir günah yoktur.” (Bakara, 2/198) mealindeki âyeti indirmiştir. Müfessirlerin çoğuna göre, bu âyette geçen ‘fadl’ kelimesinden ticaret kastedilmiştir.
“Allah’ın geçiminize dayanak (kıyam) kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa, 4/5) mealindeki âyette ise mal, ‘kıyam’ tabiriyle ifade edilir. Bu da malın birinci derecede gaye olmaması şartıyla iyi bir değer olduğunun kanıtıdır. Zîrâ mal, ferdi ve toplumu zulüm, esaret, sefalet ve yoksulluğa karşı koruyucu nitelikte bir unsurdur. Bu sebeple malın iyi korunması, yerli yerinde, israfa sapmadan kullanılması ve çoğaltılması için gerekli müdahale ve çalışmaların yapılması gerekmektedir.4 Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslüman kişinin İslâmî çerçeve dâhilinde kazanıp kullandığı malını zulmen kendisinden almak isteyen kimseye karşı direnmesi neticesinde öldürülmesi hâlinde şehadet mertebesine ulaşacağını; “Malını muhafaza uğrunda öldürülen kimse şehittir.”5 şeklinde veciz bir üslûp ile belirtmiştir.
Ticaret, mal–mülk edinme ve zenginlik; ferdin mâneviyatla olan bağlarını koparmasına sebep olmaması zekât, sadaka gibi mal ve servete terettüp eden mükellefiyetlerin yerine getirilmesi ve ibadete engel teşkil etmemesi şartıyla teşvik edilmiştir. Bu da, mal ve servetin bütünüyle meşru yollardan kazanılıp, aynı şekilde meşru alanlarda harcanması gerektiği mânâsına gelmektedir. Nitekim; “Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (fadl) isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cuma, 62/10) buyrulmuştur. Yukarıda yer verdiğimiz Bakara 198. âyette olduğu gibi, bu âyetteki ‘fadl’ (lütuf) ifadesi de ticaret ve dünyevî rızık isteme mânâsında kullanılmıştır. Özellikle ‘fadl’ sözcüğünün seçilmiş olması, mala ve servete verilen değerin anlaşılması açısından önemlidir.
Allah Resulü de (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kişiden başkasına gıpta edilemeyeceğini, bunlardan birincisinin, malını hak yolunda harcayan kimse olduğunu6 ifade ederek, malı harcamanın önemine vurguda bulunmuştur. Ancak bu harcamanın yapılabilmesi için de malın varlığının şart olduğu bilinen bir husustur.
Servet elde etmek, dünya metâından faydalanmak, insan fıtratında var olan bir olgudur. Kur’ân-ı Kerîm bu olguyu; “O (insan), mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” (Âdiyât, 100/8) şeklinde tanımlamıştır. Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) de aynı konuya işaret ederek; “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister, Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.”7 buyurmuş ve aynı hususa farklı bir açıdan vurgu yapmıştır.
Hristiyanlıkta ise durum farklı olmuş ve Kur’­ân’ın öngördüğü yaklaşımın dışında bir bakış açısı temel hareket noktası edinilmiştir. Zîrâ Hristiyanlıkta mal ve servet mutlak kötü olarak kabul edilmiştir. Bunu anlamak için eldeki mevcut İncil metnine göz atmak yeterli olacaktır. Zîrâ İncil’de insanın servet ve mala karşı oldukça mesafeli durması gerektiği ile ilgili birçok pasaj bulunmaktadır. Bunlardan birinde; “İsa etrafına bakıp şakirtlerine dedi: Serveti olanlar Allah’ın melekutuna ne kadar güçlükle gireceklerdir! Şakirtler onun sözlerine şaştılar. Fakat İsa yine cevap verip onlara dedi: Çocuklar, Allah’ın melekutuna girmek ne güçtür! Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah’ın melekutuna girmesinden daha kolaydır. Birbirlerine; öyle ise kim kurtulabilir? diyerek, pek çok şaştılar. İsa onlara bakıp dedi: İnsan indinde bu imkânsızdır; fakat Allah nezdinde değil. Zîrâ Allah indinde her şey mümkündür. Petrus ona: İşte, biz her şeyi bıraktık ve senin ardınca geldik, demeye başladı.”8 denilmektedir. Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, servet ve mal İncil’de kötülenerek, dini alanın dışına itilmiştir. Servet ve mal edinen kimsenin Allah’a ulaşmasının adeta imkânsız olduğu vurgulanmıştır.
Hristiyanlığın tarihî süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişimler, Ortaçağ boyunca servet ve malın mutlak kötü olarak kabul edilişi, ancak kilise mensuplarının hükümdar ve zenginlerin yaşantılarını gölgede bırakacak ölçüde mal ve servete yönelmeleri, Ortaçağ sonrasında reformasyon hareketi ve onun bir ürünü diye nitelendirilebilecek olan protestanlık ve sonrası hareketlenmelerle farklı birçok yaklaşımın meydana gelmesi ve benzeri ayrıntılara girmemizin bir makalenin sınırlarını fazlasıyla zorlayacağı açıktır. Ancak burada önemle belirtilmesi gereken husus, Hristiyanlığın kutsal kitabında ‘kötü’lüğün insanın servet ve malla olan olumsuz münasebetleri üzerine değil, mutlak mânâda servet ve mala atfedilmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın servet ve malla olan münasebeti ne düzeyde olursa olsun, yine de servet ve mal sahibi olmak kötü kabul edilmiştir.
Ortaçağ sonrası dönemde Batı’da egemen olan ve diğer bölge ve kültürlere de tesir eden kapitalist anlayışta ise sermaye birikimi ve kâr esas olduğundan, bu çerçevede her şey metalaştırılmış, mal âdeta kutsanarak, serveti elde etmede mutlak hürriyet ilkesi getirilmiştir. Sermaye içtimâî sistemin bir unsuru iken, sistemin tümü hâline gelmiştir.
Özetle, tarihî süreç içerisinde Hristiyanlık, insanda tabiî olarak var olan bir duyguyu yok etmeyi hedeflemiş, kapitalizm ise, maddenin imtiyaz aracı hâline gelmesine, insanlar arasında maddî seviyede uçurumların oluşmasına ve bu sebeple sınıf çatışmalarının meydana gelmesine yol açmıştır. İslâm dini ise fıtrat dini olduğundan, insanda tabiî olarak var olan mala karşı arzu içerisinde olma duygusunu ne köreltip yok etmeyi ve ne de ona mutlak hürriyet tanımayı kabul etmiştir. Kur’ân’ın iyilik ve kötülüğü mal ve servetin kendisinde aramak yerine, ferdin servetle olan münasebeti boyutunda ele alması ve konuya bir izafilik kazandırması, bunun açık bir göstergesidir. Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfleri de bunu destekler mahiyettedir:
“Dinara kul olana lânet olsun! Dirheme kul olana lânet olsun!”9;
“İki aç kurdun koyunlara saldırdığını düşünün. İşte bunlar; sürüye, mala, makam ve mansıba karşı hırslı olan insanın dinine vereceği zarardan daha çok zararlı değildirler.”10;
“Her ümmetin bir fitnesi (deneme aracı) vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.”11
Anlaşılacağı üzere, eleştiri konusu yapılan, mal ve servetin kendisi değil, insanın ona karşı takındığı tavrın niteliğidir. Vurgulanmak istenen, ferdin mal ve servete hâkim olup, mal ve servetin insana hâkim olmaması gerektiği temasıdır. Zîrâ insan, kapitalizmde olduğu gibi, sahip olduğu malın mutlak mâliki değildir. Kur’ân’da mülkiyet çift boyutlu olarak ele alınır:
1. Mutlak mülkiyet hakkı Allah’a aittir:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.” (Şûrâ, 42/4).
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” 12
2. Mülkiyet, izafi olarak insana aittir:
“Eğer tevbe edip (faizcilikten) vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece harksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız” (Bakara, 2/279).
“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin” (Nisa, 4/32).
Böylece Kur’ân, gerçek mülkiyet hakkının Allah’a ait olduğunu ve insana ikinci derecede bir mülkiyet hakkının tanındığını, dolayısıyla insanın sahip olduğu mal ve servetle büyüklük taslamaması, gururlanmaması gerektiği düşüncesini yerleştirerek, bir denge kurmaya çalışmıştır. Kur’ân’da insan hizmetine sunulan nimetler sayıldıktan sonra çoğu yerde ‘şükredesiniz diye’ ifadesiyle anlatıma son verilir.13 Bu da nimetlerin insana verilmesinden gayenin, salt dünyevî mânâda bir faydalandırma değil, ferdin nimetleri görüp istifade etmesi, istifade ederken de bu nimetlerin yaratıcısını düşünüp şükretmesi ve Allah’a daha fazla yönelip yaklaşması hedefinin olduğunu göstermektedir.
Fertteki Allah ve ahiret inancının zayıflaması ölçüsünde zenginlik ve servetin büyük bir felaket aracı hâline gelmesi kaçınılmaz olur. Kur’an, bu duruma düşmemeleri için insanlara sürekli uyarıda bulunur. Bunun en çarpıcı örneğini Karun kıssasında bulmak mümkündür. Burada Karun’un, inanan bir insan iken servetin onu ne derece azdırıp şımarttığı çarpıcı bir tarzda anlatılır:
“Karun Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü–kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez… Karun; ‘Bu servet ancak bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir.’ demişti” (Kasas, 28/76-78).
Başka bir âyette de mealen şöyle denilmektedir:
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı.” (Şûrâ, 42/27)
Bu ifadelerle fertlerin Rableriyle olan bağlarını koparmalarına sebep olan faktörlerden birinin de mal ve servet olduğu belirtilmektedir. Fakat bu tür örnekler, bizi mal ve servetin saptırmada ana unsur olduğu düşüncesine götürmemelidir. Servet, İlâhî yoldan sapmanın temel unsuru olsaydı, Hz. Süleyman, Hz. Ebubekir, Hz. Osman gibi İslâm’ı en güzel şekilde hayatlarına yansıtmış olan insanların da zenginlikleriyle sapmış olmaları gerekirdi. Bu da servetin Yüce Allah’ın öngördüğü çerçeve dâhilinde kullanılması hâlinde güzel ve faydalı bir araç olduğunu gösterir.
Yüce Allah, kendisine ait mal ve nimetlerden bir kısmını belli şartlarda, Müslim–gayrimüslim ayırımı yapmaksızın insanlara emanet verip, onlardan belirli şeyleri, istediği şekilde yerine getirmelerini talep eder. Bu verilenlerden de sorumlu tutulacaklarını sık sık tekrarlar.
Yüce Allah, mal ve servetin birer imtihan aracı olduğu ile ilgili mealen şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızın ve çocuklarınızın, aslında bir imtihan olduğunu ve büyük bir ecrin Allah katında bulunduğunu bilin.” 14
Anlaşılacağı üzere fert, sorumlu tutulacağı, hesaba çekileceği ve dolayısıyla servetinde sınırsız bir tasarruf serbestisine sahip olmadığı düşüncesini zihninde devamlı canlı tutmalıdır. Bu düşünce, onun sadece kendi menfaatlerini düşünmeye sevk eden egoist yaklaşımlardan kurtulmasına ve toplumun menfaatlerini de göz önünde bulundurmasına vesile olacaktır. Sözgelimi serveti kaprisi uğruna tahrip etmeyecektir. Zîrâ böyle bir durumda toplum için gerekli olan bir şeyden onları mahrum bırakacağını düşünecektir. Savurganlık edip israf da etmeyecektir. Zîrâ israfın Allah’ın hukukuna saygısızlık ve topluma karşı bir hırsızlık niteliğinde olduğu15 bilincini sürekli zihninde canlı tutacaktır.
Kur’an, insana, gerçek mülkiyeti Allah’a ait olan mal ve servetinden yoksullara infakta bulunarak onlarla bölüşmesini emreder:
“Allah’a ve Resulüne iman edin. Sizi kendisine halife kılıp sarf yetkisi verdiği şeylerden harcayın. Sizden iman edip de (Allah rızası için) harcayan kimselere büyük mükâfat vardır” (Hadîd, 57/7).
Zekâtın birçok yerde dinin temel ibadetlerinden biri olan namazdan hemen sonra zikredilmesi16, zekât müessesesinin önemini açıkça göstermektedir. Zekâtın verilebilmesi için de servetin olması gerekmektedir. Kur’ân’da zekât mükellefiyetinin yanında bir de isteğe bağlı olarak infak etme teşvik edilmiştir.17 Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Beni, (Uhud dağı kadar) altınım olsa da üç dinar dışında hepsini infak etmemden daha fazla bir şey sevindirmez.”18
Bu düşünceyle İslâm, kapitalimzde meydana gelen sınıflaşmanın aksine, insanlar arasında maddî farkları azaltarak, insanları birbirlerine yaklaştırma hedefini gütmüştür. İslâm’ın gayesi zenginliği kaldırmak değil, fakirliği bertaraf etmektir. Kur’ân, mal ve servetçe insanların birbirinden farklı olmalarının hiçbir zaman üstünlük vesilesi olamayacağını tescil eder. Zîrâ üstünlüğün kriterinin zenginlik ve servet değil, iman, salih amel ve takva19 olduğunu belirtir.
İslâm’ın öngördüğü zenginlik, insanı İlâhî hilafet vazifesini daha mükemmel bir tarzda yapmaya götüren bir araçtır. Zîrâ bir hadîste de ifade buyrulduğu üzere, ferdin kendisini ve ailesini güzel bir şekilde barındırması, yiyecek ve giyeceğini temin etmesi, aile efradına miras bırakarak bu dünyadan göçmesi, onları muhtaç bir vaziyette bırakmasından daha iyidir. Fakirlik ise, ferdî ve içtimâî boyutuyla, yok edilmesi gereken arızî bir hastalıktır. Maddî refah seviyesi düşük olan bir insan, kendisinde var olan dünyaya tabiî meyil ve arzuları tatmin etme duygusundan dolayı, bu seviyeyi yükseltmeye çalışacaktır. Bunu yaparken de aşırılığa sapıp ibadetlerini terk edebilecektir. Bu ve benzeri endişelerden dolayı, hadîs-i şerîflerde fakirin sabretmesi tavsiye edilmiştir. Mal konusunda seleften bazılarının şu sözü; “Mal, mü’minin silahıdır. Allah’ın beni hesaba çekeceği bir mala sahip olmam, insanlara muhtaç olmamdan daha iyidir.”20 muhtemelen yukarıda ifade edilen endişelerden dolayı dile getirilmiştir.
Konunun içtimâî boyutu incelendiğinde de benzer bir tabloyla veya neticeyle karşı karşıya kalmanın mümkün olduğunu ifade etmek gerekmektedir. İslâm toplumunun ekonomik açıdan güçlenmesi, askerî ve siyasî açıdan da güçlenmeyi beraberinde getirecektir. Bu da İslâm kültürünü yayma çabalarının daha aktif bir süreç içerisinde devam etmesine yardımcı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de gayrimüslimlere malî yardımda bulunarak onların kalblerinin İslâm’a ısındırılması gayesiyle zekâtın sarf yerleri sıralanırken, bunlardan birinin de müellefe-i kulûb olduğu belirtilmiştir21. Servetin olmaması hâlinde bu görev yerine getirilemeyecektir. İslâm’ın beş şartı olduğu belirtiliyorsa bile bu, zengin içindir. Fakir için İslam’ın üç şartı vardır. Zîrâ o, zekât verme ve hacca gitme vazifelerini yerine getirebilme gücünden yoksundur.
Netice itibariyle, Yüce Allah, zengin–fakir ayırımı yapmaksızın bütün insanları imtihan etmektedir. Bu imtihanın niteliği, insanların dünyadaki yaşantı seviyelerine ve dünya metaı ile olan mesafelerine göre değişmektedir. Zengin, malını nereye sarf ettiği, fakir ise yokluk üzerine sabredip etmediği konusunda sorguya tâbi tutulacaktır. Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem); “Allahım! Zenginliğin fitnesinden ve fakirliğin fitnesinden sana sığınırım.”22 ifadesi, her iki durumda da, insanın İlâhî müstakim yoldan sapabileceği gibi, Allah’a daha fazla yaklaşıp yüklendiği hilafet misyonunu daha mükemmel bir tarzda icra da edebileceğini göstermektedir.
Dipnotlar
1. Bakara, 2/29; Ayrıca bk. Lokman, 31/20.
2. Mâide, 5/87-88; Ayrıca bk. A’râf, 7/32; En’âm, 6/140; Yûnus, 10/59.
3. Sözgelimi bk. Bakara, 2/172, 180, 198, 215, 267, 272; Nisâ, 4/32; Âdiyât, 100/8.
4. Bk. Taberî, Câmi’u'l-Beyân, Matbaatu İsa Bâbi’l-Halebî, Mısır 1968, IV, 49.
5. Buhârî, Mezâlim, 33.
6. Buhârî, İlim, 15, Zekat, 5, Ahkam, 3, İ’tisam, 13.
7. Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekat, 116; İbn Hanbel, Müsned, Daru Sadır, Beyrut, ts., III, 247, 341, V,219; Tirmizi, Zühd, 27.
8. Markos, 10/23-28.
9. Tirmizi, Zühd, 42.
10. Tirmizi, Zühd, 43; İbn Hanbel, III, 456, 460; Dârimî, Rekâik, 21.
11. Tirmizi, Zühd, 26; İbn Hanbel, IV, 160.
12. Şûrâ, 42/49; Benzer âyetler için bk. En’âm, 6/12; A’râf, 7/128; Mu’minûn, 23/84-89; Lokman, 31/26; Sebe’, 34/1; Zuhruf, 43/85; Câsiye, 45/27.
13. Sözgelimi bk. Bakara, 2/172; Nahl, 16/114; Mu’minûn, 23/78.
14. Enfâl, 8/28; Ayrıca bk. Teğâbun, 64/15.
15. Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, Pınar Yay., İstanbul 1991, s. 98.
16. Sözgelimi bk. Bakara, 2/43,83,110,177,277; Nisa, 4/77,162; Mâide, 5/12,55; A’râf, 7/156; Tevbe, 9/5,11,18,71.
17. Bk. Bakara, 2/3,261-262,272; Âl-i İmrân, 3/92; Enfâl, 8/3,60; Tevbe, 9/121; Sebe’, 34/39; Fâtır, 35/29; Hadîd, 57/7.
18. Buhârî, Zekat, 4; Müslim, Zekat, 34.
19. Bk. Sebe’, 34/35-37; Hucurât, 49/13.
20. Zemahşerî, el-Keşşaf, Kahire 1992, I, 471-472; Nesefi, Abdullah b. Ömer, Medâriku’t-Tenzîl, Eda Yay., İstanbul 1993, I, 211; Kâsımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, Dâru İhyâi’l-Kutubi’l-Arabiyye, Mısır 1957, V, 1126.
21. Tevbe, 9/60.
22. Buhârî, Da’avât, 38,43-45; Müslim, Zikir, 49; Tirmizi, Da’avât, 77; Nesaî, İsti’âze, 26; İbn Mâce, Dua, 3; İbn Hanbel, VI, 57,207.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı