4 Aralık 2008 Perşembe

Sünnet ve Hikmet İlişkisi

Hasan YENİBAŞ

Hikmet, din ve felsefe sahalarında kullanılan geniş kapsamlı bir terimdir. Bundan dolayı, Sünnet ve hikmet ilişkisine geçmeden önce, konu bütünlüğü açısından “hikmet” kavramının tanımı, Kur’an ve hadislerde kullanılışı üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Hikmet kelimesinin sözlük anlamı

Hikmetin çok çeşitli ve farklı tanımları yapılmıştır. Klasik sözlüklerde hikmet kelimesinin “yargıda bulunmak” anlamındaki hukm masdarından isim olduğu belirtilir; ayrıca “engellemek, alıkoymak, gemlemek, sağlam kıllmak” manâlarına gelen ihkam masdarıyla anlam ilişkisi kurulur . İbn Düreyd’in tesbitine göre Arapça’daki “el-kelime mine’l-hikme” deyiminde geçen hikmet kelimesinde “alıkoymak, gem vurmak, sakındırmak” anlamı daha çok belirgindir. Zira bu deyimle kastedilen şey, insanı iyi olana yönlendiren, çirkin ve kötü olandan alıkoyan sözdür. Böyle ahlâki muhtevalı özlü sözlere “hikmet”in yanı sıra “hüküm” de denmektedir .

İbn Manzur, hikmetin özellikle Allah’a nisbeti halinde, “eşyayı kâmil ilmiyle bilmek” manâsına geldiğini belirtir. İnsana nisbet edilmesi halinde ise hikmet, “dengeli olma, orta yol üzerinde bulunma, adalet niteliği taşıma” anlamlarına gelmektedir. Nitekim eski Araplar “muhakkem” kelimesini “hikmetli, tecrübeli, olgun kimse” manâsında kullanmışlardır .

Ragıb el-İsfehani ise hikmet terimini “ilim ve akılla gerçeği bulma” şeklinde tanımlamaktadır. Hikmet Allah için kullanıldığında “eşyayı bilmek ve onu en sağlam ve kusursuz biçimde yaratmak”, insan için kullanıldığında “mevcudatı bilip hayırlar işlemek” anlamına gelmektedir. Hüküm hikmetten daha geneldir. Zira her hikmet hükümdür, fakat her hüküm hikmet değildir. Hikmete “ Kur’an tefsiri, Kur’an ilmi” ve ‘nübüvvet” karşılıkları da verilmiştir .

Cürcani, “hikmet, insanın gücü ölçüsünde nesnelerin mahiyet ve hakikatlerini bilmesidir”, şeklinde bir tarifte bulunur. O, hikmeti sözlü ve sözlü olmayan hikmet olmak üzere ikiye ayırır: Birincisi şeriat ve tarikat ilimlerini kapsarken, ikincisi Hakikat’in sırlarını ihtiva eder. İlimleri kitaplardan öğrenen bilginler ve halk yığınları için hikmetin bu türü zararlı olabilir; çünkü bunu kavrayamaz veya yanlış kavrarlar. İbn Kayyim’de de buna benzer bir taksim görüyoruz. O da, hikmeti amelî ve ilmî olmak üzere ikiye ayırıyor. İlmî hikmet, eşyanın perde arkasına muttali olmak ve sebep ile netice arasındaki ilişkiyi bilmektir. Amelî hikmet ise, varlık düzeninde her şeyi yerli yerince koymak demektir .

Tahânevî de hikmetin buna yakın tanımlarını zikrettikten sonra, hikmeti, “amelî hikmet, münzel (indirilmiş) hikmet, siyasi ve medeni hikmet” gibi çeşitli bölümlere ayırır. Tahânevî, hikmetin nebevî bir kaynaktan ne’şet ettiğini ve İslâm dünyasında Meşşai ve İşraki iki kola ayrılıp yayıldığını söyler . O’nun, bununla yaptığı tasnif, İslâm felsefe ekollerinin tasnifi gibidir.

Ragıb el-İsfehani ise hikmet terimini “ilim ve akılla gerçeği bulma” şeklinde tanımlamaktadır. Hikmet Allah için kullanıldığında “eşyayı bilmek ve onu en sağlam ve kusursuz biçimde yaratmak”, insan için kullanıldığında “mevcudatı bilip hayırlar işlemek” anlamına gelmektedir. Hüküm hikmetten daha geneldir. Zira her hikmet hükümdür, fakat her hüküm hikmet değildir. Hikmete “ Kur’an tefsiri, Kur’an ilmi” ve ‘nübüvvet” karşılıkları da verilmiştir .

Kur’an-ı Kerim’de hikmet

Kur’an-ı Kerim’de hikmet, 10 yerde kitap kelimesiyle beraber olmak üzere 20 defa geçer; ayrıca üç defa “mülk”, birer defa da “mev’ıza, hayır, âyet” kelimeleriyle birlikte kullanılmıştır; “hikmetün bâliğa” terkibi ise bizzat Kur’an’ı ifade eder. Bu kelimelerin hikmetle birlikte kullanılması hikmetin hangi anlama delalet ettiği hususunda çeşitli yorumlara yol açmıştır . Kur’an terminolojisine dair günümüze ulaşmış en eski metinlerden biri olan Mukatil b. Süleyman’ın (ö. 150/767) el-Vücuh ve’n-Nezâir adlı eserinde hikmetin, öğüt, anlayış-ilim, nübüvvet, Kur’an’ı tefsir edebilme ve bizzat Kur’an’ın kendisi olmak üzere beş vechi olduğu belirtilir.

Müfessirler hikmeti çeşitli anlamlarda yorumlamışlardır. Kur’an’da hikmetin, geçtiği her âyette aynı anlama gelmediği bir gerçektir. Dolayısıyla, içinde hikmet kelimesinin yer aldığı her âyet müstakil değerlendirilmelidir. Meselâ, haha sonra temas edeceğimiz üzere, kitap ve hikmet beraber kullanılırsa, hikmet sünnet anlamına gelebilir. Kurtubî, Katade’nin bu konudaki görüşüne tefsirinde yer verir.

Elmalılı, tefsirinde hikmetin 23 ayrı anlamını vermektedir. Onun açıklamaları, büyük ölçüde eski müelliflerin yaptığı hikmet tanımlarının tahlilinden ibarettir. Bunların başlıcaları: sözde ve fiilde doğruyu tutturmak; hem bilgi, hem iş; ilim ve fıkıh; anlamak, bilhassa varlıkların özündeki manâları ve Allah’ın emrini anlamak; icat; varlık düzeninde her şeyi yerli yerince koymak; güzel ve doğru işlere yönelmek; bilhassa devlet idaresinde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak; Allah’ın emirlerini düşünmek ve onlara uymak; Allah’a itaat; vesvese ile gerçeği birbirinden ayıran nur; doğru ve hızlı karar verebilme; ruhların sükun ve emniyetinin son durağı; din ve dünya düzeni; ledünni ilim; ilhama devamlı mazhariyet için sırrı saklamaktır. Ve hikmet, bunların hepsidir.

Hadis-i şeriflerde hikmet

Hikmet kelimesinin hadislerde de Kur’an’daki anlamları doğrultusunda çeşitlilik arz ettiği görülmektedir. “Hikmet mü’minin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır” hadisi, Müslümanların, işlerine yarayan bilgiyi ve doğru sözü kimden ve nereden geldiğine bakmaksızın alabileceklerine işaret etmiş, bu durum dış kültürlerden uygun biçimde faydalanmaya meşruiyet kazandırmıştır. “Ben hikmet eviyim, Ali onun kapısıdır” hadisi, hikmetin ilim, nübüvvet ve sünnet kavramlarıyla bağlantısını ortaya koyar. Efendimiz’in (s.a.s.) Abdullah b. Abbas hakkındaki, “Allah’ım, ona hikmeti ve kitabın te’vilini öğret!” duasındaki hikmetten kasdın, Kur’an’la amel etmek, sünnet, sözde isabet, haşyet, üstün akıl, kendisiyle ilham ve vesvesenin ayırt edildiği nur olduğu hadis şârihlerince belirtilmiştir. Buhari, hikmet, nübüvvetin dışındaki görüş ve içtihadlarda isabet etmektir fikrindedir. Kamil Miras ise, hadiste geçen “Kitabın te’vili”nden kastedilenin sünnet olduğunu beyan eder.

Hadislerde hikmet belli bir kişiye nisbet edildiği gibi, bir ülkeye de nisbet edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber Yemen’den gelen bir heyeti karşılarken onlara, “İman Yemenlidir, hikmet Yemenlidir” şeklinde iltifat etmiştir .

Yine bir hadiste, “Hikmetin yayıldığı meclis ne güzeldir” buyurulurken, bir başka rivayette de Kur’an’ı Kerim “hikmetin nuru” olarak nitelendirilmektedir .

Görüldüğü gibi, hadis-i şeriflerde de hikmet, birbirine yakın da olsa, değişik manâlarda kullanılmaktadır.

Sünnet - Hikmet İlişkisi

Buraya kadar, hikmetin değişik şekillerde kullanıldığını görmüş bulunuyoruz. Şimdi, yukarıda arzettiğimiz bilgileri de kullanarak sünnet –hikmet ilişkisini açıklamaya çalışacağız.


Kur’an-ı Kerim’de 10 âyette kitap ve hikmet kelimeleri birlikte kullanılmıştır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:

“Nitekim Biz, size aranızdan âyetlerimizi size okuyan, sizi (kötülüklerden, günahlardan, yanlış düşünce ve inançlardan) arındıran, size Kitabı ve Hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size öğreten bir peygamber gönderdik” (Bakara, 151).

“Andolsun ki Allah, aralarından âyetlerini okuyan, onları (kötülüklerden, günahlardan, yanlış düşünce ve inançlardan) arındıran, onlara Kitap ve Hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle mü’minlere lütufta bulunmuştur” (Âl-i İmran, 164).

“Ümmîler arasından, onlara (Allah’ın) âyetlerini okuyan, onları (kötülüklerden, günahlardan, yanlış düşünce ve inançlardan) arındıran, onlara Kitap ve Hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur” (Cum’a, 2).

Bu âyetleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu tür âyetler muhteva açısından benzerlik arzettiğinden dolayı tamamını zikretmeye gerek görmüyoruz .

Bu ve benzer âyetlerde açıkça, Hz. Peygamber’e kitabın yanında hikmetin de verildiği beyan edilmektedir. Bu hikmetin kitap olması mümkün değildir. Çünkü, eşsiz bir belâğat mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim’in içinde gelişigüzel kullanılmış kelimeler, maksadı bütün bütün kapalı ifadeler ve gereksiz itnab, yani gereksiz yere sözü uzatma olamayacağından , söz konusu âyet-i kerimelerde, hikmetten maksat, kitap veya kitabın bir kısmı olamaz; zira o zaman hikmet kitap üzerine atıf yapılmazdı. Birbirine atıfla yanyana zikredilen iki şey, birbirinden farklı olmalıdır . Hikmetin ne anlama geldiği tartışılabilir; ama şunu kesin olarak ifade ediyoruz ki, kitaptan maksat, Kur’an olduğuna göre, hikmet, Kur’an’ın dışında ve Rasûlüllah’ın misyon sahasına giren ve hemen Kur’an’dan sonra gelen bir şeydir.


İmam Şafii, bu konudaki âyetleri sıraladıktan sonra şu sonuca varır: Allah Teâlâ, “kitap” deyince Kur’an’ı, “hikmet” ile de –görüşlerine katıldığım ehl-i Kur’an âlimlerinin dediği gibi– Rasûlüllah’ın sünnetini kasdetmiştir. Bu görüş, Kur’an’ın ifadesine uymaktadır. Allah, en iyisini bilir. Çünkü Kur’an, önce kitabı, peşinden hikmeti zikretmiştir. Allah Teâlâ da kendilerine, kitap ve hikmeti öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Buradaki hikmetin, Rasûlüllah’ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teâlâ, hikmeti, kitapla yanyana zikretmiştir. Ayrıca Peygamberi’ne itaati ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinden başka hiçbir söz için “farz” denilmesi caiz değildir. Bunun sebebi de Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne imanı, kendisine iman ile beraber zikretmesidir.”

İmam Şafii, bu ifadeleriyle şunu açıklamak istiyor: Allah Teâlâ, bütün bu âyetlerde hikmeti, kitap üzerine atfederek zikretmiştir. Atıfla, yanyana zikredilen iki şey aynı olmayacağı için buradaki hikmet, sünnettir. Ayrıca burada hikmetin, sünnetin dışında başka bir şey olması da mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ, bize hikmeti öğreterek ihsanda bulunduğunu bildirmiştir. Böyle bir ihsan, ancak doğru, gerçek ve katındaki ilmine uygun bir şeyle olabilir. Şu halde hikmet, kitap gibi uyulması gereken bir şeydir. Özellikle Allah Teâlâ’nın, hikmetle kitabı beraber zikrettiğini düşünürsek, söylediğimiz daha rahat anlaşılır. Hem Allah Teâlâ bize, ancak kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine uymamızı emretmiştir. Şu halde hikmetin sünnet olduğu ortaya çıkmaktadır .

Pek çok müellif tarafından da bu âyetlerdeki hikmet sünnet olarak yorumlanmıştır . İbn Kayyim de, müstakil olarak kullanıldığı zaman farklı anlamlara gelen hikmet kelimesinin, kitapla birlikte kullanıldığında sünnet manasına geldiği görüşündedir .

Hz. Peygamber’in dışındaki peygamberlere de hikmet verildiğine göre, hikmetin peygamberlik misyonuyla yakından irtibatlı olduğu söylenebilir. Taberî hikmeti açıklarken şöyle demektedir: “Hikmet, bilgisi ancak peygamberin beyanıyla idrak edilebilecek olan ilahi hükümleri bilmek, bu hükümleri ve bunların delalet ettiği diğer hükümleri kavramaktır” . Müfessire göre hikmet, nebevi misyonun bir yönüdür. Peygamber’in kendisine indirilen kitabı öğretme sürecinde ilahi hükümleri nasıl açıklayacağını bilmesine ve onları bildirmesine, ayrıca bu şekilde elde edilen bilgiye hikmet denir. Taberi, Hz. Davud’a verildiği kaydedilen (Bakara, 251) mülkün siyasi otorite, hikmetin ise nübüvvet olduğunu belirtmektedir .

Kurtubi, hikmete verilen çeşitli anlamların sonuç olarak Kur’an veya sünnete delâlet ettiğini belirtir . “Onlara kitabı ve hikmeti öğretir” (Bakara, 129) mealindeki ayetin tefsirinde hikmetin “kitabın doğru yorumu ve uygulanması” anlamıyla sünnet kavramına yaklaştığını söyleyen Kurtubi , Bakara suresinin 231. ayetindeki hikmeti, “kitapta nas olarak bulunmayan şeyler hakkında Rasûlüllah’ın dilinden Allah’ın muradını açıklayan sünnet” şeklinde tefsir etmektedir .

Söz konusu âyetler ve bunların tefsiriyle ilgili söylenenler, sünnetin kaynağıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir. İmam Şafii, meşhur eseri el-Ümm’de şunları kaydeder: “Peygamber’in farz kıldığı her şey vahiy ile olmuştur. Bir okunan vahiy (vahy-i metluv) vardır, bir de doğrudan Hz. Peygamber’e vahyedilen ve Hz. Peygamber’in sünnet kıldıkları vardır.” Şafii, bu ikinci çeşit vahyin, ister bazılarının dediği gibi Cebrail tarafından Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kalbine ilka edilen bir bilgi olsun, isterse insanları doğru yola iletmesi için bizzat Allah’ın kendisine bildirdiği bir bilgi olsun, herkesi bağlayıcı olduğunu söylemektedir .

Şafii, bu yaklaşımı aynı kitabın bir başka yerinde şöyle ifade eder: “Peygamber, Allah’ın emri olmadan hiçbir konuda hüküm vermemiştir. Allah’ın, Peygamberine gönderdiği emirler iki kısımdır: Biri, bizzat Allah’ın insanlara tebliğ edilmek üzere inzal ettiği vahiy; diğeri de Allah’tan “şu işi şöyle yap” diye bir mesaj gelir, o da onu yerine getirir.” Şafii, bu yaklaşımını delillendirmek için “(Ey Peygamber hanımları) oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti zikredin.” (Ahzab, 34) âyetini anarak, vahyin ikinci kısmını “hikmet”le açıklar . Şafii bir başka yerde de şöyle demektedir: “Bazı âlimlere göre, Hz. Peygamber’in sünnetinin tümü onun kalbine ilka olunmuştur ve onun sünneti de hikmetin ta kendisidir” .

Konuyla ilgili İsmail L. Çakan’ın değerlendirmesi ise şöyledir: “Kur’an-ı Kerim, hem lafzı hem de manasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metluv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meal ve mefhumu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metluv denilmektedir.

İsmail Lütfü Çakan’a göre, Hz. Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahiptir. Vahiy gibi, diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip bulunan Hz. Peygamber’de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberane ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu meleke sayesinde de Hz. Peygamber (s.a.s.), başkalarının intikal edemediği bir takım İlâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin bilhassa Kur’an’ı ve Allah’ın muradını anlayıp, tefsir etmede ve uygulamada, kendisine uyulması kesin olan ve başkaları açısından ulaşılamaz boyutu, işte buradan kaynaklanmaktadır.


Hz. Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur’an’ın işaret ettiği kelimelerden biri, belki de en önemlisi hikmettir. Hz. Peygamber’in İlâhî iradenin beyanı niteliğindeki açıklamaları, İlâhî anlatım ve denetim altındaki nebevi akıldan doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu İlâhî-nebevi niteliğinden ileri gelmektedir .

Son olarak İbn Teymiye’nin hikmetle ilgili dikkat çekici bir yorumunu nakletmek istiyoruz. İbn Teymiye, seleften pek çok kimse gibi, hikmetin sünnet anlamına geldiğini kabul ettiğini belirterek daha önce temas ettiğimiz farklı yorumları nakletmekte ve bunların hepsinin hak olduğunu söylemektedir. Çünkü bu yorumlar, emir ve yasakların bilinmesini, hak ve batılın ayırt edilmesini içermektedir. Ancak sünnet vasıtasıyla hak batıldan, hayır şerden ayırt edilebilir, kötü ve çirkin ameller bilinebilir . Buna kitap ve hikmet eğitimi de denilebilir. Bu, Peygamberimizin önemli görevlerinden biridir. Bunun kendisine emredilmiş olması, onun sadece bir tebliğci-nakilci olmayıp, toplumda ciddi işleri yerine getirmekle yükümlü olduğunu gösterir. Çünkü eğitim-öğretimin gerçekleşebilmesi için kişilerin bilgi ve becerileri özümseyip, pratiğe dönüştürmesi gerekir. Hikmet, zaten bir yönüyle amele ve tatbikata ilişkin bilgidir. Bu açıdan o, toplum ve insan hayatını düzenleyen hükümler içerir. Özelde Peygamberimiz, genelde bütün peygamberler, ümmetini/ümmetlerini hikmet eğitimine tabi tutmakla onların hayatlarını vahiy doğrultusunda sürdürmelerini sağlamış olurlar. Ayrıca bu eğitimi gerçekleştirmekle insanlara daha önce “bilmedikleri şeyleri” öğretmiş olurlar .

Sonuç
Değişik anlamları bulunan hikmet kavramı, görüldüğü gibi Kur’an ve hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Ancak Kur’an’da 20 defa geçen hikmet kelimesi 10 âyette kitab ile beraber kullanılmıştır. Hz. Peygamber’e kitabın yanında hikmetin de verildiğini beyan eden bu âyetlerden kastedilen manâyı, sonuç olarak şöyle özetleyebiliriz:

Hz. Peygamber’e Kur’an’ın yanında hikmet de verilmiştir. Hikmet ise, âlimlerin belirttikleri gibi, sünnettir. Sünnet ise, Kur’an’dan sonra İslam’ın ikinci kaynağı olup, Kur’an’ı açıklamanın yanında yeni hükümler de ihtiva etmektedir. Böylece müstakil bir teşri kaynağıdır. Hz. Peygamber, “Bana Kur’an’la beraber onun bir misli de verilmiştir. Dikkat edin, o, sünnettir” buyurarak bu ikili yapıya ve sünnetin konumuna işaret etmiştir.

Hz. Peygamberin fonksiyonu sadece Kitabın metnini insanlara ulaştırmaktan ibaret olmayıp, Kitabın yanında hikmeti veya bilmediklerini insanlara öğretmek, onları kötülüklerden, yanlış inanış ve kabullerden arındırmak da O’nun görevleri arasındadır.

Yine Hz. Peygamberin görevi sadece “nakil-tebliğ” değil, aynı zamanda tebliğ ettiğini “öğretmek”tir .

Âyetlerde açıkça, öğretmeden bahsedilmektedir. Peki öğretme nasıl olur? Sadece bildiğini nakletme öğretme olur mu? Elbette olmaz. Çünkü, öğretmenin pratiğe aktarmakla, yani uygulamayla ilgisi vardır. Evet, Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’an’ı tebliğ ettiği gibi, pratikte uygulamasını da bizzat göstermiştir. Kendisi de bu yönüyle “yaşayan Kur’an” olmuştur.

Bu âyetler, sünnetin kaynağının vahiy olduğuna veya Hz. Peygamberin uygulamalarının vahyin denetiminde olduğuna da işaret etmektedir.

Bütün âlimlerin, kitapla beraber zikredilen hikmet hakkındaki yorumları sonuçta sünnete çıkmaktadır. Çünkü, Kur’an’ın doğru anlaşılması, dinde fıkhetme, sözde ve davranışta doğru ve tam isabet, ilim, İlâhî ahlâkla ahlâklanma bilgisi ve pratiği gibi tariflerde yer alan hususlar kâmil manâda ancak sünnet vasıtasıyla gerçekleştirilebilir. Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetinin kâmil manâda tezahürü sünnetle olmuştur.

Şu halde söz konusu âyetlerde geçen “hikmet”, kitabın (Kur’an’ın) mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis, mutlakını takyid ve yeni hükümler getirme çerçevesinde Hz. Peygamber’in sünnetidir.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Hz. Peygamberin (sav) Ahlaki Vasıfları

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübârek sözlerinin ışığında, Yüce Rasûlullah (s.a.s.)'ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım :


* Rasulullah (s.a.s.) güler yüzlü, tatlı sözlüydü,

* Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi,

* Sert değildi, yumuşak idi,

* Edep ve hayâ âbidesiydi,

* İnsan severdi, Dosttu,

* Çok mütevâzi idi. Vâkurdu.

* Boş ve lüzumsuz konuşmazdı.

* Karşısındakini candan dinlerdi.

* Çocukları çok sever ve okşardı. Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar : "Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden (kâmil ümmetimizden) değildir"[1]

* Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi.

* Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikrâmdâ bulunurdu. Fakat onları kendilerinden üstün, faziletli olanlara tercih etmezdi.

* Cömertti, şefkatliydi,

* Sözünde mutlaka dururdu.

* Dinlemesini, söylemekten fazla severdi,

* Nefsine hâkimdi,

* Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi,

* Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı.

* Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı.

* Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu.

* Verilen müjdeler şükrederdi,

* Uyurken mübârek sağ elini, mübârek yanağının altına koyardı.

* Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi.

* Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı,

* İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi,

* Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi.

* Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi.

* Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikrâmlısıydı. Onlara karşı daima tebessümlüydü,

* Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, Vefat ederken son anlarında dahi : "Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi" tavsiye buyurmuştu.[2]

* Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı.

* Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riâyet ederdi,

* Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi.

* Dünya malına asla rağbet göstermezdi, Bir gün yanında dünyalıktan bahsettiler, Buyurdu ki : "İşitmiyor musunuz? Sâde hayat imandandır"'

* Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah'ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı.[3]

* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı,

* Çok adildi.

* Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uyguladı.

* Çalışmaya, ilim ve irfana, icad ve keşiflere teşvik etmiştir.

* Daima Hakk'ın ve haklının yılmaz savunucusuydu.

* Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı.

* İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi,

* İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takvâ ve ahlâkına göre değer verirdi.

* İlim-irfan âdab-erkân şiârıydı.

* Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür,

* Cahil bir toplumu, dünyanın en insâni, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O'nun tebliğ ettiği İslam Nizamı'nı hayatlarına gerçek mânasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar,

* Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır.

* İlk defa insan haklarını tam manâsıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir.

Rasulullah (s.a.s.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her müslümanın O'nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır, Çünkü O'nun ahlâkı, Kur'ân ahlâkı idi. Hz. Âişe (r,anha) Validemize, Sahabeler Rasulullah'ın (s.a.s.) ahlâkını sordular. Buyurdu ki : "Siz Kur'ân okumuyor musunuz Allah Rasulü (s.a.s.)'nün ahlakı Kur'an idi"[4]


Şair Nabi şöyle diyor :

"Çalış, ehl-i kemâl ol, uyma her nâdân-ı gümraha,

Baş eğ, el bağla, sonra gel Huzuru Hazreti Şâh'a."

Rasulullah (s.a.s.) Efendimizin çok yapmış olduğu dualarından biri şudur :

“Allah'ım: Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan amelden, müstecâb olmayan duadan sana sığınırım".


Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min, sende şu dört şey bulunursa dünyada kaybettiğin (elde edemediğin) şeylere üzülme: Doğruluk ve sadakat, emanetlere riayet, güzel huy ve yüksek ahlâk, meşru çalışıp helalden kazanmak"[5]


Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi Peygamber Efendimize ve O'nu örnek edinenlerin üzerine olsun.

[1] Et-Tac, C. 5
[2] 500 Hadis,N. Bilmen Sh. 179
[3] Sünen-i İbni Mâce, Bâbu'z-Zühd, C. 10
[4] Sahih-i Müslim, Müsafirin, 139
[5] Terğib ve Terhib, C. 4, Sh: 26



Kaynak: Kuba Cami Sitesi

12 Kasım 2008 Çarşamba

Gösteriş Hastalığı ve Korunma Yolları

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi


Dinin esası, Allah’ın varlık ve birliğini, hâkimiyet ve kudretini kabul edip, hareket ve davranışlarını O’nun rızasına uygun şekilde düzenlemeye çalışmaktır. Yani iyi bir insan ve iyi bir kul olmaktır. Gerçek kulluk her işte ihlâs ve samimiyeti gerektirir. O halde ihlâs nedir? Varlığı ile davranışlara değer katan ihlâs; riya, gösteriş ve şirkten kaçınmak demektir. Bir şeyi Allah için, sadece Allah’ın hoşnutluğu için yapmaktır. Bütün ibadet ve davranışlarımızda, başka maksatla değil, sadece ve sadece Allah rızasını ölçü olarak almaktır. Yapılan bütün işlerin başlangıç noktası niyettir. Niyet, bir işte güdülen maksat ve gaye demektir ve ihlâsın göstergesidir. İşte, ihlâsın tersi olan ve yapılan işlerin insanlara gösteriş ve kendini beğendirmek amacıyla yapılması anlamına gelen riya, günümüzde insanlar arasında çok yaygın hâle gelen manevî hastalıklardan biridir. Bu makalede riya üzerinde duracak, riyanın zararları ve ondan korunma yollarını açıklamaya çalışacağız.

1. Riyanın Tanımı
a) Sözlük Anlamı: Riya, iş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya bir ameli Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapmaktır. Böyle bir davranışta bulunan kimseye, riyakâr veya mürâî denir.1

b) Terim Anlamı: Ünlü mutasavvıflardan Haris el-Muhasibî riyayı şöyle tarif etmektedir: “Riya, kulun Allah’a itaat ederken kullara yaranmak istemesidir.”2 Başka bir ifadeyle riya, itaat ederken Allah’tan başkasına gönül vermektir. Öyleyse riya, Allah’a itaat etmiş gözüküyorken, aslında amacı Allah’ın kullarının arzularını, beğenilerini kendinde toplamaya çalışmaktır.3

Gazalî’ye göre riyanın dört derecesi vardır: Birincisi, riyanın en ağır olanıdır. Riya ile yaptığı ibadette hiç sevap niyeti yoktur. İnsanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı zaman hiç kılmayan kimse gibi. Bu namaz sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı yoktur.

İkincisi, ibadeti gösteriş için yapar. Fakat Allah’ın rızasını da niyet eder. Ancak bu niyet zayıftır. Yalnız kaldığında bu ibadeti yapmayacaktır. Sevaba niyet etmese de gösteriş için bunu yapacaktır.

Üçüncüsü, gösteriş ve sevap tarafları eşit olmaktır. Eğer riyanın yanında bir de sevap veya sevabın yanında bir de riya niyeti olmasa, bu ameli yapmayacaktır. İkisinin eşit olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Kişi, bu amelinden zarar görmese de fayda da görmez.

Dördüncüsü de, ibadeti insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibadetini yapacaktır. Dolayısıyla ibadeti sırf riya maksadıyla yapmadığı için yaptığı ibadetten fayda görebilir.4

2. Kur’ân’da Riya Kavramı
İhlâs, ibadet kastıyla söylenen sözlerin, yapılan işlerin sadece Allah rızası için yapılmasıdır ki, ihlâs ile yapılmayan hiçbir ibadet, Allah katında makbul değildir. Dinin ruhu ihlâstır, yani ibadetin yalnız Allah’a yapılmasıdır. Başka bir gaye için yapılan ibadette ihlâs yoktur. İhlâsla yapılmayan her ibadet ise kabul görmeyecektir. İhlâsın karşıtı olan riya, haramdır ve gizli şirk sayılmaktadır.

Yüce Allah, Kehf suresi 110. ayette: “Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” buyurmaktadır.

Bu ayette geçen, ibadette Allah’a şirk koşmaktan maksat, ibadette ihlâslı ve samimi olmamak, Allah’ın rızası dışında riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir.5

Allah Teala, ihlâslı mümin kullarının amellerinden bahsederken onların şöyle dediklerini haber vermektedir: “Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Bu yaptıklarımıza karşılık sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/9)

Tabiunun önemli müfessirlerinden Mücahid, bu ayeti açıklarken şu noktalara yer vermektedir: Sadık kullar, bu sözü dilleriyle değil, sadece kalpleriyle söylüyorlar. Dolayısıyla Allah Teala, onların bu durumunu, başkalarına örnek olsun diye anlatmaktadır. Kalplerinde, yaratılmışların övgüsünü ve onlardan gelecek herhangi bir karşılık duygusunu çıkarıp attıkları için, Allah onlardan hoşnut olmuştur.6

Riya, Kâfir ve Münafık Vasfıdır.
Riya, Kur’ân’da kâfir ve münafıkların vasfı olarak anlatılmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264)

“Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahiret azabına uğrarlar.) Yakın dostu şeytan olan kişi, ne kötü dost sahibidir.” (Nisa, 4/38)

“Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.” (Nisa, 4/142)

Yukarıdaki ayetlerde ifade edildiği üzere, kâfirler ve münafıklar gösteriş düşkünüdürler. Zira onlar, yaptıkları işleri insanlara gösteriş yaparlar. Mesela kâfirler, mallarını gösteriş için harcarlar, münafıklar da namaza, dinin emri olduğu için değil, gösteriş için üşene üşene giderler.7

Yine başka bir ayette Yüce Allah: “Memleketlerinden çalım satarak, halka gösteriş yaparak savaşa çıkan ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayanlar var ya Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Enfal, 8/47) buyurur.

Bu ayette de yurtlarından böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak savaşa çıkan ve insanları Allah yolundan men eden müşrikler örnek verilerek müminler ikaz edilmekte ve onlar gibi yapmamaları istenmektedir. Çünkü Müminler, Allah’a inanan, ona dayanan ve Allah için hareket eden insanlardır. Onlar, Allah için birbirlerini sever ve gösterişten hoşlanmazlar.

Riya, Mâun suresi 4-7. ayetlerde de münafıkların çirkin huylarından biri olarak gösterilmektedir: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır, hayra da mâni olurlar.”

Onlar, Allah’a inanarak samimiyetle değil, sırf gösteriş için namaz kılarlar. Bunun için de onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Gafil oldukları için onu kılmış sayılmazlar. Çünkü insanlardan istenen sadece şeklen namaz kılmak değil, gerçek manada namaz kılmaktır. Onlar namazlarını gaflet içinde kıldıklarından dolayı namaz ruhlarında bir tesir göstermez. Ayrıca onlar zekât vermeyi, kardeşlerine yardım etmeyi ve iyilik etmeyi önlerler. Allah’ın kullarına hayrı engellerler. Eğer gerçek manada namaz kılmış olsalardı, Allah’ın kullarına yardım etmeye engel olmazlardı. İşte ibadetin Allah katında makbul olması için, gösterişten uzak, ihlâs ve samimiyetle yapılması gerekir.8

Razî, bu ayetlerin tefsirini yaparken münafık ve riyakâr arasındaki farkı şu şekilde açıklamaktadır: “Münafık, zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakâr ise, kendisini görenler, dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakâr ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir.”9

3. Hadislerde Riya Kavramı
Birçok hadis-i şerifte, riyanın çirkinliği ve riya yapanların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Efendimiz (s.a.s.)’den rivayet edilen bir hadise göre, bir adam Allah Elçisine: “Ey Allah’ın Elçisi kurtuluşumuz neye bağlıdır?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah’ın emrettiği şeyleri, insanlar istiyor diye yapmaktan sakınmandır.” cevabını verdi. O kimse bu defa: “Amellerde kurtuluşa nasıl erilir?” diye sordu. Hz. Peygamber, o kişiye, riyayı terk etmesi gerektiğini bildirdi.10

Yapılan amellerin, Allah katında kabul görüp o ameli yapan kişiye sevap verilmesi için ihlâsla yapılması gerekir. Aksi halde geçici dünya hayatını ve süsünü amaçlayarak amel eden kimsenin amelinin boşa gideceği, hadiste şöyle haber verilmektedir: “Kulun amelini ilâhî huzura sundukları zaman Allah, meleklere şöyle karşılık verecektir: “İşte bu kulum ameliyle beni kastetmemiştir. Benim rızamı gözetmedi. Onu cehenneme atın.”11

Abdullah b. Amr b. As, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim amelinde riya/gösteriş yaparsa, Allah da o kişiye ona göre muamelede bulunur.”12

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir: “Allah yolunda öldürülen, malını tasadduk eden ve Allah’ın Kitabını okuyan kimselerden her birine Allah Teala, kıyamet gününde şöyle diyecektir: “Birinciye, ‘Yalan söyledin, aslında filânca bilgindir’ denilmesini istemiştin.’ İkinciye ise: ‘Hayır tam tersine filânca korkusuzdur” denilmesini amaçlamıştın.’ Üçüncüye de, ‘falancanın eli boldur denilmesini murat etmiştin’ denilecektir.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yapmıştır: “İşte bu üçü de ateşe girecektir.”13

Bu hadislerden açıkça anlaşıldığına göre, insan her ne amel yaparsa yapsın Allah rızası için yapmalıdır. Allah rızası olmadan, sadece riya/gösteriş için yapılan hiçbir amel Allah katında kabul edilmez ve kişinin o amellerinden sevap alması da mümkün değildir. Demek ki, riya, amellerin boşa çıkmasına sebep olmaktadır. Allah Resulü (s.a.s.): “Hardal tanesi kadar riya bulaşmış hiçbir amel kabul edilmeyecektir.”14 buyurur.

Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i ağlarken gördüğünde ona, “niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da, Hz. Peygamber’in kabrini göstererek, “şu kabrin sahibinden duyduğum söz” beni ağlatmaktadır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Riyanın en azı bile şirktir.” buyurmuştur.15

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), riyayı küçük şirk olarak değerlendirmekte ve “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.” diyerek, ümmetini riyadan şiddetle sakındırmaktadır.

Ashab-ı Kiram dediler ki: “Ya Resûlallah, küçük şirk nedir?” Resûlullah (s.a.s.):
- “Riyadır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allah Teala, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”16

Şeddad b. Evs, Efendimiz (s.a.s.)’in “Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Şirk ve gizli şehvet.17” uyarısı üzerine:
- “Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah’a ortak mı koşacak?” demiş, Efendimiz (s.a.s.) de:
- “Evet, ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar.” buyurmuştur.18

Allah Resulü (s.a.s.), Müslümanlar için en çok korktuğu şeyin küçük şirk olan riya olduğunu belirterek riyayı, İslâm ümmeti için çok korkunç bir tehlike olarak nitelendirmektedir. Hadislerde riya, bazen şirk, bazen küçük şirk ve bazen de gizli şirk olarak nitelendirilmekte, amelde Allah’a başka bir şeyi veya kimseyi ortak etmek anlamına geldiği ifade edilmektedir. Ayrıca hadislerde yapılan iyiliklerin duyurularak gösterişe vesile kılınmasının da Allah katında kötü ve çirkin bir davranış olduğu belirtilir. Gösteriş olsun diye hafızlık yapmak, ne âlim adam desinler diye ilim elde etmek, insanlar cömert desinler diye sadaka vermek, ne yiğit adam desinler diye savaşmak daima yerilmektedir. Amellerini gösteriş için yapanların cehennem ateşiyle cezalandırılacakları ifade edilir.19

4. Riyanın Sebepleri
İnsanları riyakârlığa yönelten hususların bilinmesi ve bunlardan kaçınılması çok önemlidir. İnsanı riyaya sevk eden çeşitli sebepler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1. İman zayıflığı, 2. Övülme isteği, 3. Dünyada yerilme ve kötülenme korkusu, 4. İnsanların elindekilere karşı hırsla dolu olması.20

1) İman Zayıflığı: Her şeyden önce imandaki zayıflık riya sebebidir. Her ümidine ulaştıracak, her korktuğundan emin kılacak tek varlığın Allah olduğunu gönlüne yerleştirmeyen, maddî sebeplere ve insanlara gereğinden fazla değer veren, Allah’ı unutup onun dışındaki varlıklardan bir şeyler bekleyen zayıf imanlı kişiler, riyaya düşmeye mahkûmdurlar.21 Gerçek iman sahipleri ise, tüm davranışlarını Allah’ın en yüce kudret sahibi olduğu duygusuyla yalnız onun rızası için yapacaklarından dolayı, insanların değerlendirmelerine fazla önem vermezler. Çünkü onlar şunu çok iyi bilirler ki, eğer Allah Teala, bir hayrın kendisine dokunmasını takdir etmişse dünyadaki bütün insanlar karşı çıksalar, buna engel olamazlar. Eğer Allah Teala, bir kötülüğün ona isabet etmesini takdir etmişse bütün insanlar bunu kaldırmaya çalışsalar yine de başarılı olamazlar.

2) Övülme Arzusu: İnsan fıtratı gereğince daima övülmeyi, methedilmeyi ve yüceltilmeyi sever. Kötülenmekten hoşlanmaz, kötülenmemek, insanların beğenisini kazanmak için riya/gösterişe girer. Allah için yaptığı ibadetlere bile insanların övgüsünü kazanmak için riya karıştırır. Hâlbuki insanlar, onu övmekle ne hayat süresini uzatabilir, ne rızkını çoğaltabilir, ne ağzının tadını ziyadeleştirebilir, ne herhangi bir belayı başından savabilir ve ne de Allah’ın takdir etmiş olduğu kötü bir şeyi ondan uzaklaştırabilirler.22

Riyakâr kişi, insanlara kendini beğendirerek ya maddî bir menfaat ya makam mevki veya şöhret elde etmek ister. Aslında bunlar hayat gayesi yapılmaya değer şeyler değildir. Arınmış ruhlar, böyle geçici dünyalıklar peşinde koşmazlar.

Müminin kendisini çevresindeki insanlara sevdirebilmek için riyakâr bir tavra ihtiyacı yoktur. Çünkü kişiyi diğer insanlara sevdirecek olan Allah’tır. Hayatının her anında ihlâsla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan bir mümini, tüm inananlar doğal olarak kalben sevip desteklerler. Güzel ahlâklı, samimi, dürüst, ihlâslı ve içi dışı bir olan insanı sevmek müminlerin fıtratında vardır. Allah’ın rızası beraberinde kişiye müminlerin rızasını da kazandırır. Ama, sadece insanların rızası için yapılan bir işte Allah’ın rızasından yana hiçbir kazanç sağlanamaz.23

3) Yerilmekten Korkmak: Yerilme korkusu, kulun insanların kendisini kötülediğini doğruluğuna güvenmediğini ve iyi yaptığı işlerde bile ona kötü zan beslediklerinin farkına varması, bunu bilmesidir. Toplumda yerilen bir kimsenin sözüne güvenilmez, şehadeti geri çevrilir. Kimse onunla oturup kalkmak ve onunla sohbet etmek istemez. Böyle bir insanın selamına karşılık verilmez, talepleri geri çevrilir. Kendisine güvenilip hiçbir şey emanet edilmez. Adeta toplumdan dışlanır. Bunun için bazı insanlar, insanların kendisini yermelerinden korktuğu için söz ve fiillerinde gösterişe riyakârlığa yönelir. İnsanlara olduğundan farklı görünerek onların sevgisini çekip yergilerinden kurtulmak ister.

4) İnsanların Ellerindekine Göz Dikmek, Hırs ve Tamahkârlık Göstermek: Kuşkusuz kişi, kendisi için takdir edilmeyen hiçbir şeyi elde edemez. Eğer herhangi bir şeye kavuşmuşsa, kavuştuğu bu şey, her şeye rağmen, kendisi için takdir edilenin dışında değildir. Eğer Rabbine ihlâsla ibadet etseydi, ulaşacağı şeye mutlaka ve mutlaka ulaşırdı. Dolayısıyla insanların ellerindekine göz dikmenin hiçbir faydası yoktur. Kişi Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı ve haline şükretmelidir. Eğer kul, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükrederse Allah, o kimseye nimetlerini artırır. Kur’ân’da Allah bu hususu şöyle ifade etmektedir: “…Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)


5. Riyaya Kapalı Davranışlar
Riya konusunu açıklarken burada riya ile karıştırılmaması gereken hususlara da işaret etmekte yarar bulunmaktadır. Bazı amel ve ibadetler vardır ki onlara riya, gösteriş girmez. Nitekim bazı İslâm âlimleri, farzlarda ve dinin alameti sayılan (şeâir) türünden amellerin açıktan yapılmasının riya olmayacağını belirtmişlerdir.24

Farz olan ibadetlere riya girmez. Çünkü bu ibadetleri bütün kulların yapmaları gerekir. Dolayısıyla her Müslüman için yapılması farz olan namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin açıktan eda edilmesi efdaldir.

İslâmiyet alameti sayılan ya da “şeâir” dediğimiz dini tutum ve davranışlarda da riya bulunamayacağından dolayı açıktan yapılabilir. Çünkü “şeâir” İslâm toplumunun bütününü ilgilendiren bir ibadet şeklidir. Dolayısı ile bu şekilde “şeâir”den sayılan dinî davranışlara da riya girmemekte, hatta bu ibadet nafile nevinden bile olsa şahsi farzlardan daha üstün hale gelmektedir.25

Bediüzzaman Said Nursî, bu husustaki fikirlerini “Kastamonu Lahikası” adlı eserinde tafsilatlı bir şekilde şöyle açıklamaktadır: “Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; bu türlü ibadetlerin açıktan yapılması, riya olamaz. Meğer, gayet zaaf-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. (İnsanın imanının zayıf olmasından dolayı bu amelleri riya için yapması hariç) Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin açıktan yapılması, gizli yapılmasından çok daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (r.a) gibi âlimler açıklamışlardır. Diğer nafilelerin gizli yapılması çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, özellikle böyle bidatlerin yaygın hale geldiği zamanlarda, sünnete ittiba etmenin ne kadar önemli olduğunu gösteren ve böyle büyük (kebâir) haramların terkinde takvalı davranmak, değil riya, belki gizlenmesinden pek çok derece daha sevaplı ve halistir.”26

Ancak burada şunu da özellikle belirtmemiz gerekir ki, farzları ve şeâiri açıktan yapanlar kalplerine çok dikkat etmelidirler. Allah rızası için insanlara mesaj vermek, tebliğde bulunmak, insanlara örnek olmak ve güzel amellere teşvik etmek dışında en ufak bir duygunun kalplerine girmemesine özen göstermelidirler. Mesela insanları teşvik için sadaka, namaz, oruç, cihad, hac gibi ibadetleri eda eden kişi başkalarına örnek olabileceği durumlarda açıkça bu ibadetleri yapabilir. Kuşkusuz riya/gösteriş tehlikesi olduğu için de sürekli kalbini murakabe etmelidir.27 Aksi takdirde bu tür ibadetlere de farkında olmadan riya girebilir.

6. Riyanın Zararları
Riya/gösteriş inanan bir insanda bulunmaması gereken kötü bir huydur. Riya, ihlâsla kesinlikle bağdaşmaz. Kişi riya ile yaptığı hiçbir amelin ve ibadetin sevabına kavuşamaz. İbadetlerine riya karıştıran bir insan, ahirette sevaptan yoksun kalır. Yaptığı ameller sadece dünyada kalır. Dünyada iken ameli onu kurtarsa da ahirette boşa gider.28

1. Riya, ateşin odunu yediği gibi sevaplarımızı yiyip bitirir. Kişinin bu dünyada yaptığı amellerin Allah katında makbul olabilmesi için amellerini ihlâsla yapması gerekir. İhlâs ile yapılmayan hiçbir ibadet makbul değildir. Dinin ruhu ihlâs, yani ibadetin yalnız Allah’a yapılmasıdır. İhlâsla yapılmayan her ibadet reddedilir. Zira Yüce Allah: “Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 69/110) buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de bir kutsi hadiste: Allah’ın “Kim benim için yaptığı bir işe benden başkasını ortak yaparsa onu şirkiyle baş başa bırakırım. Ben, ortaklıktan uzağım, ortaklıktan beriyim.”29 buyurduğunu ifade etmektedir.

Yine bir başka hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.): “Sizin için en korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Ashap sordu: Ey Allah’ın Resulü! Küçük şirk nedir? Hz. Peygamber: “Riya/gösteriştir. Kullar amellerinin karşılığında ceza ve mükâfatlandırılacakları gün gösterişçilere: Dünyada kime gösteriş yaptınızsa onlara gidin, yanlarında bir karşılık bulabilecek misiniz bir bakın?” denilecektir.30

Demek ki riya/gösteriş insanın amellerini, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi yok etmekte ve o kişiyi sevapsız bırakmaktadır. Ahirette amellerimizin sevabını istiyorsak, riya/gösterişten uzak, sadece Allah rızasını gözeterek amel yapmalıyız.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursi: “Amelinizde Allah rızası olmalı. Eğer O, razıysa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O, kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok. O, razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti lazım gelirse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.”31 sözleriyle insanların hoşnutluğundan arınıp sadece Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmenin önemini belirtmektedir.

Yine Bediüzzaman Said Nursi, yapılan amellerde ihlâsın önemini açıklarken şöyle demektedir: “… Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer O yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş paraya değmez. İnsanların takdiri, istihsanı (beğenisi, hoş karşılaması), eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer tercih ettirici bir sebepse, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer o ameli yapmaya teşvik edici ise saflığını izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, ‘Beni gelecek nesiller içinde yâd-ı cemil eyle’ (Şuara, 26/84) buna işarettir.”32 “Ey nefis eğer takva ve amel-i salih ile Halikını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onların ki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi aciz kullardır. Maahaza ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafi olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana “müracat eden adam sultanı” razı etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Mamafih yine sultanın izni lazımdır. İzni de rızasına bağlıdır.”33

2. Riya, insanın Allah’ın gazabına ve lanetine uğramasına sebep olur. İnsanın Allah’ın dışında herhangi bir başka varlığın rızasını düşünerek hareket etmesi Kur’ân’da ‘şirk’ ya da ‘Allah’a ortak koşmak’ olarak ifade edilmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü gibi riya/gösteriş şirktir. Şirk ise Allah’ın asla affetmediği en büyük günahtır.34 Kim amellerini Allah’tan başkasının beğenisini ve rızasını gözeterek yaparsa, bu davranışıyla Allah’ın gazabına ve lanetine uğrar.

İnsanın bu konuda nefsinin telkinlerine karşı da son derece uyanık olması ve nefsini kendini kandırmadan dürüstçe değerlendirmesi gerekmektedir. Çünkü nefsin en büyük arzularından biri de Kur’ân ahlâkına zıt olarak, insanların hoşnutluğunu, beğenisini ve takdirini kazanabilmektir. Nitekim çoğu insan yaptığı pek çok işi kendi istek ve tercihleri doğrultusunda değil de, sırf çevrelerinden takdir toplayabilmek ve bu takdir ile de toplumda bir yer edinebilmek için yapar. Dolayısıyla da bu insanların hayatlarını yönlendiren ana mantık ‘insanların hoşnutluğunu kazanabilme arzuları’ olur.

İhlâsı kazanmak isteyen bir müminin, cahiliye toplumlarında hayatın en temel dayanağı olan “insanlar ne der” mantığından tamamen kurtulması gerekir. Çünkü insanların hoşnutluğuna dair endişeler yaşandığı sürece insanın katıksız bir ihlâs anlayışından bahsedebilmesi mümkün değildir.

İşte insanın ihlâsı kazanabilmek için her zaman için niyetini halis tutması ve katıksızca Allah’ın rızasına yönelmesi gerekmektedir. Allah dilemediği sürece rızası kazanılmış olan insanların kişiye bir faydası olmaz, ama Allah’ın rızasını, desteğini, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanan bir insan, tüm bu insanların kendisine sağlayacağı desteği zaten kazanmış demektir. İhlâsla hareket ettiği için Allah zaten ona dünyada da ahirette de en güzel hayatı yaşatacak, ona hiçbir insanın sağlayamayacağı desteği sağlayacak, hiçbir insanınkiyle kıyaslanamayacak bir dostluğu nasip edecektir.

7. Riyadan Kurtulma Yolları
Riya/gösterişten kurtulmak çok zordur. Ancak bir Müslüman olarak bu zoru başarmak mecburiyetindeyiz. Bunun için her şeyden önce Allah Teala’ya dua edip yardımını talep etmeliyiz. Bu hastalıktan kurtulmak için çok ciddi gayret göstermeliyiz. Şunu iyi bilmeliyiz ki, riyanın tek ilacı ihlâstır. İhlâs ise, söylenen her sözde ve yapılan her işte Allah Teala’nın rızasını talep etmektir. Yaptığı her işte Allah Teala’nın rızasını talep eden böylece kalbini ihlâsla dolduran bir mümin, kulların rızasını almak için amellerini yok ederek riyakârlığa duçar olur mu? Böyle bir cinayete cüret edebilir mi?

O halde riyadan kurtulmak için, ihlâsı kazanmak, muhafaza etmek ve ihlâsa engel olabilecek manilerden kurtulmaya çalışmak gerekir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi, “Lem’ alar” adlı eserinde ihlâsı kazanıp muhafaza ederek ve manileri defetmek için birtakım düsturlara sarılıp yapışmayı ve hayatımızda uygulamamızı tavsiye etmektedir. Bu düsturları şöyle özetleyebiliriz:

1. Amelimizde rıza-yı ilahî olmalı, yani yapılan ameller sırf Allah rızası gözetilerek yapılmalı,
2. Kur’ân’a hizmet eden din kardeşlerimizi tenkit etmemeli ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemeli,
3. Bütün kuvvetimizi ihlâsta ve hakta bilmeli,
4. Din kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda, faziletlerini kendimizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmeliyiz.35

İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en etkili bir sebebi de, “Rabıta-i Mevt”tir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve insanı riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret ettiren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.36

Riyanın asıl çözümü ve riyadan korunma yolu ise, nefsi arındırmaktır. Zira nefis arınmadığı sürece, yalnız da olsa kişi, amelini nefsi için yapmak gibi bir hale düşebilir ki, bunda hem riya ve hem de şirke girme ihtimali vardır.

Son devir Osmanlı Ahlâkçılarından Ahmet Rıfat’a göre, riyayı yok etmenin çaresi şudur: “Riyakâr, riyanın amelleri boşa çıkardığını, Allah’ın kahrını üzerine çektiğini, bundan umulan dünyevî faydaların ilk anda iyi olsa da, sonunda acıya dönüşeceğini düşünerek nefsiyle mücadele etmesidir. Bu mücadele neticesinde insan, çaresi zor olan bu hastalıktan kurtulabilir.”37

Eğer insan, riya belasından kurtulamazsa sonunda daha da tehlikeli olan “nifak” hastalığına yakalanır.38 Bununla ilgili olarak yine Ahmet Rıfat: “Riyanın ifratı halinde meşru olmayan maddî ve manevî menfaatler gözetilmeye başlanır, sonunda münafıklık ortaya çıkar.” demektedir.39

Netice olarak diyebiliriz ki, riya, insanın kalp, ruh ve düşünce dünyasının kirlenmesine sebep olan, Allah’ın asla sevmediği ve razı olmadığı kötü ve çirkin bir davranıştır. İnsanın bu dünyada yaptığı güzel amellerden ahirette de istifade edebilmesi için amellerini ihlâs ve samimiyetle yapması gerekir. Aksi takdirde, başkalarına riya için yapılan amelden sevap beklemek doğru değildir. Çünkü riya, insanın amellerini, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi yakıp bitirir ve o kimseyi sevaptan mahrum bırakır.



DİPNOTLAR
1. Tahanevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşafü Istılahatı’l-Fünûn, Kahraman Yay., İstanbul 1984, I, 607; Şâmil İslâm Ans., “Riya” mad., İstanbul 2000, VII, 50; Ece, Hüseyin K. İslâmın Temel Kavramları, Beyan Yay., İstanbul 2000, s. 541.
2. el-Muhasibî, Haris, er-Riâye, (çev. Şahin Filiz, Hülya Küçük), İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 294.
3. el-Muhasibî, a.g.e., s. 295.
4. Gazalî, İhya, III, 654.
5. el-Beydâvî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 14.
6. Taberî, İbn Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Âyi’l-Kur’ân, Daru’l-Fikr, Beyrut 1995, XIV, 262.
7. er-Razî, Fahruddin, Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Akçağ Yay., Ankara 1995, VIII, 378.
8. Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’ân, (trc. Komisyon), İstanbul 1992, XVI, 392.
9. er-Razî, a.g.e., XXIII, 446; ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, Daru’l-Fikri’l-Muasır, Beyrut 1991, XXX, 426.
10. Buharî, Meğazi, 77; Müslim, Vasiyet, 5; Ebu Davud, Vesaya, 2; Tirmizî, Vesaya, 2; Nesai, Vesaya, 3.
11. İbn Mübarek, Zühd, 67; İbn Ebi’d-Dünya, İhlâs.
12. Buharî, Rikak, 36, Ahkâm, 9; Müslim, Zühd, 47, 48; Tirmizî, Nikâh, 11, Zühd, 48; İbn Mace, Zühd, 21; Darimî, Rikak, 35; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 140, 270, IV, 313, V, 45.
13. Müslim, İmare, 43; İbn Mübarek, Zühd, 160.
14. Müslim, İman, 148, 149; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61; İbn Mace, Mukaddime, 9, Fiten, 27, Zühd, 16; Darimî, Mukaddime, 7; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., I, 451, II, 164, 215, IV, 151.
15. Tirmizî, Nüzur, 9; İbn Mace, Fiten, 16.
16. Tirmizî, Nüzur, 9; İbn Mace, Fiten, 9; Malik b.Enes, Muvatta, Büyu, 34; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 124.
17. Yaptığı ibadeti şehvetinden dolayı terk etmektir.
18. Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 24, 126.
19. Okumuş, Ejder, Gösterişçi Dindarlık, Pınar Yay., İstanbul 2002, s. 73.
20. el-Muhasibî, a.g.e., s. 298; Gazalî, İhya, III, 669-670; Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 141.
21. Komisyon, İslâmî Kavramlar, Sema Yazar Gençlik Vakfı Yay., Ankara 1997, s.606.
22. el-Muhasibî, a.g.e., s. 303.
23. el-Muhasibî, a.g.e., s. 304; Komisyon, İslâmî Kavramlar, s. 606.
24. Bediüzzaman, Said Nursi, Lem'alar, Ankara 1957, s. 6; Komisyon, İslâmî Kavramlar, s.607.
25. Bediüzzaman, Lem'alar, s. 47.
26. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 141.
27. Okumuş, a.g.e., s. 74.
28. el-Muhasibî, a.g.e., s. 302.
29. Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., II, 301, 435.
30. Ahmed b.Hanbel, a.g.e., V, 428.
31. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s. 662-663.
32. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema, s. 668.
33. Bediüzzaman, Risale-i Nur Kulliyatı, Barla Lâhikası, s. 78.
34. Nisa, 4/48, 116.
35. Bkz., Bediüzzaman, Lem'alar, s. 149-151.
36. Daha geniş bilgi için bkz., Bediüzzaman, Lem'alar, s. 151-155.
37. Bkz., A. Rıfat, a.g.e., s.161; Erdem, a.g.e., s. 164-165.
38. Draz, Muhammed Abdullah, Dusturu’l-Ahlâk fi’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1996, s. 562.

7 Kasım 2008 Cuma

İMAN - ERDEM İLİŞKİSİ

Mustafa TÜRKGÜLÜ
Diyanet Dergisi Nisan 2000

Bu yazımızda kâmil manada bir Allah inancının lüzumu ve böyle bir imana sahip olmanın insanlara kazandıracağı ahlâkî fazilet ve güzelliklerin üzerinde durmaya çalışacağız.


Bilindiği gibi; dinimize ait hükümler üç ana gruba ayrılırlar. Bunlardan ilkini inanç ve itikad, ikincisini ibadat ve muamelât, üçüncüsünü de ahlâk konuları oluşturmaktadır. Birbiriyle iç-içe olan bu hükümlerin tamamı, insanların dünya ve ahiret hayatını tanzim ve her iki cihanda mutlu olmasını sağlama gayesi taşırlar. Nitekim iman ibadetin; ibadet üstün ahlâkın, üstün ahlâk da insan-ı kâmil olmanın temelini teşkil ederler. Kâmil insan ise, dünyada Rıza-yı Bari Ôye uygun hareket eden ve buna karşılık vadedilen ilahî nimetleri kazanarak ebedî mutluluğa nail olmaya hak kazanan kimse demektir.


Dinimize ait hükümleri ihtiva eden Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın rızasını nasıl elde edeceğimizi ve ona giden yolların neler olduğunu açıkça göstermiş bulunmaktadır. 0, her şeyden önce sâlim ve sağlam bir iman sahibi olmayı önermiştir. Şüphesiz böyle bir imanın ön şartı; Yüce Rabbimizi bilmek, O'nu noksan sıfatlardan tenzih edip kemal sıfatlarıyla tanımaktır. İkinci şartı ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Allah'ın kulu ve resulü olarak kabul etmek, bildirdiklerinin de hak olduğuna ve Allah katından geldiğine dair iman ve ikrarda bulunmaktır.


Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre Allah vardır ve birdir. İnsan, etrafında olanlara ve kendi nefsinde yaşadıklarına şöyle bir baksa, O'nun var ve bir olduğunu apaçık bir şekilde anlar. İçinde bulunduğumuz bu kâinatın yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda din gününün, yani ahiret hayatının da sahibidir. Hiç kimseye muhtaç değildir. Aksine herkes ve her şey O'na muhtaçtır. Hay (diri)dır, ezelî ve ebedîdir. 0, her şeye kâdirdir. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Merhamet etmeği sever. Aynı zamanda hikmet sahibidir. Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyden, hattâ kalblerde saklı tutulanlardan dahi haberdar olandır.


Her müslümanın Allah hakkındaki inancının bu şekilde olması gerekmektedir. Şüphesiz böyle bir iman, tüm insanlık için en büyük bir değer, en sağlam bir destek ve dayanak ve de en güvenilir bir rehberdir. Zira böylesine ulvi bir rehber, insanı ortada kalmaktan, her türlü kötülüğe dalmaktan korur, birçok iyilikler yapmasını, ibadet ve itaat duygusunu artırarak manevi hazlara ulaşmasını ve sonuç olarak da mutlu olmasını sağlar.


Kur'an-ı Kerim, insanın bu kemal noktasına gelme halini "ittika" ve "ihsân" dereceleri olarak göstermektedir. İttikayı, korku ve ümit içinde bir yaklaşımla Allah'dan gerektiği şekilde sakınma; ihsanı ise Allah'ı daima hartırda tutma, 0'ndan haya etme (utanma), her şeyi Yüce Yaratan'dan bilerek büyük bir sevgi ve minnet duygusu içinde O'na yönelme ve bağlanma diye açıklamaktadır. İhsân'ın ne olduğu hakkında Cebrail aleyhisselam tarafından sorulan bir soruya karşılık olarak sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İhsân, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan dahi, O'nun seni gördüğünü bilmendir."(1)


Ayrıca Kur'an-ı Kerim, insanın bu ideal noktaya gelmesi halini Allah'ın boyası ile boyanma, O'nun öngördüğü sıfatlar ile sıfatlanarak ahlâkî ile ahlâklanma olarak tanımlamaktadır. Allah'ın sıfatları ile sıfatlanan bir kimsenin, en güzel faziletlerle donanmış olacağında asla şüphe yoktur. Onun içindir ki sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bizlerin Allah'ın emrettiği üstün ahlâkla ahlaklanmamızı istemiştir.(2)


Vahdaniyet, yani bir ve tek olma sıfatı, hem inanç ve idealde, hem de toplumun her kesiminde olması gereken birlik fikrinin, beraberlik idealinin yegâne kaynağıdır. Kur'an-ı Kerim, birlik ve beraberlik anlayışının bulunmayışını "fitne" olarak vasıflandırmakta, fitneyi de katl, yani adam öldürme fiilinden daha büyük bir kötülük saymaktadır.


Allah'ın kudret sıfatını kendisine rehber edinen insan, her sıkıntıya katlanmayı, her zorluğu yenmeyi, her çeşit kötülükle mücadele etmeyi; Hikmet sıfatını rehber edinen, hak ve hakikatin gerçek bilgide olacağını, dolayısıyla zan ve şüpheye dayanan anlayışların terk edilmesi gereğini; Onun Esmâ-i Hüsnâsından Adalet sıfatını rehber edinen, hak ve hukuka riayet etmeyi, bu hak kime ait olursa olsun, onu mutlaka koruyup kollamayı ve her türlü haksızlıktan uzak kalmayı; Rahman ve Rahim sıfatlarını rehber edinen ise Allah için sevmeyi ve Allah için iyilik yapmayı öğrenir.


Şüphesiz insan, her şeyden çok Yaratan'ını sever. 0 nedenle Mü'minlerin gönlünde bulunan en büyük sevgi, sevgilerin en yücesi olan Allah sevgisidir. Ancak Yunus Emre'nin deyişiyle insan, yaratandan ötürü yaratılanları da sevmek durumundadır. Bu manada İslâm, zaten Allah sevgisi ile yaratılanların sevgisini, özellikle de insan sevgisini iç-içe ve eğer teşbihte hata olmazsa, birbirine yapışık ikiz kardeşler olarak görmüş ve göstermiştir. Çünkü Allah sevgisinin yüceliğine, Allah'ın eseri olan mahlukatın sevgi merdiveni kullanılmadan çıkılamaz. Zaten Resulullah (s.a.v.) da; "Allah'a yemin ederim ki, müslüman olmadıkça Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de müslüman olamazsınız"(3) buyurmamış mıdır ?


Allah sevgisi, Allah'ın emir ve yasaklarına uyma, samimiyet, tevekkül ve teslimiyetle O'na bağlanma şeklinde tezâhür eder. Böyle bir sevgi, insanlar arasındaki ilişkilerin güzelleşmesini, Allah rızasına dayanan iyiliklerin artmasını da sağlar. Bu suretle kardeşlik, birlik ve beraberlik bağları ile dirlik ve düzen anlayışı gelişir. Ayrıca birlikte yaşamanın vazgeçilmez şartlarından biri olan toleransı ve hoşgörü ortamının doğmasına yardım eder. Kuşkusuz o da her yer ve zamanda ihtiyaç duyduğumuz toplumsal barış demektir.


Bilindiği gibi insanlar arasında olması gereken dostlukların azalması, ona bağlı olarak da öfke, hiddet ve düşmanlıkların artması çoğu kez sevgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İnsanları rahatsız eden yanlış düşünce, yanlış fiil ve davranışlar ile onlardan neş'et eden kötülüklerin tek sebebi de yine sevgisizliktir. Çünkü sevgi olsa, öfkeler diner, düşmanlık duyguları siner, bir daha ortaya çıkma imkanı bulamadan kaybolup gider. Unutulmaması gereken bir husus olarak söylemeliyiz ki, tüm faziletler, tüm iyilik ve güzellikler, sadece sevgi ve samimiyet ortamında doğar ve gelişirler. Bu bakımdan, günümüzde yaşadığımız rahatsızlıkların yok edilmesi için Allah rızasına dayanan sevgi pınarını herkesin gönlüne iyice akıtmamız gerekmektedir. Çünkü bu sevgi ve samimiyet olmadan, yüce dinimizin hedeflediği faziletli hayat ve kâmil ahlâk idealini yakalamamız mümkün değildir. Nitekim toplumsal barış, ahlâk ve fazilet konusunda ortaya çıkan problemlerin, geçmişte de hep sevgi yoluyla halledildiğini görmekteyiz. Gerçekten de, söz gelişi Anadolu'nun en buhranlı, dolayısıyla Anadolu insanının en bunalımlı dönemlerinde gelen Hz. Mevlana'nın, Hacı Bayram Veli'nin, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaş-ı Veli'nin metodu sevgi esasına dayanıyordu. Daha önce gelen Ahmet Yesevî'ninki de öyle... Zira bu metot bizzat Yüce Allah tarafından va'z edilen ve Resûlü tarafından uygulanan ilahî bir metottur. Kendi mesajını insanlara tebliğ etme görevi ile görevlendirdiği Resulüne Yüce Allah "onlarla (muhataplarınla) en gülzel şekilde mücadele et"(4) emrini verdikiten başka bakınız bir de ne buyurmaktadır: "İyilikte kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü iyilikle önle. O zaman (görürsün ki), seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki yakın bir dost olur."(5) İşte Resulüllah (s.a.v.)'ın uyguladığı metot bu metot idi; elde ettiği muazzam sonuç ise herkesin malumudur.


Atalarımızın da işaret ettiği gibi, kan nasıl sadece su ile yıkanırsa, kötülükler de ancak iyilikle silinir ve yok edilir. Kuşkusuz bu düşünce, İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği en büyük hasletlerden biridir. Ancak Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre "bu haslete, sadece sabredenlerle (hayırda) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur"(6).


Kur'an-ı Kerim'de bu ayeti destekleyen başka ayetler de vardır. Allah'ın rızasını ve O'nun sevgisini kazanmanın iyilik yapma, sabırlı olma, hakkı söyleme ve insanları sevme şartına bağlı olduğunu birlikte gösteren o ayetlerden bazılarının meali şöyledir:


"Asra yemin ederim ki insan, gerçekten ziyan içindedir. Ancak bundan iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır"(7). " O kimseler ki varlıkta ve yoklukta mallarından infak ederler. Öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah, iyilik ve ihsanda bulunanları sever."(8)


Yukarıdan beri söylediklerimizi bir sonuç olarak özetlemek gerekirse söylenecek söz merhum Âkif'in güzel bir biçimde dizelediği şu beytindeki sözden başkası olamaz:


Ne ilimdir veren ahlâka yükseklik ne irfandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.


(1) Sahih-i Müslim, İman, 1.
(2) Bkz: Sahih-i Buhari, İsti'zan 1; Müslim, Birr
115, Cennet 28.
(3) Buhari, Edebü'l-Müfred, 1/359. H. No:260.
(4) Nahl, 16/125.
(5) Fussilet, 41/34.
(6) Fussilet, 41/35.
(7) Asr Suresi, 103/1-4.
(8) Al-i İmran, 3/134.

31 Ekim 2008 Cuma

Hikmet ve Hz. Lokman

Dr. Selman KUZU

Hikmet (حِكْمَةٌ), tek manalı bir kelime değil; hem din hem ahlâk hem de felsefe alanında kullanılan geniş kapsamlı bir terimdir. Çoğulu “hikem” (حِكَمٌ) şeklinde gelmektedir. Âdilane yargıda bulunmak, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak manalarına gelen “hükm” (حُكْمٌ) mastarından gelen bir isimdir. 1 Hakîm de, “hikmet sahibi” 2 demektir. Hikmetin adaletli ve dengeli davranma manalarıyla irtibatından dolayı; “Racülün hakîm” (رَجُلٌ حَكِيمٌ) yani, “hakîm adam” dendiğinde, “adâlet sahibi kimse” de akla gelmektedir. 3 İbn Düreyd’e göre bunun için hükmünde âdil olan kimseye “Hakem” denilmektedir. 4 Allah’ın “Hakîm” olması da hükmün, O’na ait oluşunu5 ve kararlarında daima hikmet ve adâlet sahibi olduğunu ifade etmektedir. 6 İnsanlar arasında “hakem”in veya “hâkim”in de yaptığı iş, zulme mani olmak yani adâleti gerçekleştirmektir. 7 Hkm (حَكَمَ) fiil kökünden, kelime if’al babından (اَحْكَمَ الاَمْرَ) “işi sağlam yapmak” 8 manasında da kullanılmaktadır. Bu anlamda, hikmetin ihkâmla bağlantısı sebebiyle “hakîm” kelimesine, “işleri gerektiği gibi sağlam ve kusursuz yapan” 9 anlamı da verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de, hakîm ismi, peygamberler dahil insanlar için kullanılmamaktadır. Fakat peygamberlere hikmet verildiği gibi, insanlara da hikmet verildiği/verilebileceği genel olarak şöyle belirtilmektedir:

“O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.” (Bakara, 2/269) İslâm âlimleri, bu âyette geçen hikmet terimini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır. 10 Hamdi Yazır, bu âyette hikmete verilen manaları yirmi üç madde halinde tespit etmiştir. 11

Hikmet Faydalı İlimdir
Hikmet hakkındaki ayet ve hadislerin muhtevasından anlıyoruz ki o, insanı her zaman isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye ve buna göre davranmaya sevk eden derin ve faydalı ilimdir. Bu ilmi Allah, dilediğine verir. Fakat böyle bir ilim başlangıçta ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah; “Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” buyurmuştur. Allah, kötülükleri engelleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı sadece kendine ait kılmaz. Akıl sahiplerinden dilediğine de verir. “Her kime hikmet verilirse, o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur.” Fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez. Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder. Bizzat Allah, âyetiyle ihtar edip uyarır da, o yine aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah, keremi geniş olduğundan herhangi bir şarta bağlı ve muhtaç değildir. Ama alacak olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı da düşünmedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalp ile olur. 12


Dolayıyla Kur’ân’ın kastettiği hikmet, bir yığın felsefî nazariyat olamaz. Asırlarca insanların zihinlerini boş yere uğraştırmış ve dalalet vadilerine sürüklemiş; hakikati ararken hakikatten uzaklaştırmış olan bu tür nazariyattan kaçınmayı, Resûlü Ekrem (s.a.s.) bize tavsiye etmektedir: “Faydalı ilim isteyiniz, yararsız ilimden Allah’a sığınınız.” 13 Bundan dolayıdır ki İslâm âlimleri hikmeti tanımlarken, mutlaka “amelle birlikte bulunan ilim” yani pratiğe dönüşen, bütün davranışlarımıza yön veren, tek kelimeyle hayata hakîm bir ilim düşüncesi üzerinde ısrarla durmuşlardır.

Kur’ân-ı Hakîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiş ve inananlar öğrenmeye ve hikmeti elde etmeye teşvik edilmiştir. Kur’ân’da ilimden bahseden âyet sayısı yedi yüz elliye varır. Yüce Kitabımız, âlimi görür; cahili kör kabul eder. “..Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağduyulu olanlar düşünüp ibret alır.” (Zümer, 39/9) buyurarak bilen ve bilmeyeni, bu konuda gayreti olanla olmayanı birbirinden ayırır. Bilenleri, daima bilmeyenlerden, bildikleri ölçüde üstün tutar. “..Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lâzım geldiği tarzda tâzim ederler.” (Fatır, 35/28) ayetiyle, bilen ve bildiği ile amel eden; ilim ve hikmet ehlinin ulaşabileceği seviyeyi nazara verir. Allah’tan hakkıyla korkanların, ancak âlim kulları olduğu hatırlatılır. Bu korku ve haşyet ise hadiste ifade edildiği üzere hikmetin başıdır: “Hikmetin başı Allah korkusudur.” 14

İşte Kur’ân’ın istediği ilim, boş nazariyat değil, insanın iç dünyasını aydınlatan dinî bilgi ve dış dünyasını aydınlatan müspet ilimdir. Zira “vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” 15 Hakikat hikmetin, hikmet de hakikatin ta kendisidir. Yüce Allah: “Evet, Biz ileride onlara ayetlerimizi (delillerimizi) gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” (Fussılet, 41/53) Yani insanlar “hangi ilmin hangi dalında ihtisas yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, açık ve seçik olarak âfâktaki ve kendi nefislerindeki âyetlerimizi onlara göstereceğiz. Mâhiyet-i insaniyetin abes olmadığını, gelişigüzel gelmediğini, bu mevzûda ortaya atılan faraziye ve hipotezlerin ciddi bir dayanağı bulunmadığını, insan muammasının altında bir kısım hakikatler ve zaman içinde keşfedilecek sonsuz hikmetler varolduğunu ilim onlara söyleyecek; onlar da bu hakikat ve hikmetleri kendi nefislerinde hissedeceklerdir. Hak ve hikmet, onlar için apaçık ortaya çıkacak ve onlar da anlayacaklar.” 16 İnsan, kendi iç âlemindeki tefekküründe en ince noktalara varıncaya kadar derinlemesine araştırma yaptığı zaman, kendi maddi vücudu üzerinde ilahi sanatların tezahüründen başka, Yaratıcısının kendisine vermiş olduğu manevi duygu ve kabiliyetleri de yakından tanıma imkanını elde eder. Bu sayede sahip olduğu duygu ve kabiliyetleri yerli yerince ve isabetli kullanmaya (hikmet) muvaffak olur. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” sözü, bu tefekkür faaliyetinin en önemli neticesini beyan eder. Bu şekilde yapılan bir enfûsî tefekkürün, insanı hikmetin mebdei tevhide götürmesi tabiidir. Çünkü: “İnsan, öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak, bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” 17

Kur’ân, enfüsü ve âfakı, yani iç dünyamızı ve içinde yaşadığımız dış âlemi bilgi ve hikmetin iki temel kaynağı saymıştır. Güneşi, ayı, gölgenin uzamasını, gecenin ve gündüzün değişmesini; insanın yaratılışını; renklerinin ve dillerinin çeşitlenmesini, hasılı insanın duyu alanına giren varlıkları ve tabiatta olup biten vs.. bütün olayları; Allah’ın varlığının, kudretinin ve hikmetinin âyetleri (işaretleri) olarak görür/gösterir. Müslümanların görevi, bu âyetleri derince düşünüp incelemek ve anlamak (fıkh anlamında hikmet), bunların yanından körü körüne geçip gitmemektir: “Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, hikmetini gösteren nice deliller vardır ki insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar.” (Yusuf, 12/105)

Niçin Kur’ân, insanın gözünü tabiata ve tabiatta olup-biten veya olmaya devam eden hadiselere çeviriyor? Çünkü Allah’ın kanunları, her zaman birbirini takip eden bu varoluş ve zahiren yok oluşlarda tecellî etmektedir. Bu kanunlar üzerinde düşünen ve kanunu koyan Yüce Yaratıcının tecelliyatını keşfedenler; varlığı daha iyi tanıyıp hakikatle yüz yüze geleceklerinden, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp, O’na layıkıyla saygı gösterecekleri gibi tabiata da yine onun adına hâkim olurlar. İnsanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Kendisine eşyaya müdahale hakkı verilmiş bir üstün varlıktır. Tabiat onun hizmetine amade yaratılmıştır. Ancak insan başta akıl olmak üzere sahip olduğu bütün donanımını isabetli kullanarak hem özünde varolan, fıtratının derinliklerinde saklı bulunan yüce değerleri keşfetmesi hem de mikro-makro bütün varlıkların esrarını bilmesi (hikmet) lâzımdır ki tabiata hâkim olabilsin. Zira tabiata tam hâkim olabilmek ilim ve hikmet işidir. Sadece ilmi değil, ilimle birlikte hikmeti de elinde tutan, hakiki manada güce ulaşır ve hikmetle hâkim olabilir. Hakîm olarak, sahip olduğu güç ve imkanları daha faydalı ve daha isabetli kullanabilir. Bu durumda sahip olduğu madde ve güç ona değil, o maddeye ve güce hâkim olur. Diğer bir ifadeyle ancak hikmetli hâkimiyet, sahip olduğu kuvvetleri heva ve heveslere göre değil, hakkın emri ve rızası istikametinde kullanabilir. İnsanları her çeşit zulüm ve yanlışlardan alıkoyar, uzaklaştırır. Bu da hikmetin adilane hüküm vermek, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak manalarıyla içicedir. İnsanoğlunun hak ve adalet anlayışına dayalı hilafet görevini tam temsili de ancak bununla mümkündür. Bunun için, Kur’ân’ın emrettiği ilim, ruhsuz, maneviyatsız bilgi değil, bilakis Yaratan’ı düşünerek varlıkları incelemek ve inceledikçe, insanın Yaratan’a karşı sevgi ve saygısını artıran ilimdir. İnsanı nefsine ve şeytana değil Allah’a yaklaştıran ilimdir. Bu ilim, insanı inkâra değil, hikmetin mebdei imana götürür. Maddeye kulluğa değil, her şeyi sonsuz kudret ve hikmetiyle yaratan Allah’a şükre vardırır. Başıboş ve ifrat-tefritlerin gelgitleri arasında çeşitli zulümlere girip mahvolmaya değil, her ânın hesabını verme şuuruyla, ümit ve korku arasında dengeli ve mesut bir hayata götürür.
Kur’ân âyetlerinin yanında, Allah Resûlü’nün hadislerinde de hikmetin insanlara verildiğini görmekteyiz. Mesela, Peygamberimiz kesin olarak kıskanmayı yasaklamışken yalnız hikmette ve hayırda imrenme anlamında kıskanmayı hoş görmüştür: “Yalnız iki şeye haset (gıpta) edilebilir: Bir adam ki Allah, kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmeti gereğince hareket ediyor ve bunu başkalarına da öğretiyor. Yine bir kimse ki, Allah kendisine mal vermiştir, o da malı Hak yolunda harcamaya koyulmuştur.” 18 Aslında, Allah Resûlü’nün, hikmeti “müminin kaybolmuş malı” olarak tanımlaması da, bu anlamda çok açık bir ifadedir.
İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O halde Allah’ın Hakîm ve Alîm sıfatlarından yararlanmaya, ilim ve hikmet sahibi olmaya çalışmalıdır. Peygamberler yeryüzünde Kitap ve hikmetin en emin ve en samimi eşsiz temsilcileridirler. Onların en büyük vazifeleri de Kitap ve hikmeti öğretmektir. İnsan onlardan öğrendiği hikmetle kendini bütün kötü düşünce ve davranışlardan arındıracak, uzaklaştıracaktır. Eşyanın hakikatini idrâk edecek ve Hakk’a teslim olacaktır. O’na içten bağlanacak, masivaya bütün bütün kapanacaktır.

Tek Örnek Hz. Lokman
Kur’ân’da sadece kendisine hikmet verildiği belirtilen peygamberlerden değil, bunun yanında, kendisine hikmet verilmiş salih kimselerden de bahsedilmektedir. Ayette,
“Biz, Lokman’a ‘Allah’a şükret!’ diye hikmet verdik.” (Lokman, 31/12) buyrulmaktadır.
Burada kendisine hikmet verildiği belirtilen Lokman’ ın kişiliği hakkında çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. 19 Tabiîn’den İkrime, Süddî ve Şa’bî, bu zatın peygamber olduğunu söylemişler ise de, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşü, onun salih bir kul olduğu noktasındadır. 20
Bu ayette geçen hikmet kelimesine farklı farklı anlamlar verilmiştir. Mücâhid’e göre Lokman’a verilen hikmet, nübüvvetin dışındaki akıl, fıkıh (anlayış), söz ve davranışta isabettir. Taberî’nin kanaati de budur. 21 Katâde ise, hikmeti İslâm’da fıkh (anlayış) olarak yorumlamıştır. 22 İbn Kesîr, Katâde’nin bu görüşünü naklettikten sonra burada hikmetin, fehm, ilim ve ta’bîr anlamına geldiğini belirtmektedir. 23 Beğâvî ise, bu âyette verilen hikmetin akıl, ilim, amel ve onunla her işte isabet etme olduğunu söylemektedir. 24 Beydâvî, Lokman’ın peygamber olmayıp, sadece bir hakîm olduğunu belirttikten sonra hikmetin genel tarifini şöyle yapmaktadır: “Hikmet, insanın nazarî ilimleri tahsil ederek, amel yönüyle de gücü nispetinde, faziletli davranışlara tam bir meleke kazanarak kemâle ermesidir.” 25

Kâsımî, bu anlamda hikmetin, ona, bir peygamberin lisanıyla veya ilham yoluyla veya -nebî olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre düşünecek olursak- vahiy kanalıyla verildiğini ifade etmektedir. 26 Hamdi Yazır, Beydâvî’nin tarifini aynen vermekte ve bunu şöyle açıklamaktadır: “Yani hikmet, gâh nazarî, gâh amelî olarak tarif edilirse de, tam manasıyla hikmet; illetleri ve sebepleri bilerek gayeye isabet edecek şekilde, ameli ilme, ilmi de amele tevfik etmektir. Bunun için kendine hikmet verilene birçok hayır verildiği beyan buyrulmuştur. Allah Teâlâ’nın, âlemde hikmetiyle koyup tahsis ettiği sebepleri ve hükümleri, yani kanunları keşfederek ondan bir takım ilmî sonuçlar çıkarma yeteneği, şüphe yok ki, Allah’ın büyük bir vergisidir. Hakîm olan kimseye yakışan da ilim ve amel bakımından bunun şükrünü yerine getirmektir.” 27
Râzî, bu âyette hikmeti “amelin ilme uygun gerçekleşmesi” şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre buna muvaffak olan kimseye hikmet verilmiştir. Kim bir şey öğrenir, fakat kendi maslahat ve zararlarını bilmezse, o kimseye hakîm denilemez. O kimse ancak bu mevzuda gayretli sayılabilir. 28

Kur’ân-ı Hakîm, Lokman’ı hikmet sahibi yani bilen ve bildiğiyle amel eden bir bilge (hakîm) kimse olarak tanıtmaktadır. Kendisine verilen hikmet, müfessirlerin bu izahlarının hangisiyle anlaşılırsa anlaşılsın kavramın anlam alanı içindedir. Allah, kendisine hikmet vermiş, o bunu şükürle karşılamış ve pek çok hayra nail olmuştur. Kur’ân’da, hikmetin en büyük temsilcileri peygamberler arasında, hikmete mazhar kılınmış örnek tek kişi olarak, onlarla beraber anılmak, hatta bir sûreye isim olmak büyük bir hayırdır. Dolayısıyla Lokman örneği, hikmetin ne büyük bir hayır olduğunun ve insanı nasıl bir makama yükselteceğinin en açık örneğidir.

Lokman, bu manevî büyüklüğü ve bilgeliği ile her kültürde bilindiği gibi bizim kültürümüzde de tanınmaktadır. Fakat Arapçadaki “hakîm” kelimesi, Türkçede “hekîm”e dönüştürülerek “tabip” anlamına nakledilmiştir. Halbuki o, sahip olduğu akıl, fehm, ilim, amel ve tecrübeyle sadece ve öncelikle tıb alanında değil, aynı zamanda din, ahlak ve hukuk alanında da çevresindekilere rehberlik yapmıştır. Her alanda isabetli söz söylemiş, isabetli kararlar vermiş ve isabetli davranmıştır. Bu itibarladır ki, Kur’ân’ın sûreleri arasında yerini aldığı gibi insanların sînelerinde de yerini almıştır.

Lokman’ın Hikmetli Öğütleri
Lokman’a şükür için hikmet verildiği belirtildikten sonra, oğluna yaptığı hikmetli öğütlerinden ve onun sahip olduğu üstün ahlâka dair bazı örnekler de verilmektedir. Lokman Sûresinin, 13 ve 19. âyetleri arasında geçen bu hikmet örnekleri, Lokman’a verilen hikmetin mahiyetini ve tezahürlerini de ortaya koymaktadır. 29 Lokman, oğluna nasihat ederken;
1- “Evladım! dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13) Lokman’ın bu öğüdü, İsra sûresinde, “İşte bunlar Rabb’inin sana vahyettiği hikmetlerdendir.” (İsra, 17/39) âyetiyle, hikmet olarak vasfedilen, yirmi beş emir ve nehyin başlangıcı “Sakın, Allah ile beraber başka Tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.”(İsra, 17/22) emriyle birebir örtüşmektedir.


Şirk çok büyük bir zulümdür. Öncelikle bir zulüm, bir haksızlıktır. Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını, Allah’tan başkasına vermektir. Bu yönüyle de hikmetin zıddıdır. Aynı zamanda “Gerçekten Biz, âdem evlatlarını şerefli kıldık.”(İsra, 17/70) âyeti gereğince, Allah’ın şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahluka ibadet ettirerek alçak ve zelil kılmaktır. 30 Bunun yanında şirk, insanın sadece kendi şahsına karşı bir tahkiri değil, her bir mahlukun hakkına, şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Kâinatın bütün kemâlâtına, ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüzdür. 31 Bu yönüyle de adâlet ve hikmetin zıddıdır.
2- “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik, zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer. İnsana buyurduk ki: Hem Bana, hem de annene babana şükret, unutma ki sonunda bana döneceksiniz.” (Lokman, 31/14) Lokman’ın bu ikinci öğüdü, onun ağzından çıkan bir söz değil, Allah’ın insana tavsiyesidir. Lokman’ın öğütlerini hikaye esnasında ve şirki yasaklamayı te’kid için, ara cümlesi halinde getirilmiş, başlı başına ilâhî bir kelâmdır. 32

Lokman’ın hikmetli öğütleri arasında yer alan bu husus da, İsrâ sûresinde hikmet olarak nitelendirilen bir konudur. “Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya, babaya güzel muamele edin...” (İsra, 17/23)

Yüce Allah, insana anne-babasına iyilik etmesini emretmiştir. Çünkü Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, anne-babasıdır. Annesi onu nice güçlüklerle önce karnında, sonra kucağında taşımış, iki yıla yakın emzirmiş, uzun süre ona bakmıştır. Eğer annesi ona böyle bakmasa, belki de canlıların en geç gelişeni olan zayıf insanın güçlenmesi; kendisini yönetecek, koruyacak duruma gelmesi mümkün olmazdı. Bunun yanında babası da annesiyle beraber onu korumuş, yetişmesine emek vermiştir. Büyüyüp gelişmesi için kendisine bu kadar emek veren, hizmet ve iyilik eden anne-babasının bu iyiliklerine karşı, onlara iyilik etmek, elbette insanın üzerine borçtur. İnsan, önce Allah’a, sonra ebeveynine karşı itaatle yükümlüdür. Bunu yapmayan kimse, er geç cezasını çeker. 14. âyetin sonunda yüce Allah, insanın, dünyada ebeveynine karşı davranışlarına dikkat etmesini tekid etmek üzere: (اِلَيّ المَصِيرُ) “Dönüş Banadır!” buyurmaktadır. Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı yaptıklarından, bir gün Allah’ın huzurunda hesap vereceğini hatırlatmaktadır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; ferdin hem dünya hem de ahiret hayatı adına, aile ve cemiyetlerin de bugünü ve geleceği adına bu prensip önemli bir hikmettir. Denilebilir ki bu hikmeti kaybeden fert, dünya ve ukbasını kaybeder. Bu hikmetten mahrum aile, sevgi, şefkat, merhamet ve saadetini yitirir. Bu hikmetten yoksun toplum, emniyet, güven ve asayişten mahrum kalır. Tek cümleyle ifade edecek olursak, bu hikmeti gözetmeyen fert ve toplumlar dünya/ukba cennetini kaybederler.

3- “Eğer onlar hiç bir ilimde yeri olmayıp muhal olan şirki isnad ettirmek üzere bana ortak saymaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme. Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık. Bana yönelen olgun insanların yolunu tut. Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben, işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim.” (Lokman, 31/15)
Ebeveyne itaat önemli bir hikmettir. Öyle bir hikmet ki bu hikmetten daha nice hikmetlere ulaşılır. Fakat ebeveynin emirleri, Allah’ın emir ve nehiylerine ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde yaratılmışlara itaat edilmez. Yaratan’ın hakkı, anne-babanın hakkından üstündür. Şirk, Allah’ın nimetlerine nankörlüktür. Yüce Allah, müşrik anne-babası, bir kimseyi Allah’a şirk ve isyana sevk etmek istedikleri takdirde onlara itaat etmemesini emretmektedir. Fakat müşrik de olsalar dünya işlerinde anne-babasıyla iyi geçinmesini, onların gönüllerini kırmamasını; ahiret işlerinde ise, Peygamberin ve müminlerin yoluna uymasını emretmektedir. İslamî, insanî ve ictimaî açıdan baktığımızda bu hükmün, hikmetin ta kendisi olduğunu görürüz. Bu uygulamanın hikmetlerini saymak başlıca bir makalenin konusudur. Bu emre İslamî tebliğ ve irşat açısından da baktığımızda farklı hikmet ve güzelliklerle karşılaşırız. 15. âyetin sonunda yine insanların Allah’a döneceklerini, dünyada yaptıkları her şeyin kendilerine haber verileceğini hatırlatmaktadır. Böylece ayet, ahiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek Allah’a ve ebeveyne karşı davranışlarına dikkat etmesi için insanı uyarmaktadır.

4- “Evladım, yapılan iş, bir hardal tanesi kadar küçük de olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, yahut göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, mutlaka Allah, onu meydana çıkarır. Allah öyle Latîf, öyle Habîr’ dir: İlmi gizliliklere pek kolay bir tarzda nüfuz eder.”(Lokman, 31/16) İşte hikmetin başı bu şuur ve bu dikkattir. Bu hassasiyete sahip olabilmektir. Allah Resulünün ifadesiyle “hikmetin başı mehafetullahtır.” Nerede olursak olalım, Allah’ın emir ve yasakları karşısında takva ve istikamet içinde hareket etmeye gayret etmektir.

5- Beşinci öğüdünde, Lokman, oğluna namaz kılmasını, iyiliği emir, kötülükten men ve başına gelenlere sabretmesini öğütlüyor. Bunların yapılması gerekli önemli işlerden olduğunu şöyle vurgulamaktadır: “Evladım, namazı tastamam kıl, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir.” (Lokman, 31/17)

Namaz bütün ibadetlerin piri ve İslamiyet’in de direğidir. Ankebût suresinde belirtildiği üzere “…muhakkak ki namaz, her türlü hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 2945) Bu fonksiyonuyla namaz hikmetin “bir kimseyi yanlışlardan alıkoyma, kötülüklerden menetme” anlamıyla birebir örtüşmektedir. Bu açıdan baktığımızda namaz, mü’mini hikmete ulaştıran bir kaynaktır. Gerçekten emredildiği şekilde ve sırf Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlas yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse bugün olmasa da yarın mutlaka insanı ahlak dışı davranışlardan ve meşru olmayan işlerden alıkoyar. İnsanı fuhşiyattan alıkoyan bir ibadet, elbette evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalalet ve dalalete sürükleyen saiklerden de uzaklaştırır.

Lokman’ın, namazı tavsiyesinin arkasından iyiliği emir ve kötülüğü nehyi getirmesi de manidardır. Ayrı bir hikmettir. Çünkü emri bi’l-ma’ruf dinin müeyyidatındandır. Bir mümin şahsi istidat ve ferdî sorumluluğunu aşarak toplumdaki yanlışlıkları düzeltme yoluna girince, başına bir sürü gailelerin geleceği kaçınılmazdır. Nice yılların kazandırdığı alışkanlıkları terk edemeyen veya menfaati zedelenen kişi ve kuruluş varsa, hepsi ona karşı çıkacak ve onu baskı altına alacaklardır. İşte böyle bir durumda mümin, bütün bunlara direnip, çizgisini koruma mecburiyetindedir. 33 İşte çizgiyi korumada sabır, önemli bir dinamik ve önemli bir hikmettir. Zira tepkiler veya baskılar, tenkitler veya olaylar karşısında sabretmeyen kimse isabetli düşünemez ve isabetli karar veremez. Yani hikmete uygun hareket edemez. Diğer bir ifadeyle sabretmeyen hikmete ulaşamaz.

Ayrıca burada, hem namazın hem de iyiliği emir ve kötülüğü nehyin diğer ümmetler için de söz konusu olduğu vurgulanmakta ve bu aynı zamanda bir mümine hitap üslubu içinde sunulmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Lokman, daha önce oğlunu “Oğulcağızım, sakın Allah’a eş-ortak koşma; bilmelisin ki şirk büyük bir zulümdür.” diyerek onu münkeratın en büyüğü ve çirkininden vazgeçirdikten sonra, burada da ona İslam esaslarının en büyük rüknü ve cihadın hemen her zaman, herkes için geçerli bir buudu olan emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’l-münkeri hatırlatarak en önemli bir ibadetin yanında umum ubudiyetin müeyyidesine de dikkatleri çekip daha işin başında şer’î muvazenenin ehemmiyetini vurguluyor. “Başına gelenlere sabret, bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir” fermanına gelince, bu müstakil bir sorumluluk hem de önceki iki vazifeden ötürü başa gelmesi mukadder hadiselere karşı bir teyakkuz manasına gelmektedir. 34

6- Bu bölümde Lokman, insanlarla iletişimin ve onlarla beraber yaşamanın temel âdap ve kurallarına geçmektedir. Oğluna, herkesle eşit olduğunu ve ‘insanların içinde, insanlardan bir insan olmasını’ öğütlemektedir. 35 “Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah, kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürürken ölçülü, mutedil yürü. Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma. Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.”(Lokman, 31/18-19)
Bir önceki nasihatte beş öğüt emredilmişti. Bunlar:

1- Namazı hakkıyla ifa et.
2- İyiliği yay.
3- Kötülüğü önlemeye çalış.
4- Başına gelene sabret.
5- Azimli ve kararlı ol.
Bu iki âyette de Hz. Lokman, oğlunu dört şeyden sakındırmaktadır:
1- Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme.
2- Çalımlı çalımlı yürüme.
3- Yürürken mutedil yürü.
4- Bağırarak konuşma.

İsrâ sûresinde, hikmet olarak nitelendirilen âyetler arasında da kibir konusuna yer verilmiştir. “Hem kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabb’inin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsra, 17/37-38)

Hz. Lokman’ın “Yürürken ölçülü, mutedil yürü.” öğüdünde, aslında âyetin siyak ve sibâkı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde, ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi, yürümek için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek zorundadır. Bunun yanında şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde ise herhangi bir sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz. Âyette asıl kastedilen, kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh halini ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır. Servet, iktidar, güzellik, bilgi, kuvvet ve bu tür şeyler, insanı gururlu kibirli, hâle getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takvâ ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Yine bazen insan, bu dünyanın sıkıntılarından öyle bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman’ın demek istediği şudur: “Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazı ve vakur bir kimse gibi yürü; yürüyüşünde ne her hangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takvâ tevâzu gösterişi.” 36

Hz. Lokman’ın burada saydığı esaslar aslında İslam’ın temel emirlerindendir. Sözgelimi namaz, İslâm’ın başta gelen önemli şartlarından biridir. İyiliği emir, kötülüğü nehiy Kur’ân’ın daima üzerinde durduğu, müminlerin önemli özelliklerinden bir tanesidir. Diğer daha çok ahlâkî olan bazı tavsiyelere gelince, bunlar iman eden bir insanın sahip olması gereken temel vasıflardandır. Bunlar, insanın diğer bütün davranışlarıyla da irtibatlıdır. Dolayısıyla mümin, hayatının her alanında ve her anında kitap, sünnet (hikmet) ve Kitap ve sünnete uygun ibadeti de içine alan adalet üzere hareket edecek, bu sayede ifrat ve tefrite düşmekten kurtulacak, istikâmet üzere yaşayacaktır. Bu istikâmet, her müminin, günlük beş vakit namazında kırk defa Allah’tan talep ettiği “Sırât-ı Mustakîm”dir.

DİPNOTLAR
1 İbn Fâris, Ahmed b. Zekeriyya, Mu’cemu mekayisi’l-luğa, hkm md., (thk. Abdusselam Muhammed Harun), Beyrut 1991; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, hkm md., XII, 141, Kahire ty.
2 İbn Manzûr, hkm md., XII, 140.
3 İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.
4 İbn Düreyd, hkm md.
5 İbn Manzûr, hkm md., XII,140
6 İbn Düreyd, hkm md.
7 Zebîdî, hkm md., XVI, 160.
8 İbn Manzûr, hkm md. XII, 143; Zebîdî, hkm md., XVI, 161, 141.
9 Cevherî, hkm md.; İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.
10 Bu tanımlar için bkz., Taberî, III, 90-91; Semerkandî, I, 231-232; Beğâvî, I, 334; Kurtûbî, III, 213-214; Ebû Hayyân, II, 320; İbnu’l-Cevzî, I, 324.
11 Yazır, Hamdi, II, 915-926.
12 Yazır, Hamdi, II, 913-914.
13 İbn Mâce, Dua, 3; Münâvî, IV, 108.
14 Münâvî, III, 574. Münâvî hadisin sahih olduğunu belirtmektedir.
15 Said Nursî, Münazarat, s.1956.
17 Nursî Said, Sözler, s. 640, Sözler Yay. İstanbul 1989
18 Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 267.
19 Lokman ibn Bâurâ, Âzer evladından olup, Eyyûb (a.s.)’ın kız kardeşinin veya teyzesinin oğlu olduğu söylenmektedir. Bunun yanında farklı rivâyetler arasında Sudan’lı veya Habeş’li bir köle olduğu da yer almaktadır. Bin sene yaşadığı ve Dâvud (a.s.)’ın dönemine yetiştiği, ondan ilim aldığı ve İsrâiloğulları içinde kadılık yaptığı rivâyet edilmektedir. Bu rivâyetler ve bu konu hakkında daha geniş bilgi için bkz., Zemahşerî, III, 23; İbn Kesîr, VI, 336-338; Çakmakçı, Cevdet, Lokman Bibliyografyası, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sayı, 4, s. 295-302, Ankara Üniv. Basımevi 1980.
20 Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Beğâvî, VI, 286; Zemahşerî, III, 231; Tabersî, V, 51; İbnu’l-Cevzî, VI, 317; Kurtûbî, XIV, 41; İbn Kesîr, VI, 337; Kâsımî, XIII, 4796; Âlûsî, XXI, 82-83; Yazır, Hamdi, VI, 3842.
21 Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Âlûsî, XXI, 83.
22 Taberî, XXI, 67; İbn Kesîr, VI, 338.
23 İbn Kesîr, VI, 286. Kanaatimce burada “ta’bîr” kelimesinden kastedilen, “te’vîlu’l-ehâdîs” yani olayların isabetli yorumlanmasıdır.
24 Beğâvî, VI, 286.
25 Beydâvî, II, 227.
26 Kâsımî, XIII, 4795-4796.
27 Yazır, Hamdi, VI, 3842-3843.
28 Râzî, VI,733-734.
29 Kutub, Seyyid, V, 2781.
30 Yazır, Hamdi, VI, 3844.
31 Nûrsî, Said, Şuâlar, s. 11.
32 Kurtûbî, XIV, 43; İbn Âşûr, XXI, 156; Zuhaylî, XXI, 147; Mevdûdî, IV, 295; Yazır, Hamdi, VI, 3844.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı