22 Eylül 2008 Pazartesi

HZ. PEYGAMBER'İN SÜNNETİNİ ANLAMA VE YAŞAMA

Prof. Dr. Salahattin Polat
SonPeygamber.Info Sitesi


Müslümanlar arasında sünnet kavramının içeriği konusunda bazı kargaşalar ve sapmalar yaşanmakta oluşu sünneti doğru şekliyle anlamayı bir problem olarak ele almayı gerekli kılmaktadır.Gerek sünneti yaşamaktaki aksaklıklarımız, gerekse son yıllarda yeniden gündem konusu olan,sünnetin dindeki yeri ve değeri üzerindeki tartışmalarda sünnet anlayışının önemli ölçüde rolü olduğu kanaatindeyiz.


İnsanlar kavramlarla iletişim kurarlar. Kullandığınız kavrama hangi anlamı verirseniz verin, karşınızdaki kişi kullandığınız kavramı kendi yüklediği anlam ve muhteva içerisinde algılayacaktır. Eğer taraflar kullandıkları kavramlara net bir şekilde aynı anlamı yüklüyorlarsa sağlıklı iletişimden söz edilebilir. Aksi halde birbirlerini anlamayan kişilerden oluşan toplumlarda kavram kargaşasından kaynaklanan birçok sosyal problem baş gösterir. Şu halde, sünnet kavramı üzerinde ilmî bir uzlaşma zarureti vardır.Zira sünnet anlayışı farklı olduğunda herkes kendi anladığı sünneti yaşamaya ve topluma empoze etmeye kalkar.

Sünnet denince Müslümanların aklına genellikle ilk defa Peygamberimizin kıyafet, âdap ve ibadetlerindeki müstehaplarla ilgili uygulamaları gelmektedir. Rasûlullah'ın yüksek ahlâkına dair meziyetlerinin veya iktisadî, hukukî, siyasî uygulamalarının ilk akla gelen sünnetler arasında, hatta sünnetler arasında sayıldığına pek rastlanmıyor. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Müslümanlara verilen hatalı, noksan ve bütünlükten uzak sünnet imajı, onları şekilci ve davranış kalıplarını taklitten ibaret bir sünnet anlayışına götürmüştür.

Böyle yüzeysel bir sünnet anlayışının oluşmasında müstehap anlamına gelen fıkıhtaki sünnet kavramının birbirine karıştırılmasının rolü olsa gerektir. Halkın çokça yüz yüze geldiği ilmihal kitaplarında müstehaplar sünnet kavramı ile başladığından, halk, sünnet deyince Peygamberimizin bu tür davranışlarını anlamaktadır. Bunun sebebi de halkın dinî bilgisinin yüzeyselliği ve ilmihal kitaplarının çağın ihtiyaçlarına göre geliştirilmemiş oluşudur.

Böyle bir sünnet anlayışıyla fert ve toplum inşâsı mümkün müdür? Yani yukarıda sayılan sünnetleri her Müslüman ihmal etmeden yapsa Peygamberimizin hedeflediği hayat tarzı gerçekleşmiş olur mu? Kesinlikle hayır. Çünkü Allah da, Peygamber de insanın kalbine, iç dünyasına, inancına, ahlâkına, sosyal ilişkilerine, dışından çok fazla önem vermektedir. Sünneti, dolayısıyla İslâm'ı şekle ve lafza mahkûm ettikçe, dışı Müslüman fakat inancı, dünya görüşü, ahlâkı, sosyal ilişkileri Müslümanlıkla bağdaşmayan insanlar üretmekten kurtulamayız. Kaldı ki, hayatın her yönüne sirayet etmeyen bir sünnet anlayışı, hayatın sünnet tarafından boş bırakılan kısımlarının İslâm-dışı uygulamalarla doldurulmasına yol açar.

Sünnete uyma konusunda bir diğer hata da, fert ve toplum bütünlüğünü göz ardı etmektir. Bir kısmımız ferdî hayatında sünneti yaşamakla sünnete uymuş olacağını zannederek toplumsal sünnetleri ihmal etmekte bir kısmımız da sosyal hayatta sünneti ihya edeceğim diye nefsinde gereken sünnetleri ihmal etmektedir.Halbuki Kur'ân ve sünnetin eğitim metodu, önce İslâm'ın gönüllere ve ferdin hayatına hâkim olması, sonra toplum hayatında makes bulmasını sağlamak şeklindedir. Bunları söylerken toplumun ferdi etkilediğini veya her sistemin kendi fertlerini oluşturduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat istenmeyen toplumsal yapıyı değiştirirken, özellikle ahlâkî olgunluk hedeflenirken işe nereden başlanacağını, neye öncelik verilmesi gerektiğini, hangi merhalelerin aşılmasının zarurî olduğunu Kur'ân ve sünnetten çok iyi tespit etmek gerektiğini vurgulamak istiyoruz.

"Sünnet nedir, ne değildir?" sorusunun cevabına geçmeden önce sünnetin klâsik tanımını hatırlatmak yerinde olacaktır. Arapça bir kelime olan "sünnet", birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı gibi anlamlara gelir. Terim anlamıyla "Sünnet" denince Peygamberimizin söz, fiil ve takrirleri anlaşılır. Takrir Arapçada onay demektir. Peygamberimiz bilgisi dâhilinde yapılan bir davranış veya söylenen söze, karşı çıkmamışsa bu onun, o davranış veya sözü onayladığı, en azından mübah saydığı anlamına gelir. Çünkü insanları Allah'ın rızasına ters olan her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir peygamberin –üstelik kendisinin her davranışının ashâbınca takip ve taklit edildiğini bile bile- Allah'ın rızasına ve dine muhalif bir davranış karşısında susması düşünülemez. İşte bu yüzden âlimlerimiz Peygamberimizin susmasını ve tepki göstermemesini onay saymışlardır. Tabi ki bilgisi dâhilinde olmak şartıyla.

Kısaca söylemek gerekirse sünnet, Peygamberimizin hayat tarzı demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şeklidir denilebilir. Şu halde Peygamberimizin sünnetinin temelinde onun hayat anlayışı vardır. İnsanlar tarih boyunca "Ben kimim, nereden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?" gibi sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdikleri cevaplara göre hayata anlam vermişler, hatta gayelerini buna göre tespit etmişlerdir. İşte Cenâb-ı Hakk gönderdiği peygamberler vasıtasıyla insanlığa bu soruların doğru cevabını bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir. Sünnet bir hayat tarzı ise –ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde sünneti yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki bu hayat anlayışı bizim itikat yani iman dediğimiz şeydir. Bu noktada sünnetin inanç, zihniyet boyutu söz konusudur. Yani Peygamberimizin hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam nasılsa, o nasıl bir imana sahipse, Müslümanınki de öyle olmalıdır. O'nun değer yargılarını aynen benimsemelidir. Sünnetin bu yönü asıl ve temeldir. Müslüman her şeyden önce onun iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir dünyasını kavramaya ve onu örnek almaya çalışacaktır. Müslüman, Rasulullah'ın tevhid anlayışını, nefis ve arzular dâhil hiçbir maddî veya manevî puta gönlünde yer vermeyişini, Allah'a rağmen hiçbir otorite kabul etmeyişini, kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu, kader ve tevekkül anlayışını, Allah'tan gelen her şeye rızasını, tedbir ve her işi Allah'a havale edişini, kâinatın her yerinde Allah'ın tecellilerini ibretle seyredişini, sebep-müsebbip anlayışını, ulûhiyet anlayışını, değer yargılarını iyi tespit edip, sünneti yaşarken bunları işin temeline koymak ve içine sindirmek zorundadır.

Bundan sonra sünnetin ibadet boyutu gelir. Bununla sadece onun ibadetlerini nasıl yaptığını değil kulluğu nasıl tezahür ettirdiğini, onun ibadetlerine hâkim olan ruhu, tabir câizse Allah'la ilişkisini kastediyoruz.Kişinin ibadetinin derûnî boyutu, imanına bağlı olduğunda, her şeyden önce ibadeti, sadece belli zamanlarda yapılan görevler olarak değil, hayatın her lahzasını içine alan bir kulluk ve mesuliyet anlayışına dönüştürecektir.Müslüman, dar çerçevede ibadetlerinde, geniş çerçevede bütün davranışlarında kulluk şuuru içinde olacak, ihlâs, huşu, huzur, ihsan, hamd, marifetullah gibi kulluğun özünü teşkil eden manevî hasletlerde Peygamberimize benzemeye çalışacaktır.

Sünnetin üçüncü boyutu, kişinin diğer insanlar ve eşya ile münasebetlerini ilgilendiren yönüdür. Klâsik literatürümüzde bu alan muamelât, ahlâk, âdap, eğitim, aile hayatı gibi konulardaki uygulamaları, sünnetin sosyal boyutunu teşkil eder. Bu yönüyle o, hem toplumun üyesi olarak, mükemmel bir İslâm toplumunun nasıl olması gerektiğini pratik olarak göstermiştir. Peygamberimizin kul hakkına karşı hassasiyetini; kuvvetin değil hakkın hâkim olduğu hukuk anlayışını; "Komşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir" buyruğundaki sosyal adalet anlayışını; yeryüzünde adaleti hâkim kılmaya esas olan ilây-ı kelimetullah anlayışını; her türlü sömürüyü bertaraf eden ve yaratılmışların en şereflisi olan insanın, insanca yaşamasını hedef alan ekonomi anlayışını, kısaca söylemek gerekirse onun toplum hayatında amaçladığı hedefleri ve esas aldığı ilkeleri sosyal hayatımızın temeline koymayı anlamalıyız. Onun şefkatini, merhametini, affediciliğini, müsahamasını, kolaylaştırıcılığını, yardımseverliğini, alçakgönüllülüğünü, fedakârlığını, vefakârlığını, diğergamlığını, güler yüzlülüğünü, dürüstlüğünü, sözüne sadakâtini, hilmini, cesaretini, cömertliğini, iktisadını, dünyanın geçici menfaatlerine değer vermeyişini, zühdünü, şükrünü, sabrını, azmini, sebatını, tevekkülünü, teslimiyetini, cana yakınlığını, tatlı dilliliğini, inceliğini, zerafetini, hayâsını, temizliğini, vakarını, izzetini, teennisini, yiğitliğini, emanete riayet etmesini elhasıl, tamamını burada sayamayacağımız bütün güzel hasletlerini içimize sindirip karakter haline getirmeyi hayat gayesi edinmeliyiz. Çünkü yüce Peygamber "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurarak ebedî risaletin gayesinin ahlâkî kemâle ulaşmış insan-ı kâmil yetiştirmek olduğunu vurguluyor.

Sünnetin bütünlüğü içerisinde en ufak bir detayın bile önemli bir yeri vardır. Fakat sünnetin kendi içinde mertebeleri olduğu da bir gerçektir. Bazı sünnetleri yerine getirmek farz, bazıları vacip, bazıları müstehaptır. Tersinden söylersek bazı sünnetlere aykırı davranmak haram, bazılarına aykırı davranmak mekruhtur.

13 Eylül 2008 Cumartesi

"Rabbim Her İşine Hayretteyim"

Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi, Haziran 2008

YEMYEŞİL bahçemizin, üç dut ağacından en beyazının ve en tatlısının altındayım. Sanki var oluşun odak noktasındayım.

Bir merak tuttu bugün. Dut ağacının macerasını bir de kendinden ve yakınından duymalıyım. Göz olup görmek, kulak olup dinlemek sevdasındayım. Sakın susuyor sanmayın ağaçları, her bir yaprakla ve her bir meyveyle konuşuyor onlar. Dallarında şakıyan kuşlarla konuşuyorlar. Hem de ne konuşmak…

Hayretteyim yine Rabbim. Bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş. Senin her işine, her dem hayretteyim.

Bu koca dut ağacı, bir zamanlar küçücük bir tohumdu. Ağaç olmak istedi Rabbinden, “Senin güzel isimlerinin nakışlarını kendimce, kendi kabiliyetimce göstereyim izin ver” dedi. Ve duası kabul olundu. Bu kadarla kalmadı, tohum ağaç oldu, ama ağacın duası hiç bitmedi. Bu defa da her bahar, yeşeren ellerini göklere doğru açıp, günler ve geceler boyu hiç aralıksız Rabbini zikretti durdu. Ona devamlı dualar sundu. Gün geldi duaları kabul olundu. Sonra meyveler belirmeye, o tatlı, bal gibi dutlar görünmeye başladı. Hem de yüzlercesi, yüz binlercesi birden beliriverdi dallarda.

Gün be gün belirlenen hedefe doğru yürüdüler. Olması gereken büyüklüğe gelince de kokular süründüler, kendilerine has renklere büründüler. Dikkatimizi çekmek, iştahımızı açmak için, dallarının elleriyle uzattılar bize kendilerini; “buyurunuz, geliniz, bismillah deyip yeyiniz” dediler. Bazı gözler görmese, bazı kulaklar duymasa da; kalp gözü ve kalp kulağı açık olanlar bu sesi, bu daveti duydular. Belki de bunun için buradayım, bu ağacın altındayım.

Hayretteyim yine Rabbim! Senin her işine, her dem hayretteyim.

Bahçemizin bir köşesindeki diğer ağaçta ise, tek bir dut bile göremedim. Bu ağacın dalları ise, meyvelerinin ağırlığından yerlere sarkmış. Belli ki maharet ağaçlarda değil; hepsi birer tablacı. Sen vermezsen, rahmet hazinenden göndermezsen eğer, onlar bize tek bir meyve dahi veremezler. Belli ki her ağaç bir servis penceresi gibi, Senin gönderdiğin nimetlerin takdimini, sunumunu yapmaktan başka bir görevleri yok. Yapan, yaptıran Sensin. Ağacın, dalın, her bir dutun arkasında iş gören, Senin bin bir güzel ismin.

Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Vedût, yâ Fettâh; bize burada tattırdığın bu leziz nimetlerinin asıllarını membalarını göster, bizi huzuruna ve ebedî ziyafetgâhın olan cennetine al. Orada da yedir, orada da nimetlendir.

Biz rızık isteyen aciz kullarınız. Sen ise dualarımıza en güzel şekilde cevap veren, Rahman ve Rahim olan Rabbimizsin.

Kendinden habersiz, içinde ne olup bittiğini bilmeyen kara toprağın bağrından, bu güleç yüzlü meyveleri bize gönderen sensin.

GÜNEŞTEN ışık gelmez, Senin emrinle gönderilir. Gökten yağmur inmez, ancak Senin emrinle indirilir. Toprağa emir gelir, “besle” diye; ve toprak, Senin emrinle çekirdeği besler. Bir küçücük çekirdek yüzlerce kiloluk bir ağaç olur; göklere uzanır devrilmez. Köklere emir gelir, “toprağa yapışın” diye ve ağaçlar ayakta kalır; yine Senin emrinle…

Güzel Allahım, güzel Rabbim, Senin emrinle toprak binlerce çiçeği, binlerce yaprağı besler büyütür. Sessiz, gürültüsüz bir fabrika gibi yıllarca çalışır durur. Fakat o topraktan neredeyse hiçbir şey eksilmez. Neden bu böyledir? Bir akıl ve bir iman sahibi çıkıp sormayacak mı? “Kim bu işleri yapan harika sanatkâr” diye sorup öğrenmeyecek mi? Cevabı açıktır; hepsinin rızkı, onları besleyip büyüten Rabbin hiç tükenmeyen rahmet hazinelerinden gelir.

Kara toprağın bağrından, tertemiz rızıkları çıkarıp, onları en güzel tat ve kokularla donatan Allahım; en lâtif ambalajlar içinde takdim eden Yüce Rabbim, Senin her işine ve her şeyine hayretteyim…

Bir meyve deyip geçtiysem, gafletle ya da küçümseyici bir bakışla bu işleri görmezden geldiysem, sonsuz rahmetinle affet. Bir tek meyve için, Senin dünyalar dolusu şükre lâyık olduğunu görüyor ve biliyorum. Bu şükür duasını, sonsuza kadar hiç bıkmadan ve yorulmadan söylemek istiyorum. Niyetimi kabul eyle… Ağaçların, meyvelerin ve çekirdeklerin niyetlerini kabul eylediğin gibi, benim de dua ve niyetlerimi kabul eyle.

HER GÜN son gün gibi geliyor; her akşam son akşam gibi. Her namaz vakti, son namaz vakti gibi; bir telaş, bir heyecan içindeyim. Yapılacak bunca iş, telafi edilecek bunca zarar ve ziyan varken, sermayem gün be gün erirken, ya kalbim birden duruverirse? Ya aldığım şu birbirinden mukaddes olan nefesler biterse, diye derin düşüncelerdeyim…

Geçen gün, bir dostun cenaze namazında helâllik verilirken bir hoca efendinin konuşması içimde yer etti: “Bu kardeşimize şahitlikte bulunup, helâllik vermekle görevimizi yapıyoruz, bu gayet güzel; ancak biz de yaşayanlar olarak, yeryüzünde Allahın ve hakkın şahitleri değil miyiz? Bizim de üzerimizde birçok kul hakkı yok mu? Vakit ve fırsat varken, üzerimizdeki haklar ve hukuklar için, onların sahipleriyle şimdiden helâlleşmemiz gerekmiyor mu? İlle de vefat edip, musalla taşına getirilip, helâlliği burada mı almamız gerekiyor? Bunu yaşarken yapmalıyız, mahşere kalırsa işimiz çok zor,” demişti.

Merhum Ali Ulvi Kurucu Bey hatıralarında, rahmetli Bekir Berk Ağabeyin, vefatından önce, iki üç yıl boyunca, uzak yakın demeden bütün tanıdıklarına ulaşmaya çalışıp, herkesten tek tek helâllik almak için sergilediği ince ve hassas davranıştan sitayişle bahseder.

Rabbim, kimin üzerimizde az ya da çok hakkı var ise, hak ve hukuklarını helâl etmeleri için vekilimiz Sensin. Hasbünallahi ve ni’mel vekil. Sen ki, ne güzel vekilsin. Rahmetin öylesine kuşatmış ki dört bir yanımı, zerrece boşluk yok… Rahmetinden uzak tutma bizi…

Hayranım Sana. Her işine, her şeyine, her dem hayretteyim Rabbim.

Ey kuru dallara can verip dirilten Rabbim! Bizim de hayatımıza yepyeni bir can bahşeyle. Günahlarımızı rahmetinle affeyle… Belki bu dua için buradayım, bu ağacın altındayım.

Damarlarım boşalmış, kurumuş adeta. Dolmayı, yeniden doldurulmayı bekliyor. Şu an altında bulunduğum bu bereketli ağacın içimi tazelemesini, ruhumu beslemesini Senden niyaz ediyorum Rabbim. Yeryüzündeki bütün meyveler, bu bahar da bizden bir şükür ve tefekkür görevi bekliyor. Bunu hiç olmazsa bu dut ağacının altında; bütün yeryüzündeki ağaçlar ve meyveler için yapılmış bir niyaz olarak bizden, tek tek hepimizden, bütün müminlerden en samimi bir dua yerine lütfen kabul eyle. Belki de bunun için buradayım. Yeryüzündeki fettahiyet hakikatinin bir ağaçta şahidi olmak için buradayım. Hiç olmazsa bu bahar geç kalmamalıyım…

EY Rabbimin bin bir isminin şahitliğini yapan yerler, gökler, ağaçlar, meyveler hakkınızı helâl edin. Ey doğan güneşler, batan aylar, ışıldayan yıldızlar, basıp geçtiğim topraklar, hakkınızı helâl edin. Ey sesini dinlediğim rüzgârlar ve ey yaşadığım baharlar hakkınızı helâl edin.

Allahım şefkat ve merhametin dünya ve ahireti kuşattığından ve rahmetinin ise çok özel cilveleri olduğundan, Sana sonsuza kadar hamd ve senalar ediyorum. Kalbimize bu sevgiyi koyan ve bize bu dersi veren biricik Peygamberimize de salât ve selâm olsun.


8 Eylül 2008 Pazartesi

Ahiretin İlk Durağı: Kabir

Süleyman Toprak
Selçuk Üniv. İlahiyat Fak.

Ölüm herkes için mukadder, ölümden kaçış ve kurtuluş yok; herkes ölümü tadacağını ve bir gün mutlaka öleceğini biliyor. Ama ölümle her şey bitmiyor. Ölümden sonra ne olacağını da insan merak ediyor ve bilmek istiyor. Acaba ölümden sonra da hayat devam edecek midir, yoksa ölümle her şey bitecek ve insan yok olup gidecek midir? Ölümle yok olup gitmekten hoşlanmayan, ebedilik duygusu ve arzusu ile yaratılmış olan insanoğlu, ölümden sonra da hayatının devam etmesini istiyor. İşte bu noktada ahiret hayatının varlığı gündeme geliyor. Bazıları ahiret hayatının ölümden sonra hemen değil de ebedi hayat için mahşerdeki diriliş ile başlayarak sonsuz devam edeceğini belirtmişlerdir. Bu anlayışa göre ölümle mahşerdeki diriliş arasında insanın kalacağı yer olan kabir ve berzah âlemi, ahiretten ve dünyadan ayrı bir âlem olarak düşünülmektedir. “İki şey arasındaki engel, hâil ve ayırıcı hudut” gibi manalara gelen “berzah” kelimesinin lügat manası bu izaha uygun düşmektedir.

Peygamberimiz bir hadislerinde kabir hayatını “ahiret duraklarının ilki”
1 olarak nitelendirdiği ve ölümden sonra insan dünyayı terk edip ahirete yöneldiği için biz kabir hayatını ahirete dahil etmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Ölümü müteakip çoğunlukla ceset bozulduğu ve aslı olan toprağa dönüştüğü için ölümden sonraki ahval ruhun ölmezliği ve bekâsıyla izah edilir. Nitekim ruhun bedenden ayrı bir varlığı olduğunu kabul edenler, onun bedenin yok oluşundan sonra da yaşayacağını kabul etmişler; ruha cesetten ayrı bir varlık tanımayanlar ise onu genelde cesetle birlikte öldürmüşlerdir. Birincilere göre ölümden sonraki ahvali izah mümkün olurken, ikinciler bunu imkânsız görmektedirler.

Kabir hayatı da dâhil, ölümden sonraki ahvalin tümü gayba ait meselelerdendir. Akıl ve duyularla bilgi edinme ve hüküm verme imkânı olmayan bu gibi konularda ancak Allah ve Peygamberinin haber vermesiyle yani Kitap ve Sünnet'le bilgi sahibi olunabilir. Hatta bazen onlar tarafından haber verilenlerin de mahiyet ve keyfiyetini tam olarak anlama imkânına sahip olamayabiliriz. Böyle zamanlarda aklın görevi, verilen haberin doğru olup olmadığını araştırmak, doğru ise olduğu gibi inanmak, kabul etmektir.

Ahiretin ilk durağı olan kabirde insan, sual, azap ve nimet olmak üzere üç durumla karşılaşır.
1- Kabir Suali:

Ölen kimse kabre vardığı zaman ilk karşılaşacağı şey sualdir. Ölü kabre konunca Münker ve Nekir adlı iki melek gelir, kendisini sorguya çekerler. Münker ve Nekir, kabre konulan insana Rabb’inden, dininden ve peygamberinden sual soran iki melektir. Dünyada mü’min olarak yaşamış ve bu iman üzere ölmüş olanlara Allah Teâlâ, meleklerin sorduğu soruların cevabını ilham eder ve -gelen sual meleklerinin heybetinden hiç korkmaksızın- sorulara kolayca cevap verirler. O andan itibaren de nimet ve mutluluk içinde kıyametin kopmasını ve ahiretteki makamlarına kavuşmayı arzu ile beklerler.

Dünya hayatlarında iman etme şerefine erememiş, küfür ve isyan üzere yaşamış ve öylece ölmüş olanlar ise, sual meleklerinden müthiş bir şekilde korkarlar; sordukları sorular karşısında şaşırıp kalır, cevap veremez, “Bilmiyorum.” derler. O andan itibaren kendileri için azap ve ceza başlar.

Kabir sualinin varlığına, buna işaret eden ayetler ve mana yönünden tevatür derecesine varan hadisler delalet etmektedir. Hadislerde açıkça anlatılan ve olmasında aklın hiçbir imkânsızlık görmediği bu konuda icma da vardır. Bu sebeple kabir sualinin olacağına inanmak gereklidir.

Birçok tefsirde açıklandığına göre, Kur’ân-ı Kerim’deki, “Allah, iman edenlere dünya hayatında da, ahirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri (kâfirleri) şaşırtır, Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim Sûresi, 14/27) ayeti kabir sualine delalet etmektedir. İbn Abbas, bu ayetin mü’minlerin kabirde sorguya çekileceklerine delil olduğunu söylemiştir.

Bera b. Azib’den gelen muhtelif hadislerde de Peygamber Efendimiz’in, yukarıdaki ayetin kabir suali hakkında indiğini bildirdiği ve ayetteki “ahiret” ile, mü’minin kabrinde sorguya çekilip de Allah’ın bir olduğuna şehadet ettiği ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i tanıdığı zamanın kastedildiğini haber verdiği rivayet edilmiştir.
2

Abdullah b. Mes’ud da: “Size bir hadis söylediğimiz zaman mutlaka Kitap'tan (Kur’ân’dan) onu doğrulayan bir şey getiririz. Müslim kabrine konduğunda oturtulur ve kendisine şöyle denir: “Rabbin kim? Dinin ne? Nebin kim?” Allah onu sabit söz üzere tesbit eder ve şöyle der: “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.” Bunun üzerine onun kabri genişletilir ve hoşça kokulanır.” diyor ve yukarıdaki ayeti okuyor. Demek ki bu ayeti o, kabir sualine ve bu sualde mü’minin doğru cevap verişine delil olarak getiriyor.

Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.), “Muhakkak ki bu ümmet kabirlerinde imtihana çekiliyor...”
3 dediğini çok sayıda sahabe rivayet ederler.

Ebu Hureyre’den sahih bir isnadla gelen bir hadis-i şerifte ise, kabrine varan kişinin oturtulacağı ve hangi din üzere olduğundan ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki itikadından sorguya çekileceği; ameli iyi olan salih kişilerin soruları cevaplayacağı; bunun üzerine kendisine Cennet ve Cehennem’in ikisinin de gösterilip Cennet’teki makamının bildirileceği haber verilmiştir. Kötü kişilerin ise şiddetli bir korku içinde kalacağı, sorulan suallere “Bilmiyorum.” diyeceği, bunun akabinde kendisine Cennet ve Cehennem gösterilerek, yerinin Cehennem olduğunun haber verileceği anlatılmaktadır.
4

İman, tevhid ve herkesin en fazla ihmali görülen hususlar hakkında olacak olan sualler, herkese kendi diliyle ve idrak edip anlayabileceği şekilde sorulacaktır.

Bu konudaki haberlerde sual esnasında ruhun, sorgulamayı idrak edip sorulan suallere cevap verebilecek kadar bir canlılık kazandırmak ve sualden sonraki nimet ya da azabı idrak ettirmek için bedene iade edileceği de bildirilmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamasına göre, kabirdeki sual ceset ve ruha birlikte olacaktır. Kabirde görülen nimet ya da çekilen azaptan da ceset ve ruh birlikte etkileneceklerdir.

Kabir suali, kabre konulsun veya konulmasın, -Allah’ın sualden muaf olmalarını dilediği kimseler hariç- herkese olacaktır. Suallere cevap verebilmek ise, dünyadaki yaşayış ve amelle ilgilidir. Bunun suallerin cevabını ezberlemekle bir ilgisi yoktur. Dünyada istedikleri kadar ezberlesinler, imanı olmayanlar orada cevap veremezler.

Gıybet etmemek, günah sözlerden sakınmak, anlayarak ve düşünerek çokça Kur’ân okumak gibi bazı iyi ve güzel amellerin kabirdeki sorgulamanın kolay olmasına sebep olacağı haber verilmiştir.

Kabir suali, umumidir, mükellef olan herkese olacaktır. Ancak Allah Teâlâ’nın, kendilerine bir ikram olmak üzere bazı iyi kullarını bu sorgulamadan muaf tutacağı da bildirilmiştir.
5
2- Kabir Azabı:

Allah Teâlâ, insanları günahlarından temizlemek için birtakım imtihanlar hazırlamıştır. Dünyada iken günahlarından tamamen temizlenmemiş olanlar berzah âleminde; orada da temizlenemezlerse yani, orada çektikleri azap da onları bütün günahlarından temizlemeye yetmezse, mahşerde; orada da temizlenemezlerse Cehennem’de temizlenirler. Böylece tamamen temizlendikten sonra tertemiz olarak Cennet’e girerler. Çünkü orası temizlerin yeridir. Dünyada iken hiç iman ve itaat etmemiş olanlara ise, berzahtaki ve mahşerdeki temizlik (azap) kâfi gelmez ve bunlar Cehennem’de ebedi kalmak suretiyle cezalandırılırlar.

Buna göre, kabirdeki azap ya da nimet, kişinin dünyadaki durumuna göre olacaktır. Yani herkes berzah âleminde karşılaşacağı durumu bu dünya hayatında hazırlar. Orada iyilere iyilik ve mükâfat, kötülere de ceza ve azap vardır.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kabirde sual, azap ve nimetin olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yani bu hususların varlığını ittifakla kabul etmişlerdir. Kur’ân ve sünnette kabir azabına açıkça delalet eden nasslar bulunduğundan kabir azabının olacağına inanmak gereklidir.

Kur’ân-ı Kerim’de iyilerle kötülere hayatlarında ve ölümlerinde yapılacak muamelenin farklı olacağı haber verilerek şöyle buyrulur: “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah gökleri ve yeri adaletle yarattı. Hem de herkese kazandığının karşılığı verilsin diye (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.” (Câsiye Sûresi, 45/21-22)

Bu ayetler, herkese amelinin karşılığının verileceğine ve adı geçen iki grubun ölümde ve ölümden sonra görecekleri muamelede eşit olmayacaklarına delalet eder. Böylece iman ve iyi ameli olmayanlar ölüm anından itibaren azapta, iman edip güzel işler yapanlar da nimet içinde olacaklardır.

Kur’ân-ı Kerim’de kabir azabına açıkça delalet eden ayetler vardır:

Firavun ve hanedanının ölümden sonraki hâllerini açıklayan: “Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edileceklerdir. Kıyamet koptuğu gün de: “Fir’avn ve kavmini en şiddetli azaba sokun” denilecektir.” (Mü’min Sûresi, 40/46) ayeti kabir azabına delildir. Çünkü kıyamet gününde onların daha şiddetli bir azaba sokulmaları emredileceğine göre, ondan önce sabah ve akşam arz edilecekleri azap kabirdedir.

Allah Teâlâ’nın Nuh kavminin durumunu beyan ederek buyurduğu, “Onlar suda boğuldular ve ateşe atıldılar.” (Nuh Sûresi, 71/25) ayeti de kabir azabının olacağına delildir. Çünkü ayette boğulmalarını müteakip hemen azaba sokuldukları haber verilmektedir. Ölümü müteakip berzah âlemine girdiklerine göre, girdikleri bildirilen azap da berzahtadır.

Kabir azabına delalet eden başka ayetler de vardır.
6 Kabir azabı hakkında Peygamber Efendimiz’den pek çok hadis rivayet edilmiştir. Diğer insanların muttali olamadıkları pek çok hakikate Allah’ın izniyle muttali olan Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Eğer ölülerinizi defnetmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabından (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua ederdim.” (Müslim, Cennet, 17) buyurmuş yine muhtelif zamanlarda ashabına, “Kabir azabından Allah’a sığınınız.” (Müslim, Cennet, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/296) diye emretmiş ve bizzat kendisi de kabir azabından Allah’a sığınmıştır.

Hatta bir defasında Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Beni Neccar bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerinin yanından geçerken azap sesini duyunca, yanındakilere kabir azabından Allah’a sığınmalarını emretmiş, onlardan birinin: “Ya Resûlallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorması üzerine de şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, (onların azabın şiddetinden attıkları çığlıkları) hayvanlar işitir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/225)

Burada Resûlullah’ın işittiği ve hayvanların da işiteceğini söylediği azap sesi, kabrinde azap görmekte olan kişinin feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kabir sualini anlattıktan sonra, kâfir ve münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azabı şöyle anlatır: “...Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve cinden başka, ona yakın olan her şey onun feryadını işitir.” (Buhari, Cenaiz 66, 85) Diğer bir hadiste ise bu vuruşla o kişinin toprak olacağı ve ruhu tekrar kendisine iade edilerek azaba devam edileceği bildirilmiştir.
7

İnsan ve cinlerin kabirdeki azabı duymamalarının sebebi, onların mükellef varlıklar olmalarıdır. Onlar, görmeden Allah ve Resûlü’nün (s.a.s.) haber vermesiyle inanacaklardır. Yoksa her şeyi görüp duymuş olsalardı, dünyaya imtihan için gelişin gayesi gerçekleşmemiş olurdu.

Kabirde kâfir, müşrik ve münafıklar azap göreceği gibi, mü’minlerden günahkâr olan bazıları da azap görecektir. Bu hususta Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen hadislerden birinde idrar yüzünden kabirde azabın söz konusu olacağı bildirilmekte ve idrardan sonra iyi temizlenme gereği hatırlatılmaktadır.
8 Adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi büyük günahlar yanında küçük sayılan idrardan iyice temizlenmemek ve koğuculuk yapmak gibi günahlar yüzünden kabir azabı olduğu haber verildiğine göre, onlardan daha büyük günahlar için de azabın olacağı tabiîdir. Kabirdeki bu azap günahın çeşidine ve büyüklüğüne göre değişik olur.

İmanı olmayanların kabirdeki ve ondan sonraki azapları devamlı olduğu hâlde, mü’minlerden âsi olanların kabirde görecekleri azap, kâfirlerinkinden daha hafif ve geçici olacaktır.

Kabir azabını imkânsız görerek inkâr edenlerden bazıları, cesede bakarak cesedin çürüyüp toprak olduğunu gördüklerinden bu zanna kapılmışlar, cesedi çürüyen ölünün azabı veya nimeti hissedemeyeceğini sanmışlardır. Hâlbuki kabir hayatının idraki için cesedin sağlam olması şart değildir. Allah Teâlâ, kabirdeki azabı veya nimeti idrak edecek kadar bir hayatı cesedin her hangi bir parçasında yaratır ve onunla kabir hayatı idrak edilir. Bu bakımdan kabir ve berzah hayatı umumidir. Kabre konmayan, yakılan, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanan veya denize atılan ve balıklara yem olanlar dahi kabir hayatını yaşayacaklar, onlar da kabirdeki sual, nimet ve azabı idrak edeceklerdir.
3- Kabir Nimeti:

Kabir nimetinin varlığı, buna delalet eden ayetler ve mana yönünden tevatür derecesine varan hadislerle sabittir. Bu sebeple kabir nimetinin olacağına inanmak gerekir. Yukarıda zikredilen mü’minlerle kâfirlere aynı muamelenin yapılmayacağını bildiren ayet-i kerime ile kabir sualine iyi cevap verenlerin hâlini anlatan hadisler aynı zamanda kabir nimetinin de delilleridir. Bunun yanında, şehitler hakkında nazil olmuş olan ayetler de açıkça kabir nimetine delalet etmektedir.

Allah Teâlâ, şehitlerin berzah hayatında diri olduklarını ve kendi katında rızıklandıklarını haber vererek şöyle buyuruyor: “Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Doğrusu onlar Rab’leri katında diridirler; (Cennet ve meyvelerinden) rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbesi ile katılamayan mücahitler hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/169-170)

Diğer bir ayette ise, “Allah yolunda öldürülenlere, onlar ölülerdir, demeyin; hakikatte onlar diridirler. Fakat siz anlayıp bilemezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/154) buyrularak, onların diriliklerini ve nimetlere mazhar olduklarını, bizim -ölmeden önce, daha hayatta iken- müşahede edemeyeceğimiz haber verilmektedir. Bu ayetlerde geçen hayatın hakiki hayat olup rızıklanmalarının da berzahta devam ettiği görüşünde Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir.

Berzah âleminde sadece şehitler değil, imanla vefat etmiş ve kabir azabı olmayan diğer mü’minler de derece ve mertebelerine göre nimetleneceklerdir. Yukarıda meali zikredilen şehitler hakkındaki ayet-i kerimeler, azabı olmayan diğer mü’minlerin de nimetlendiklerine delildir. Ayetlerde sadece şehitlerin zikredilişi ise, onların Allah katında daha yüksek bir mertebe sahibi olduklarına işaret etmek içindir.

Bu konuda gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre, kabir nimeti çok çeşitlidir: Kabrin genişletilmesi, aydınlatılması, yeşilliklerle doldurularak Cennet bahçelerinden bir bahçe hâlini alması, mü’mine akşam-sabah Cennet'teki makamının gösterilmesi, yine mü’minlere kabirlerinde iyi amellerinin arkadaşlık etmesi bu nimetlerden bazılarıdır.

Ahiretin ilk durağı olan kabir hayatı, kabirdeki sual, azap ve nimetle ilgili hususlar, ölümden sonraya ait olmaları bakımından ahiret hâllerindendir. Kur’ân ve Sünnet'ten öğrendiğimize göre, kabir ve berzah hayatı, ölülerin diriltilmesine, yani mahşere kadar devam edecektir. Bu esnada kâfirler devamlı azapta olacaklardır. Mü’minlerden ise kimisinin azabı devamlı olduğu hâlde, bazılarının cezaları bitecek ve azapları sona erecektir. Mü’minlerin nimet içinde olanlarına gelince, onların nimetleri kıyamete kadar devamlı olacaktır.
9

Dipnotlar

1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/63.
2. Bkz. Buhari, Tefsir 4; Cenaiz 85; Müslim, Cennet 17; İbn Mace, Zühd 32.
3. Bkz. Müslim, Cennet 17; Nesai, Cenaiz 115; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/3-4.
4. İbn Mace, Zühd 32.
5. Geniş bilgi için bkz. Süleyman TOPRAK, Ölümden Sonraki Hayat, Konya, 2005, s. 313-375.
6. Bkz. Taha Sûresi, 20/124; Tevbe Sûresi, 9/101; Secde Sûresi, 32/21; Tur Sûresi, 52/47.
7. Bkz.: Ebu Davud, Sünnet 27.
8. Bkz.: Buhari, Cenaiz 88, Vudû 57; Nesai, Cenaiz 116; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/225.
9. Kabir azabı ve nimeti ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Süleyman TOPRAK, Ölümden Sonraki Hayat, Kabir Hayatı, 9. Baskı, Konya, 2005.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Nur Mesnevisinde Gezintiler (IV)

Mesnevi-i Nuriye / Habbe


Şu esâsata dikkat lâzımdır:

1. Allah'a abd olana, herşey musahhardır; olmayana herşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider.

4. Devam olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah, Elhamdü lillah, Allahu ekber-bu üç mukaddes cümlenin faydalarını ve mahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata, âleme bakarken, idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri, ancak Sübhanallah cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, hamd ünvanı altında in’âmı Mün’imde ve Mün’imi in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak, Elhamdü lillâh cümlesiyle nîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, Allahü ekber demekle rahat bulur. Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.



İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!


İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.


İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir’at ve ayna gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.
.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı