26 Mart 2009 Perşembe

Edebiyat ve Hikmet Ufkunda Bir Söyleşi

"Münire Daniş: Yazarlığı besleyen yaşamın içimizdeki zengin varlığıdır."

Dergibi Edebiyat Sitesi
Leman Ağırkan / Münire Daniş

• Yazıyor olmaktan başlayalım mı önce? Tabirinizle 'bir rüya yazarı' olan size, yazarken düşlediğiniz nedir diye sorsam?

Benzer düşlerle cevaplar verilmiştir buna, ama hep birbirine benzemesine rağmen biricik olan, kişiye özel olan yazgı gibi her yazarın cevabı da hususidir. Fakat bütün yazarların buluştuğu ortak bir payda var; olmazsa olmaz, paylaşılmaz yalnızlık. Yazar kendisiyle ilgili bir gerçeği fark etmiştir öncelikle; her şeyden uzaklaştığı bir yalnızlık alanının olduğunu. Bir kenara çekilme, bir dünyasızlık hali, yalnızlığa gönüllü olma, dünyaya ve kendine uzaktan bakabilme söz konusudur. Bana göre bu hali dervişler, mutsuzlar ve yazarlar göze alabilirler. Yalnızlık başkaları için trajik bir yazgı iken, (dünyasızlık) yazarın güzel bahtıdır (en azından benim için öyle.) Bu yüzden böylesi bir yalnızlıkla, göze alınan dünyasızlıkla yazılan güçlüdür, hatırlayın...

Yazar, yalnızlıkta mukim; yazılan da, bu şartla muteber. Sonra kitaplarla, edebiyatla beslenmiş büyütülmüş bir dünya da yazmaya kapı açıyor...

Demiştim, düşlenen değişir; ama her yazarı yazmaya tetikleyen; yalnızlığını anlamlı kılmak, anlamaya çalışmak ya da aşabilmek derdidir, bana kalırsa. Neyle yapabilir bunu; yaşadıkları, yaşadıklarından kalan hüzünler, fark edişler... yaşayamadıkları, kalbinde büyüyen ukdeler, bin bir insan haliyle, baş başa kaldığı yazgısıyla...

Benim cevabım ise bir kenara çekilmişliğimle başlar... ve, hani, sûfi kültüründe hepimiz bir uykuda bir rüyanın içinde ve bir rüyayızdır ya, benim yazarken düşlediğimi, bana gösterilen rüyalara derinleşmek olarak zikredebilirim.

• Bu durumda yazar nereden beslenir en çok, hani yaşamdan ya da kitaplardan diye meşhurdur; bunu size nasıl yöneltmeli? Rüyalardan kastınızı biraz açalım mı?

Bana kalırsa yazar yaşamaktan beslenir en çok, okudukları dahi ya da yaşayamadıkları bile yazıya dönüşmeden evvel yazıcının içindeki yaşamın zenginliğinde bir karşılık ya da bir yankı bulur hiç olmazsa. Yaşadıklarından, yaşamayı istediklerinden ve bunların terkibi veya encamı olan neticelerden; okuduklarından, okuduklarında kendine yer bulduklarından, çoğaltabildiklerinden vs... Ama her iki kaynak da, yazıda insanla buluşur.

Bana gelince ben gördüğüm ya da görmek istediğim rüyaları yazıyorum, ama kalemimi besleyen yaşadıklarımdan çok okumalarımdır. Ama okuyarak beslenmeniz için bile yaşamın içinizdeki varlığını, size has zenginliğini, yaşamaya açık pencerelerden görebilmelisiniz. Yani mesela bir şiir, bir hikâye yaşanmış bir zaman diliminin içeriğinden, bir hatıradan daha zengin çağrışımları barındırır benim için. O şiirde, o hikâyede yaşayan ben değilim ama bende dışa vurulacak sözcüklerin tohumunu atar, o tohumu büyütür ve dışarı yayar. Rüyalarıma derinleşme ve yorumlama imkânı hazırlar bana. Benim yaşamla ilgili algımda, varolma muhtevamda bir karşılığı vardır...

• Bildiğim kadarıyla roman yazmaya meyilli değilsiniz. Hikâye sizin ırmağınız. Hikâye rüya formuna daha uygun geldiği için mi böyle?

Ta kendisi. Evet, hikâyeyi bu kadar çok sevmemi ve hikâyeden başka bir türe sıçramak istemeyişimi benim dünyadaki var oluşumu temsil eden rüya istiaresine dayandırıyorum. Bir rüyadayım, bir rüyayım. Efendimiz'in "insan uykudadır, ölünce uyanır. Siz ölmeden önce uyanınız" hadisi yaşamımın dayanağı olan gayret ve teselli. Dünya hallerini, insan hikâyelerini bir rüya olarak algılamak, bir yerde "rüya bütün yaşananlar, rüya bütün çektiğimiz" diye-bilmek, bu vecize ile sağladığım kurbiyet beni en çok hikâye anlatmaya yaklaştırıyor.

Rüyalarımız asıl olanın kendisi değil, ama gösterici, doğrulayıcı, olacak olanın yansıması, imâsı... Bu beni çok etkiliyor. Rüya ile amel edilmez, ama rüya vahyin cüzlerinden biridir. Peygamber mirasıdır. Mesela tasavvuf terbiyesinde müride yol gösterme verilerindendir. Bu terbiyede her rüya hususi olarak yorumlanır...

Hz. Yusuf'un zengin hadiseli kıssasında beni en çok etkileyen rüya bahsidir mesela. Hz. Yusuf yazgısını yolun en başında bir rüya ile görmüştü. Zindan arkadaşlarının yazgıları rüyalar halinde yaşanmadan evvel belli olmuştu. Onlara rüya perdesinde yaşayacakları hikâyeler gösterilmişti. Ben, hikâye yazmaya başlarken en çok da kıssaların dilinden etkilenmiştim. Bu etkilenme, rüya-hikâye bağı o zamanlar oluşmuştu.

Bu yüzden olmalı rüya anlatır gibi yazmak istedim hep. Çünkü hikâyeciliğimi rüyalarıma derinleşmek olarak görüyorum. Rüyalar, sembollere, istiarelere dayalı yapısı ve yoruma mecbur muhtevası sebebiyle hayatın içinden değillermiş gibi gelir. Ama rüyalar insana ve onun hikâyesine matuftur; bunları çözmek, anlamak için bir veri, bir yoldur. Bana göre rüyaların dili de hayatın dilidir ama farklı, bir hiyeroglif gibi çözülmeyi gerektirir. Ben bu dili, bu çözümleme yolunu seviyorum. Hayal edebiyatı besler deniliyor ya benim edebiyatımı en çok rüya besliyor.

Başa, bir rüyada bir rüyayız cümlesine dönerek okursak, gördüğüm, görmek istediğim rüyaları hikâye ile anlatıyorum, diyebilirim.

• Siz zaten Uykusuz Düşler isimli kitabınızda bir rüya dilini kullanıyordunuz. Semboller, istiarelerle kurgulanan düşsel bir kitaptı? Sizce hikâyeniz kendine modern anlatının içinde yer bulmakta zorlanmıyor mu? Anlaşılmamak gibi bir risk taşımıyor mu? Nasıl bir boşluğu doldurmaya çalışıyorsunuz ki?

Bendeniz edebiyat servetinin incilerini klasik hikâyenin ırmağında buldum. Benim hikâyemin damarı klasik tahkiyeden beslendiğine göre semboller 'bildik' bir yatak aslında. Irmağın yeri bellidir; yağmurun akan suyu da yolunu o ırmakla buluşmayı umarak sürdürür ve sonunda oraya dahil olur. Klasik İslam tahkiyesinin kültürel kodlarla anlaşıldığı doğrudur. Yani bu hikâyenin meyvesini devşirebilmek için çekirdeğinin şifresine sahip olacaksınız. Bu anlamda Uykusuz Düşler buna dahil. Kısmen Şem ile Pervane de...

Bu kastetdiğiniz manada bir risk taşıyor. Uykusuz Düşler de böyle bir kaderi yaşadı zaten. Orada yer alan hikâyeler (yazıcısının) ölmeden evvel ölebilme düşleriydi. Yazarının kendine, hayata ve ölüme dair hüsnü zannıydı. Modern yaşam içinde kendine yer bulamayacak cümlelerden mürekkep oldukları bu açıdan doğru. Ama bir ucube de değildi; yani bir edebiyat geleneğine eklemleniyor, bir zincirin halkası olarak bir hikâye süreğini izliyordu. Bu klasik İslam tahkiyesinin bir yerlerde kesintiye uğrayan zinciriydi. Bir yerde söylemiştim, oradaki hikâyeler, Gogol'ün Paltosu'ndan değil, Attar'ın, Simurg'a doğru yol alan altın kuşları arasından çıktılar, diye.

Hikâye yazmaya, yazdıklarıma aidiyetimi ise, Hz. Mevlana'nın beni çok etkileyen söz başı ile açıklamayı severim. Malûm menkıbedir; hazret, mesnevinin ilk beyitlerini sarığının arasından çıkarıp Hüsamettin Çelebi'ye uzatır ve " Senin gönlündeki istek bana aksetti" der. Sonra "Artık sen yazarsan söyleyebilirim" diyerek hikâye içinde hikâye olan mesneviyi dile getirir, Çelebi de yazar. Benim gönlümün isteği de dışarıya yazı olarak yansıyor. Gönlüm "sen yazarsan ben de söylerim" diye sesleniyor, eyvallah deyip yazıyorum. Uzun zaman geçiyor ki gönlümden bir şey yansımıyor, anlıyorum ki ben kurak düştüm, gafletteyim... Böyle yani.

Bir boşluğu doldurmaya gelince... bunun için benimsediğim bir hedef değil, sevdiğim ve dahil olmak istediğim bir yol bu hikâye... Bu hikâye damarını çok önemsiyorum ve kesintiye uğramadan akması gerektiğine de canı gönülden inanıyorum. Bu anlamda bir boşluğu dolduracak işlevi olursa da hikâyemin bu beni onurlandırır.

Uykusuz Düşler'in benim yaşamımda çok hususi bir yeri olacak hep. Kusurlarına, bahtsızlığına rağmen, ne yazarsam yazayım, onu ayıracak ve diğer kitaplarımdan daha çok seveceğim.

• Ya son kitabınız, adından başlayalım isterseniz; Kalp Süvari'leri kimlerdir?

Kalp Süvarileri on altı Allah dostunun menkıbesinden derlenmiş hatıralardan oluşuyor. İmam Gazali, Hz. Yesevi, Hz. Mansur, Hz. İbni Arabi, Mevlana ve Şems hazretleri ve dahası...

Kimisi aşk, kimisi ilim, kimisi irfan yolcusu; ama her biri de insan-ı kâmil. Her biri (Mûtu kalbe en temetû) ölmeden önce ölmenin kahramanı, bu büyük sırrın tanığı. Dolayısı ile Kalp Süvarileri, insanı kâmil'in serüvenlerini hikaye eyliyor.

• Kalp Süvarisi olmak modern insana nasıl aksedebilir? Ölmeden önce ölmenin kahramanı olan ehli irfan, ehli hikmet, modern insanın hikâyesi ile nerede nasıl kesişebilir sizce?

Bu günün insanının serüvenini, dünün insanın serüveninden ayırmak doğru değil. Nefsin davası ile kalbin davası değişmiyor. Bu kavga bitmez. Nefs, aşağı, değersiz, fani olanı temsil ediyor. Kalp ise nur'un, sonsuzluğun, doğrunun sembolü... En düşük nefs olan 'emmare' kalbi emri altına almak davasından vazgeçmez. Emmare'ye karşılık, kalbin temsil ettiği nura uygun yaşamanın önündeki engelleri kaldırmak isteyen hz. insan, emmare'den kurtulmakta kararlıdır. Levm eder emmare'yi; onun zaferlerinden utanır, pişmanlık-sıkıntı duyar. Sıkıntısı, gayreti ona nurani ilhamlar verir. Levvame'den mülhime mertebesine varır. Nurani ilhamlara riayet ettikçe mutmain olur. Tatmin olmuş nefse ulaşır. Bu serüvenin talipleri, nasipleri, hikâyesi değişmez.

Dünün insanı içinde aynı günahlar ve aynı nur söz konusudur bu günün insanı için de. Bütün insanlar halifetullahtır; bu hikmete uygun yaşayanlar ve bu hakikatten gaflette olanlar vardır. Bu hikmete uygun yaşamak isteyenlerin korkusu dinmez, gayreti bitmez. Onlar, Yusuf (as) gibi "Ben nefsimi temize çıkarmam" edebiyle ve sakınarak yaşarlar.

Kalp Süvarileri ise mutmainne'den sonrasına erişmiş velilerdir. Radiyye, Mardiyye, Safiye...

Ama menkıbelerinde meleklerin hikâyeleri değil insan'ı kâmil gerçeği yer alır, unutmamalı. Dünya gerçek yüzüyle vardır o menkıbelerde, insan gerçek halleri ve mertebeleriyle vardır. Kendini bilmek davası, ölmeden evvel uyanmak gayreti vardır. Rabbi bilme inceliği, aşkı vardır. Ölümsüz insan ve ölümsüzlük sırrı vardır. Kalbin sonsuzluğu saklayan haritası, aşkın en yüce ilmi vardır...

Diyeceğim, emmare'den -nasibince- kemalâta yürümek isteyen her insanın, onların elini tutmaya ihtiyacı var. Bu yolculuk özel bir dava değildir; her insanın sorumlu-bağlı olduğu serüvendir. İnsan'ı kâmili temsil eden veliyullahın ise her nefse söyleyecek sözü, bağışlayacak güzelliği, ihsan edecek zenginliği, nuru bulunur. Ta kıyamete kadar gelecek insan nesilleri, kıyamete yaklaştıkça kaybolma riskine daha fazla muhatap olarak, veliyullahın izlerine, menkıbelerinin feyz ve bereketine daha da muhtaçtır. Bu hikâyeler bu kurbiyet ile yazıldı ve bu niyet ile okunmalı...

• Kalp Süvarilerinde yer alan hikâyeler veliyullahın yaşamından birebir alınmış pasajlar mı yoksa işin içine kurgu da girdi mi?

Hemen hemen tümüne yakınının hikâyesi yaşanmış vakıadan, serüvenden alınarak yazıldı. Ama mesela Rabiat'ül Adeviye'nin hikâyesinde yer alan Abde isimli kahraman kurgu ürünü. Hz. Rabia'nın onunla arasında geçen konuşmalar ise farklı zamanlarda farklı kişilerle arasında geçen konuşmalar. Bu manada bir çok hikâye kurgusal destek aldı sayılır. Yani İmam Gazali'nin çöldeki yolculuğu muhayyilemin çizdiği bir kurgudur. Buna benzer zenginleştirmeler, elimdeki malzemeyi hikâyeye dönüştürmek için hayale baş vurma girişimi oldu haliyle. Ancak her hikâyenin özü sayılan ruh, veliyullahın hatırasının kendisi.

• Yazıcı, bu hikâyeler de ne biçimde yer alıyor? Zira yazıcı yazılandan uzak değildir. İrfan ve hikmet ehlini anlatmak, hikâye etmenin hangi hali?

Zor hali... ve cesaret istiyor. Ama zor olduğu kadar gerekli de. Ben bu hikâyeleri -hatıraları- yıllarca sakladım kalbimde, zihnimde. Her hatırayı önce kendime seslendim. Her seferinde gafletli hallerimden utandırdı beni bu hikâyeler. Yayımlamaya cesaret edemedim uzun zaman. Bunları hikâye eylemek ve sunmak için ihlasımı, gayretimi, imanımı yeterli sayamadım. Hz Adem'in "Ya Rabbi nefsime zulmettim, sen beni affet" itirafı benim asıl tespihim iken bu kitabı yayımlamak nasip oldu. "Kişi sevdiği ile beraberdir", "hatırasını yad ettiğiniz kişilerle beraber olursunuz" hadislerinin ümidine bağlandım. Madem hatırama böyle bir eser nasip oldu, bana bir hasenat isabet etti diye de sevindim. Yayımladığım kitapları elime aldığımda, onların, hayır hasenatım olabileceklerini, bana şefaat edebileceklerini düşünmek beni ümitlendiriyor.

Kalp Süvarileri'nin meselâ, hatıralarından derlediğim güzellikler benim aradığım, olmak istediğimdir. Gafletli hallerimden utanarak da olsa dile getirebileceğim nasiplenmek istediğim biricik menbadır. Onlardaki güzellikler bir koku gibi fıtratıma sızsın dilerim. Onlardaki nur, incecik de olsa yağmur olup kalbime değsin isterim.

Maateessüf benim çorak iklimime her hikâyeden inleyen bir ney kalıyor. Ne ki ben, inlemek bahsinden nasiplenmek için ümit varım. İzlerinde gezindiğim o mübarek hatıralar benim yaşamım boyunca dönüp dönüp kendimi görmek için baktığım ayna olacak. Bana çirkinliğimi gösterip utandırabilir, güzelliğimi gösterip gayrete getirebilirler. Ben bir nebze olsun güzelleşeyim, gayrete geleyim için yazdım Kalp Süvarileri'ni. Allah utandırmasın dilerim.

• Amin ve teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Bu söyleşi, İkindi Yağmuru dergisinin 8. sayısında yayımlanmıştır.
24 Şubat 2008

18 Mart 2009 Çarşamba

Kur'ân'daki Peygamber Kıssalarını Nasıl Okumalıyız?

Fatma Bayram

Kur'ân neden kıssalar anlatır?

Onu, uslubuna ve konularına alışık bir gözle değil de ilk kez okuyanlar bu kadar sık kıssa anlatan ve üstelik de aynı kıssayı bazen defalarca anlatan bir kitapla karşılaştıklarında neler hisseder?

Allah'ın insanlığa indirdiği en son mesajı okurken kendi hayatı ile ilgili ilahî beklentileri bulmak isteyen biri yoğun bir şekilde binlerce yıl öncesinin kıssalarını bulunca ne düşünür?

Evrensel bir ilahî metinde, üzerinde fazlaca düşünmeye zaman ayırmadan bugüne ve kendi sorunlarına doğrudan mesajlar bulmak isteyen günümüz insanının binlerce yıl öncesinin olaylarını anlatan bir kitapla karşılaşması onu nasıl şaşırtır ve sukut-u hayale uğratır.

Günümüz insanının en önemli özelliği, düşünerek sonucu kendisinin çıkaracak kadar vaktinin olmamasıdır. O hep kendi ürettiği sorunlara sizin paket sonuçlarla çözüm bulmanızı ister. Bir sorun karşısında iki ya da daha fazla seçeneğin önüne konması bile onu zor durumda bırakır. Çünkü bu durum onun kararlarını kendisinin almasına ve bu kararın sorumluluğunu da bizzat kendisinin üstlenmesine neden olur. Özellikle dinî konularda danışan insanların onları bir kaç seçenek karşısında serbest bırakmanız durumunda ne kadar şaşırıp bocaladıklarını kendi tecrübelerimizle biliyoruz. İnsanlar ne kadar aksini iddia etseler de aslında hayatlarına dair kararlarını kendileri almaktan son derece ürkmekteler. Erich Fromm'un dediği gibi özgürlük sorumluluk demek olduğundan aslında çoğu insan özgürlükten kaçmakta ve bağımlılığın güvenli kucağına koşmaktadır.

"Kur'ân neden kıssalar anlatır?" sorusu Kur'ân'ın yetiştirmek istediği insan tipiyle alakalıdır. Bu soruya doğru cevap verebilmek için önce "Kur'ân nasıl bir insan yetiştirmek istiyor?" sorusunu cevaplamamız gerekmektedir.

Kur'ân bizi nasıl görmek istiyor? Yalnızca inancımız, ibadetlerimiz ve dindarlığımız açısından değil; aynı zamanda kişiliğimiz, karakterimiz, dünyaya bakışımız, insanlığımız ve bütün bir halet-i ruhiyemiz açısından bizi nasıl görmek istiyor? Sağlam iman, güzel ibadet, samimi dindarlık hep bu karakterin üzerine bina edilecektir. İnsani değerler açısından Allah'ın istediği gibi olamayan dinî değerler açısından Allah'ın istediği gibi olabilir mi? Allah'ın istediği gibi olmak derken sadece davranışlardan bahsetmiyoruz; aksine davranışlarımızın kaynağı olan düşünce ve duygularımızın Allah'ın istediği gibi olmasından bahsediyoruz. Zihnen ve kalben salim olmayan birinin salim davranışlar gösterebilmesi mümkün mü? Gönlünden geçenlerin aksine davranabilmeyi insan ne kadar sürdürebilir ki? İnsan davranışları üzerine çalışanlar bunun ancak kısa süreli ilişkiler için mümkün olabileceğini söylüyorlar. Hayatımızın asıl kalitesini belirleyen uzun süreli ilişkilerdeyse sürekli rol yapabilmemiz neredeyse imkansız. Hep -mış gibi- yaparak yaşamak insanlardan çok daha önce kendini kandırmak ve kendi biricikliğine ihanet ederek sıradanlaşmaya yol açar. Bütün benliği ile Müslümanlaşamayan birisinin yalnızca görüntü olarak Müslümanlaşması yani bir nevi -mış gibi- yapması hiç yoktan iyi gibi gözükse ve hepten boşvermeye tercih edilecek takdire şayan bir gayret olarak algılanması gerekse de Allah'ın bizden asıl istediğinin bu olmadığı açıktır.

Benlik, kişinin kendisini algılama biçimi, insanın bizzat kendisi hakkındaki kanaatlerinin toplamı ve varoluşuna yönelik değer yargılarının bütünü ise günlük yaşantımızda bize en önemsiz ve basit gelen küçük bir davranışımızın dahi aslında benlik algılayışımız hakkında nasıl önemli ipuçları içerdiğini görebiliriz. Bu açıdan bakmadığımızda önemsiz olan hiçbir şeyin olmadığını yerken, içerken, giyinirken, kazanır-harcarken, alışveriş yaparken, misafir olur ve misafir ağırlarken, çocuklardan bahsederken, para edinirken, dostlarımızı dinler ya da onlara bir şeyler anlatırken, okumak için bir kitap seçerken, birine rastladığımızda yüzümüzdeki ilk ifadeyi takınırken, aslında bunların ve daha fazlasının bizim temel insani yapımızın bariz dışavurumları olduğunu göremeyiz. Karşımızdaki insanın ve hayatın bize davranışını bizim tetiklediğimizi, bizden gelen uyaranı kendi benlik düzeyinde yorumlayarak bize yansıttığını görmek yerine, hep haksızlığa uğradığımızı düşünüp kendimize acıyarak mutlu olmayı seçeriz. Başarısızlığımızın sebepleri arasında bizim dışımızda ve engelleyemeyeceğimiz bir tanesi hep orada bir yerde yeri gelince kullanılmak üzere hazır bekler.

İşte Kur'ân'ın yetiştirmek istediği insan tipi hayatın şartlarını gerekçe göstererek kendi sıradanlığını, başarısızlığını, itilip-kakılmasını ve daha da önemlisi ilkelerine göre bir hayat ortaya koyamamasını mazur gören ve gösteren biri olamaz. Çünkü Kur'ân'ın bize anlattığı kıssalarda olumlanan ve âlemlere örnek olarak sunulan insanlar hemen her zaman bizlerden daha olumsuz toplumsal şartlarla karşılaşmışlar, ama hiç bir zaman o şartların mahkumu olmamışlardır. Hep dönüştüren insanlar olmuşlar; dönüştüremedikleri durumlarda dönüşen olma rahatlığını da seçmemişlerdir.

"Kur'ân neden kıssalar anlatır?" sorusunun cevabını ararken genellikle "örnek sunma" açıklaması çıkar karşımıza. Bu o kadar açık bir sebeptir ki bizi tatmin etmez. İnsan cinsinin hayatının her döneminde müsbet-menfi örnek şahsiyetlerle tanışma ve onları model alma davranışı bugün beşeri ilimlerle azıcık ilgilenen herkesin malumudur. Dahası aklın muktezasıdır.

Kur'ân kıssaları elbette ve kesinlikle insanın bu ihtiyacına cevap verir. Ama bunun da ötesinde Kur'ân, kıssalar anlatarak inşai âyetlerinin insanoğlunun nefsani dürtüleri doğrultusunda yorumlanmasını engeller. Bir konuyu insanlara gerek ders verme, gerek öğüt ve nasihat yoluyla, gerekse de ilmî bir konferans usulüyle sunan kişiler anlattıkları konunun muhatapları tarafından yanlış anlaşılmasını engellemek, daha anlaşılır ve akıllarda kalır hale getirebilmek ya da mevzunun -özellikle ahlaki bir konu ise - yaşanabilirliğini gösterebilmek amacıyla yaşanmış ya da muhayyel örnekler verirler. Bu bir eğitim metodudur. Muhatabımızın zihnindeki şüpheleri bertaraf eder. Aynı zamanda elbette bir model sunmuş olur. Kur'ân kıssaları da aynen bu şekilde Kur'ân'ın kıssalar dışındaki âyetlerinin doğru anlaşılmasını ve hep hazırda bekleyen mazeretler üretme mekanizmasının devre dışı kalmasını sağlar.

Daha bunun gibi sayısız hikmete mebni anlatılan Kur'ân Kıssaları her zaman muhataplarının hayatlarının içinde olmaya devam edecek ve onlara, ötelerden, kişiye özel mesajlar taşımayı sürdürecektir. Elbette onları öyle okumaya niyet edenlere...


Kaynak: SonPeygamber.Info Sitesi

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı