9 Kasım 2010 Salı

Osmanlı'nın eşyası, Kâbe-i Muazzama Müzesi'nde

09 Kasım 2010
netgazete.com




MEKKE -İHA- Mekke-i Mükerreme'de hacı adaylarının ziyaret ettiği mekanların başında Kabe-i Muazzama Müzesi geliyor. Kabe'de eskiyip yerine yenisi konulan malzemeler bu müzede saklanıyor.

Kabe-i Muazzama'nın Osmanlılar zamanında kullanılan ahşap minberi, Hacer'ül Esved'in bakırdan yapılmış, kenarı yırtık muhafaza kabları, Makam-ı İbrahim'in pirinçten eski muhafazası, Memluk (Mısır) Sultanı Berkok zamanından kalma taş kitabeler, Osmanlı döneminde III. Murat Han'ın yaptırdığı taş oyması, Allah, Muhammed ve Çar-ı Güzin lafızları, eski Kabe Kapıları ziyaretçiler tarafından hayranlıkla seyrediliyor.
En fazla ilgiyi ise Kabe-i Muazzama'dan çıkan eski kapılar oluşturuyor. Osmanlı ve Memlûklu yapımı özel çalışılmış eski kabe kapıları, bütün ziyaretçilerin hatıra fotoğrafı çektirdiği objelerin başında yer alıyor. Eski Zemzem Kuyusu etrafındaki demir muhafazalar da yine müzede saklanıyor. Kabe'de bulunan Osmanlı zamanından kalma güneş saati, minare ve kubbe alemleri de Türkleri hatırlatıyor. Ziyaretçileri tarihe götüren objelerden birisi de duvarları süsleyen eski Kabe-i Muazzama fotoğrafları oluyor.

Osmanlı zamanından kalan fotoğraflarda Kabe-i Muazzama'nın 120 yıl öncesine kadar ne şekilde olduğu gözler önüne seriliyor. Kabe-i Muazzama'nın içerisinden ve çevresinden çıkarılan mermer sutunlar da müzenin bahçesini süslüyor. Müzede Peygamber Efendimizin kabrinin bulunduğu Mescidi Nebevi'den çıkarılan mihrab çerçeveleri, caminin bahçesindeki eski tip lambaların çerçeveleri de yer alıyor.

Türkiye'nin yanı sıra Endonezya, İran, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin hacı adayları, müze ziyaretlerini gruplar halinde randevulu sistemle yapabiliyor.

İRFAN ALTIKARDEŞ - DURSUN ŞAHİN

27 Eylül 2010 Pazartesi

Efendimiz'in (sav) Merhamet Ahlakı

Ilim Bahcesi Sitesi

Efendimiz’in merhameti beşerî münâsebetlerde ortaya çıkan bir husustur. Onun insanî ilişkilerini bu gözle değerlendirdiğimiz zaman merhamet ahlâkının en şâhika örneklerini, hoşgörü ikliminin en müşahhas misallerini onda görürüz. Çünkü o lânetçi değil, rahmet peygamberiydi. (bk. el-Enbiyâ, 21/107) Âile hayatından toplum ve devlet hayatına varıncaya kadar onda bu höşgörü, merhamet, şefkât ve sevginin derin izleri vardır.

Rahmet peygamberinin insânî ilişkilerdeki temel özelliği merhametiydi, hoşgörü ve şefkatiydi. Kur’an onun bu özelliğini şu lâfızlarda takdim etmektedir:“Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemini rahmet ve şefkat olarak belirleniyor. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukabele edilmesi ve onlar için Allah’dan bağışlanma dilenmesi öngörülüyor. Ayrıca yapılacak işlerin karar aşamasında insanların görüşlerine başvurulması tavsiye ediliyor. Ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Hakk’a tevekkülle işin sonuçlandırılması emrediliyor.

- Eş ve Baba olarak Âile Hayatındaki Merhamet Âhlakı
İnsanın olduğu gibi göründüğü yer âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme şansına sâhip değildir. Bu yüzden insanların insanî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, insanları âile içinde görüp tanıyanlardır. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arzetmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunmaktadır. “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) Hz. Âişe ahlâkını Kur’an olarak gördüğü Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlatmaktadır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”

On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı.” sözü, Onun insan gönlüne verdiği değeri gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.

Torunları Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, ondaki merhamet duygusunun bir başka tezâhürüdür.

-Mürebbî ve Mürşid Olarak Toplum Hayatındaki Merhamet Âhlakı
Allah Rasûlü, toplum hayatında inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da hoşgörülüdür. O inananlara düşkündür: “Ey inananlar! Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size çok düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (et-Tevbe, 9/128) O bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Gördüğü yanlışlıklarda “galat-ı rüyeti” kendisine izâfe ederek : “Bana ne oluyor da bazılarınızı şu şu hallerde görüyorum” derdi.

Mescide bevl gibi tabiî ihtiyacını görmeye kalkışan bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.

Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence “böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile, ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmiştir. (bk. İbn Hanbel, I, 256-257)

Ganimet taksimi sırasında insanları yararak yanına sokulup ridâsının yakalarından tutarak kendisini sarsan ve “Devemi ganîmet mallarıyla doldur, babanın malını vermiyorsun?” diye kendisini inciten bedeviye karşı da merhametle muâmele etmişti.

O, inanmayanlara karşı da höşgörülüydü. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye Ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer soru sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışlayıverdi. Çünkü Allah Teâla ona:“İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!” (el-A’râf, 7/199) buyurmaktaydı. Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsiri sadedinde vârid olan şu hadis-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulmedeni senin bağışlamandır.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 438)

Bu âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini” söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu: “Eğer şeytandan bir gıcık seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.” (el-A’raf, 7/200) Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol!

-Devlet Başkanı Olarak Merhamet Ahlâkı:
Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da hoşgörülü ve merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terk etmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Süraka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi vs. hep affetti. Ancak onun afv, musâmaha ve hoşgörüsü acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.

Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâla: “İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez.” (el-Münâfikun, 63/8) buyurur. Bu âyetin inmesine vesile olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münafıklar kuyu başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve hoşgörüyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.
Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için yapmamıştı. Medine İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek üzre yapmıştı. Devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıydı.

Efendimiz’in, merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkati ve bütün insanlığa afv ve hoşgörüsü sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi Onun yüreğini kanatıyor ve ciğerini sızlatıyordu. Ona göre “Güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı.” Bu Müslümanın iman göstergesiydi.


Resim: flickr.com

.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Günümüzde Hz. Peygamber (sav)'in Doğru Anlatılması Meselesi Üzerine Düşünceler

Doç. Dr. Adem Apak
SonPeygamber.Info Sitesi

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başlatmış olduğu ve her yıl Nisan ayında tertip edilen Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin gerek ülkemizde, gerekse yurt dışındaki Müslüman vatandaş ve soydaşlarımızda yoğun bir dinî atmosferin yaşanmasına sebep olduğu bir gerçektir. Her şeyden önce bu vesile ile insanımızın dinî hassasiyeti Ramazan coşkusunu andırır derecede canlanmakta ve bir haftalık süre içinde, İslam dininin topluma yansıyan yönü müstesna örneklerle sergilenmektedir. Memnuniyetle ifade etmek gerekir ki, hafta boyunca çeşitli sivil toplum kuruluşları da resmî programlardan ilham alarak Hz. Peygamber (as)'i tanıtıcı ve İslam dininin güzelliklerini topluma yansıtıcı mahiyette çeşitli faaliyetler düzenlemektedirler. Gün geçtikçe bu tür organizasyonların sayısı artmakta, nitelikleri de seviye kazanmaktadır.

Gerek Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, gerekse sivil kuruluşların tertip etmiş oldukları Kutlu Doğum programlarının en önemli konusu şüphesiz Hz. Peygamber (as), O'nun din ve sosyal hayattaki örnekliği ile İslam dininin bütün insanlara müteveccih olan evrensel mesajlarıdır. Bu hususlar gereği gibi işlendiği takdirde, hem toplumumuzun din ve peygamber bilincinin artacağı, hem de yüce dinimiz İslam'ın mesajlarının bütün insanlığa ulaştırılacağı açıktır. Bu sebeple verilecek mesajların muhtevası kadar, bunların nasıl verileceği hususu da önem arz etmektedir. Bu makalede özellikle günümüz insanına Hz. Peygamber (as)'i nasıl takdim etmek gerekir sorusu etrafında bazı tespitler yapılmaya ve teklifler sunulmaya çalışılacaktır.

İslam dininin temel kaynakları Kur'ân ve sünnettir. Kur'ân vahyin mesajlarını, sünnet ise Hz. Peygamber (as)'in söz, fiil ve takrirlerini içerir. Sünnet bu yönüyle, Allah Rasûlü (sav)'nün İslam dinini hayata yansıtma faaliyeti bütünü olarak değerlendirilebilir. Bu sebeple İslam dininin anlaşılması, Peygamberin ve O'nun davranışlarının anlaşılmasıyla doğrudan ilgilidir.

Tarih boyunca Hz. Muhammed (sav)'in tanınması ve anlaşılması gayesiyle muhtelif coğrafya, kültür ve dönemlerde farklı tasavvurlar ve sunumlar geliştirilmiş ve zamanla bu konuda geniş bir literatür meydana getirilmiştir. Zamanımızda da Rasûlullah (sav)'ın hayatını yeniden okumak, düşünmek, anlamak ve anlatmak ihtiyacı artarak devam etmektedir. Zira zamanın değişmesiyle birlikte insanların anlayışları ve dünya görüşleri de değişmektedir. Bu değişimleri doğru olarak algılamak suretiyle, asrımız insanına son dinin tebliğcisini en gerçekçi bir şekilde tanıtmak, Müslüman aydınların öncelikli görevlerindendir.

Hz. Peygamber (as)'in doğru anlaşılması hususunda ilk adım, O'nun hayatının ve davranışlarının sağlam kaynaklardan sahih bilgilere dayanılarak ortaya konulması olmalıdır. Bu konuda öncelikli kaynak tabiî ki, ilahî kitap Kur'ân-ı Kerim'dir. Zira Kur'ân'da Hz. Peygamber (as) dönemindeki savaşlar, anlaşmalar, Yahudiler, Hıristiyanlar, münafıklarla ilişkiler, O'nun beşerî yönü, kendisine yapılan ilahî uyarılar vb. konularda bilgiler yer almaktadır. Hz. Peygamber (as)'in hayatının ve kişiliğinin tüm yönleri ve yaşadığı muhitin sosyo-kültürel yapısı hakkında geniş bilgiler ihtiva eden ikinci kaynak ise bizzat ondan rivayet edilen hadisler, daha geniş ifade edilecek olursa O'nun söz, fiil ve takrirlerini ihtiva eden sünnettir. Hadislerin rivayet ve dirayet tenkidinden geçirilmesinin yanında ayetlerin ışığında yeniden değerlendirmeye tabi tutulması önem arzetmektedir. Çünkü sonraki dönemlerde siyasî veya dinî saiklerle pek çok zayıf hadis delil olarak kullanılmış, hatta bazı itikadi-siyasi gruplar tarafından kendi görüşlerini desteklemek amacıyla hadisler uydurulmuştur.

Hz. Muhammed (sav)'in insanlara tanıtılmasında Kur'ân ve hadisten sonra müracaat edilecek üçüncü derecedeki bilgiler ise, siyer ve meğâzî kitaplarında yer alan ve tenkit süzgecinden geçmiş, daha da önemlisi ilk iki kaynaktaki esaslarla paralellik arz eden rivayetlerdir. Bu hususta gösterilecek hassasiyetin sebebi, Rasûlullah (sav)'ın doğru bilgilerle tanıtımının sağlanmasıdır. Kabul etmek gerekir ki, Allah Rasûlü'nün (sav) insanlara takdimi meselesi, zaman içinde genelde ilmî anlayıştan edebî anlayışa kaymış görünmektedir. Bunun sonucu olarak yazarlar ve özellikle de şairler -birçoğu da samimi niyetlerle de olsa- tarihte yaşayan peygamber yerine, hayallerinde canlandırdıkları peygamberi insanlara takdim etmişlerdir. Neticede Müslüman toplumlar peygamber tasavvurlarını genelde şairlerin tasvir ettikleri peygamberden ilham alarak oluşturmuşlardır. Tasvirlerin tarihî gerçeklere uyup uymadığı, sağlam kaynaklarca desteklenip desteklenmediği hususu umumiyetle ikinci plânda kalmıştır.

Müslüman şairlerin dizelerinde Allah Rasûlü (sav) sadece bir övgü (medh) konusu olarak görülmüştür. Şiirde övgü önemli bir temadır. Ancak Allah Rasûlü'nün (sav) sadece bu çerçevede ele alınması, insanlara bu zaviyeden takdim edilmesi O'nun tanıtılması açısından yanlış olmasa da, eksiktir. Örnek vermek gerekirse; Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i edebî bir eserdir, hatta çağları aşıp hâlâ etkisini sürdürmesi sebebiyle bir şaheserdir. Ancak o bir siyer kitabı değildir. O'nu kendi kategorisinde değerlendirmek, siyer alanında bilgi kaynağı olarak görmemek gerekir. Ancak günümüzde de şahit olduğumuz gibi, bilhassa Kutlu Doğum etkinliklerinde edebî eserler merkezli bir peygamber sunumu öne çıkmakta, programlar şiir dinletileri ve menkıbevî siyer anlatımlarıyla doldurulmakta, zaman zaman da Hz. Peygamber (as)'i tanıtma faaliyeti duygu-yoğun söz ve müziklerle amacından sapmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (as)'i düşünerek öğrenmek ve tanımak esas olmalıdır. Zira Müslümanların Hz. Peygamber (as)'i tahayyüllerle değil, gerçek hâliyle anlamaya ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaç da ancak sağlam riyavet ve muhakeme ile ortaya çıkan doğru bilgilerle gerçekleşir. Kanaatimizce peygamberi tanıma ve sevme konusunda, insanların salt duygularına hitap eden, onları heyecana sevk eden övgü manzumelerinden ziyade, akletmeye, tefekküre götüren yol gösterici bilgilere müracaat etmek, bunları esas alan toplantı ve konferansların sayısını ve niteliğini artırmak gerekir. Aslında Hz. Peygamber (as)'i Allah övmüştür, O'nun kulların övgüsüne ihtiyacı yoktur. Asıl kulların, yani ümmetlerinin O'nu bütün yönleriyle ve en doğru bir şekilde tanıma ve anlamalarına gerek vardır. Dolayısıyla kullara düşen O'nu övme yarışına girmek yerine, doğru tanıma, anlama ve örnek alma çabası sarf etmek olmalıdır. Dolayısıyla edebiyat faaliyetlerinin (şiir, hikaye, piyes vb.) Peygamberin tanıtımında ve takdimindeki ehemmiyetini (hatta çocuklar ve gençler için zaruretini) kabul etmekle birlikte, Allah Rasûlü'nün (sav) tanıtımını da, hissî boyuttan daha fazla, akli temellerle gerçekleştirilmesinin zarureti dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Günümüz insanının Hz. Peygamber (as)'i anlaması konusunda takip edilmesi gereken yollardan biri de, O'nun insanî-beşerî yönünün öne çıkarılarak takdim edilmesidir. Peygamberler ilahî tebliğin insanlara ulaştırılması için Allah tarafından seçilmiş müstesna şahsiyetlerdir. Onlara diğer insanlarda bulunmayan mucize, ismet sıfatı gibi beşer üstü özellikler verilmiştir, üstelik bunlar aynı zamanda peygamberliğin şartlarındandır. Ancak bununla birlikte onlar her şeyden önce birer insan olarak kabul edilmişlerdi ki, bizzat kelime-i şehadetin muhtevası bu hususu açık bir şekilde gösterir. Kur'ân'da da ifade edildiği gibi (İsra, 95; Enam, 9), insanlara gönderilecek bir elçinin ancak insan olması lüzumu vardır. Aksi takdirde insanların kendileri dışındaki bir varlığa (melek) tabi olmaları ve O'nun gibi davranış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu değerlendirmelerden yola çıkarak günümüz insanına, Hz. Peygamber (sav)'in insani yönünü belirginleştiren bir sunum yapılması, başka bir ifadeyle Allah Rasûlü'nün (sav) peygamber olmakla birlikte, bir insan olarak tanıtılmasının gereğini vurgulamak gerekir.

İslam tarihi kaynaklarının önemli bir kısmında Hz. Peygamber (as)'in hayatının olağanüstü boyutta aktarıldığı ve genelde mucize merkezli bir peygamber takdiminin yapıldığı görülür. Örnek vermek gerekirse, hicret hadisesinden bahsedilirken öne çıkan hususlar Sevr Mağarası etrafındaki gelişmeler, yolculuk esnasındaki olağanüstü gelişmeler ile Süraka olayı öne çıkarılır. Halbuki bunlar hicretin mahiyeti ve önemi bahsinde esas konular olmadıkları gibi, hicretin gerek İslam tarihi, gerekse dünya tarihi açısından dönüm noktası olması yönünü geri plâna iter rivayetlerdir. Bu durum son peygamberin evrensel mesajının gerçek yönüyle anlaşılmasını da gölgeleyebilir. Kaynaklarda olağanüstü bir peygamber takdimi yapılmasında, insanların peygamberi ulaşılamaz bir varlık kabul etmelerinin ve özellikle de Hz. Peygamber (as)'in vefatından sonraki dönemlerde farklı din mensuplarıyla girişilen peygamber tartışmalarının etkisi mutlaka vardır. Ancak olağanüstü özellikleri öne çıkarılan ve mucize merkezli olarak sunulan bir peygamberin, insanlar tarafından örnek alınması ihtimali de ortadan kalkabilir. Çünkü insanlar tamamen beşer üstü hususiyetlerle bürünmüş bir insanı davranış geliştirme ve kendilerine model alma konusunda aciz kalacaklarını ifade edecekler, bu hususta mazur sayılmayı isteyeceklerdir. O zaman, bunun yerine, Peygamberin, vahyin tebliğcisi olmasının yanında beşerî vasıfların hemen tamamını üzerinde barındıran bir insan olduğu bilgisi ve fikrinin öne çıkarılması, O'nun insan olarak örnek alınacak pek çok hususiyete sahip olduğunun vurgulanması insani davranışlarının örneklenmesi, Müslümanları/insanları, O'nu tanıma ve O'nun davranışlarını kazanma yönünde ikna ve teşvik edecektir. Bu bahiste örnek vermek gerekirse, Allah Rasûlü (sav) insan olması hasebiyle, bir çocuktur, bir eştir, bir babadır, bir komşudur, bir komutandır, bir liderdir; özetle ortalama bir insanın pek çok konuda kendisiyle paralellik kurabileceği özellikleri haiz bir beşerdir. Bu durumda bilhassa Müslümanların peygamber sıfatıyla birlikte beşeri özellikleri de şahsında barındıran bir Peygamberi örnek almaları ve O'nun gibi davranmaları pekala mümkün olur.

Burada şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılmasında, başka bir ifadeyle, zamanımızda Allah Rasûlü'nün (sav) anlaşılmasında O'nun insanî yönünün ön plana çıkarılması demek, ilahî tarafının, gösterdiği mucizelerinin geri plâna alınması, kısacası O'nun risalet yönünün ikinci dereceye çekilmesi anlamına gelmez. Müslümanlar için şu mutlak bir gerçekliktir ki, Hz. Muhammed (sav) kendisine vahiy gelen, gerçekleştirdiği dönüşümün stratejisini ve içeriğini ilahî vahyin belirlediği, başarısının temelinde de vahyin bulunduğu bir şahsiyettir, son peygamberdir. Vahyin en açık işareti olan Kur'ân da O'nun en büyük mucizesidir. Hz. Muhammed (sav)'in hayatı veya hayatından bir kesit sunulurken mutlaka O'nun nitelikleri ve davranışında vahye, vahyin rolüne işaret edilmelidir. Bizim yukarıda kastetmeye çalıştığımız husus, günümüz Müslümanları ve insanlığı için Hz. Muhammed (sav)'in takdiminde, peygamberlik ile insani yönden hangisinin önemli ve öncelikli olduğu meselesi değil, konunun sunumunda meselenin pratik ve güncel boyutudur. Esasında Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılmasında öncelikli olarak Kur'ân ve sahih hadisin temel alınması gerektiği şeklinde yukarıda ortaya konulan düşünce, vahyi ve peygamberliği açık bir şekilde meselenin merkezine koymaktadır.

Hz. Muhammed (sav) son peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O'nun mesajı belli bir bölgeye veya millete değil, bütün insanlığadır. Öyleyse O'nun mesajlarını bütün insanlığı içine alacak şekilde ele almak, O'nu evrensel mesajlar çerçevesinde insanlara tanıtmak gerekir. Allah Rasûlü (sav), İslam medeniyetinin üzerine inşa edildiği değerler sistemini hayata geçiren, onlara dinamiklik kazandıran bir şahsiyettir. O'nun bu özellikleriyle sunulması, çağımızda kimlik bunalımı yaşayan Müslümanlar ve tüm insanlık için büyük ehemmiyet arzeder. Ferdî ve ictimai düzeyde hayatı anlamlandıran, kimlik, kişilik oluşturan, güven ve dinamizm kazandıran, özetle medeniyetin çerçevesini çizen ana unsur değerler sistemidir. İslam medeniyetinin üzerine inşa edildiği inanç, aile, sevgi, saygı, doğruluk, adalet, eşitlik, dayanışma, çalışma, cömertlik, dostluk, merhamet, iyilik, tevekkül, hoşgörü, barış gibi belli başlı değerler ise Hz. Peygamber (as) tarafından en güzel şekilde hayata geçirilen, Müslümanlara ve tüm insanlığa örnek olarak sunulan evrensel değerlerdir. İslam medeniyetinin oluşum ve gelişme aşamalarında bu değerler Müslümanlara ruh vermiş ve bu ruh, zamanla eserlere ve kurumlara yansımıştır. Bu değerler merkezinde tanıtılan Hz. Peygamber (as), şüphesiz hem Müslümanlar için, hem insanlık için en büyük rehber olma özelliğini güçlü bir şekilde devam ettirecektir.

Hz. Peygamber (as)'in günümüz insanına tanıtılması ve O'nun doğru bir şekilde anlaşılması konusunda yapılması gereken öncelikli adım, bilhassa topluma önderlik yapan her meslek ve her gruptan insanı tatmin edebilecek nitelikli siyer eserlerinin neşredilmesidir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, bu bahiste meselenin esasından haberdar olmayan bazı ehliyetsiz şahısların uzman olmadıkları konularda kalem oynattıkları ve niteliksiz eserler verdiklerine sık sık şahit olmaktayız. Bilhassa geçen yıl gündeme gelen karikatür krizinden sonra bu ve benzeri faaliyetler daha da artmıştır. Bu tür girişimlerin menfî taraflarını en aza indirmenin yolu, siyer alanının mütehassısı konumundaki ilim adamlarının çeşitli yönlerini ele alarak nitelikli ve yetkin siyer kitapları kaleme almalarıdır. Yayımlanacak bu eserler sadece Müslümanlara hitap eden bir kitap olmanın ötesinde, başka din ve kültür mensuplarıyla da buluşabilecek bir metod ve muhtevaya sahip olmalıdır. Özellikle inanç kültürlerinde "Yaratıcı" ve "Peygamberlik" itikadı bulunan toplumlara, Hz. Peygamber (as)'in ve O'nun evrensel mesajının rahatlıkla sunulması bu şekilde mümkün olacaktır. Şayet bu görev ihmal edilir, sadece içe dönük hatta hissî saiklerle siyer yazılmaya ve salt roman-şiir gibi edebî formlarda peygamber takdimi yapılması sürdürülürse, bütün insanlık ve özellikle de Müslüman ülke aydınları, Hz. Muhammed (sav)'i sadece müsteşriklerin kitaplarından ve onların peygamber tasavvurlarından tanımaya devam edeceklerdir ki, bunun sorumluluğu her şeyden önce Müslüman münevverlerin/araştırmacıların üzerine olacaktır.

5 Eylül 2010 Pazar

Kadir Gecesi ve Kur'an-ı Kerim

Lütfi Şentürk
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Diyanet Dergisi, s. 97



Ramazan-ı Şerifin 27. gecesi İslam dünyasında "KADİR GECESİ" olarak bilinir ve kutlanır.

Kadir gecesi, gecelerin en feyizlisidir. Çünkü bu gecede yapılan ibadet, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapılan ibadetten daha hayırlıdır. Nitekim aynı adı taşıyan sure-i celilede şöyle buyurulmaktadır.

“Doğrusu biz Kur'an'ı kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. Gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”

Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Kadir gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Çünkü bu gecede kadri yüce bir kitap olan Kur'an-ı Kerîm inmeye başlamıştır. Kur'an-ı Kerîm gibi insanlık için bir hidayet rehberi olan kitabın böyle bir gecede inmesi ona müstesna bir şeref kazandırmış, kadrini yüceltmiştir.

Allah tarafından Cebrâil aleyhi's-selâm adındaki melek aracılığıyle peygamberimize vahyolunan, onun hayatında tamamen yazılıp tespit edilen ve daha sonra da mushaf haline getirilen Kur'an-ı Kerîm, peygamberimize vahyolunduğu gündenberi hiçbir değişikliğe uğramadan nesilden nesile geçerek bize kadar gelmiştir. Bu özelliği taşıyan, yani ilk nazil olduğu şekilde bir kelime eklenmeden ve bir kelime eksilmeden günümüze kadar gelen tek kitap hiç şüphe yok ki Kur'an-ı Kerîm'dir. Çünkü onun her türlü değişiklikten korunacağını Cenâb-ı Hak va'd buyurmuştur. Hicr sûresinin 9. âyetinde meâlen: “Doğrusu Kur’anı biz indirdik, onun koruyucusu da biziz" buyurulmuştur.

Kur'an-ı Kerîm, eşi olmayan bir kitaptır. Çünkü o, insan sözü değil, Allah kelâmıdır. Lafzı da manası da Allah'ındır. Peygamberimiz sadece onu insanlara tebliğe vasıta olmuştur.”

Bakara sûresinin 97. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "De ki her kim Cebrâil'e düşman ise bilsin ki o, Kur’an’ı Allah'ın izniyle, kendisinden öncekini tastik ederek yol gösterici ve mü'minlere müjdeci olarak, senin kalbine indirmiştir". Yani o, senin değil, Allah'ın sözüdür. Cebrâil aleyhi's-selam da onu indirmeye memurdur.

Kur'an-ı Kerîm, kendisinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğunu bildirmiş, bunda şüphesi olanları ona benzer bir eser meydana getirmeye çağırmış, bunun başarılamıyacağını da haber vermiştir. İsrâ sûresinin 88. ayetinde: “De ki, insanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, andolsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar” buyurmuştur.

Bakara sûresinin 23. ayeti de meâlen şöyle: “Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur’an'da şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın".

Kur'an-ı Kerîm, Arapların şiir ve hitabette doruk noktasında oldukları bir devirde nazil olmuştur. Mekke müşrikleri, Kur'an'ın gönülleri aydınlatan nurunu söndürmek için, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki galip gelirsiniz" demeye varıncaya kadar her çareye başvurdukları halde onun bir tek sûresinin benzerini vücuda getirememişler, bu yüzden silaha sarılmak zorunda kalmışlardır.

Kur'an-ı Kerîm’in İngilizce mütercimlerinden Palmer, tercümesinin başına koyduğu önsözde şöyle demiştir: "En güzide Arap yazarları değer itibariyle Kur'an'a eş olabilecek bir eser yazamamışlarsa hayret edilmemelidir. Çünkü Kur'an, nazire yapılamayacak tek eserdir".

Kur'an-ı Kerîm, İslâmiyetin ana kitabıdır. Dinin esasıdır. Dinî hükümlerin dayanağı olan dört delilin birincisidir. Bütün dinî esasları ihtiva eden Kur'an-ı Kerîm, semavî kitapların da özetidir. İtikadî, ahlâkî, amelî, ictimaî her bakımdan insanı ve insan topluluklarını maddî manevî mutluluğa ulaştıracak her şeyi bildirmiştir. Nahl sûresinin 89. ayetinde meâlen şöyle buyurulmuştur:

"Ey Muhammed, sana, her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'an'ı indirdik".

Kur'an-ı Kerîm, insanlar için bir hidâyet kaynağı olarak gönderilmiştir. Bu husus, önemine binâen birçok ayette sık sık tekrarlanmıştır. Bu ayetlerden birisi de İsrâ sûresinin 9. ayetidir, meâlen şöyledir:

"Doğrusu bu Kur'an, en doğru yola hidâyet eden ve yararlı işler yapan mü'minlere büyük ecir olduğunu, ahirette inanmayanlara yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler".

Kur'an-ı Kerîm'in ilk sûresi olan Bakara süresinin ilk ayetlerinde de, Kur'an'ı Kerîm'in Allah'a karşı gelmekten sakınanlara hidâyet eden, yol gösteren bir kitap olduğuna dikkat çekilmiştir.

Kur'an-ı Kerîm, son semavî kitap olarak gönderildiğinden talimatı da bütün insanlığı içine alacak şekilde geniştir.

Kur'an-ı Kerîm, herşeyden evvel Allah'ın varlığını, birliğini, O'nun yüksek sıfatlarını, yaratıklara olan rahmet ve mağfiretinin genişliğini tesbit ve talim eder. Batıl ve sapık akîdeleri, putperestliğin her çeşidini reddeder. İnsanları yükselten en önemli ve ölmez prensipleri ortaya kor.

Kur'an-ı Kerîm, aile hayatı ile karı ile kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarası münasebetlere; selâmlaşmaktan evlere izin alarak girme adabına varıncaya kadar sosyal hayatın bütün kurallarını gösterir; en yüksek en güzel ahlâk prensiplerini öğretir.

Kur'an-ı Kerîm, insana büyük değer verir. İnsanın en güzel sûrette yaratıldığını, yaratıkların en şereflisi olduğunu, ondan başka kâinatta her ne varsa hepsinin emrine âmâde bulunduğunu açıklar. Onun onurunu kıracak, kalbini incitecek davranışları yasaklar.

Kur'an-ı Kerîm; zina, fuhuş, sarhoşluk, adam öldürmek, yalan söylemek, iftira etmek, haksızlık yapmak, israf etmek, hıyanette bulunmak, gıybet etmek ve toplumu birbirine düşürecek şekilde bozgunculuk yapmak gibi toplumu temelinden sarsan kötülükleri yasaklar.

Kuran-ı Kerîm, daima ilerlemeyi emreder. "Babamızdan böyle gördük" diyerek, akıl ve ilim ile açıklaması mümkün olmayan alışkanlıklardan, ayrılmak istemiyenleri ayıplar, körü körüne taklidi reddeder.

İlk inen âyeti "Oku" diye başlayan Kur'an-ı Kerîm, daima ilme teşvik eder. Fenne ve müsbet ilimlere karşı asla tavır almaz. Akla ve düşünceye müstesna yer verir.

Kâinat ve ondaki yaratılış inceliklerini düşünmeye davet eder. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" diyerek ilmin üstünlüğünü vurgular.

Hulâsa Kur'an-ı Kerîm, insanı dünya ve ahirette mutlu kılacak, Allah Teâlâ'nın rızasını kazandıracak herşeyi ihtiva eden bir Kitab-ı Mübîn'dir. Böyle bir kitabı rehber edinen yanılmaz. O’na sımsıkı sarılan sapkınlığa düşmez, O’nun gösterdiği yoldan yürüyen şaşırmaz ve O’nu okuyanın ecri az olmaz.

Kur’an-ı Kerîm'in inmeye başladığı böyle mübarek bir gecede yapacağımız ibadetlerden birisi de Kur’an okumak ve anlamı üzerinde düşünmektir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa son mesajıdır. O’nun iyi anlaşılması ve uygulanması halinde insanlık mutlu olacaktır.

Bu duygularla okuyucularımızın kadir gecelerini tebrik ediyor, daha nice kadir gecelerine sağlıkla erişmemizi ve bu gecenin dünyanın pek çok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan diliyorum ve gecenin fazileti ile ilgili bir Hadîs-i Şerif'in meâliyle bitiriyorum.

"Kim kadir gecesini, faziletine inanarak ve alacağı ecri hesaba katarak, ibadetle ihya edecek olursa geçmiş günahları bağışlanır".

http://www.diyanet.gov.tr/turkish/diyanet/ocak1999/kadir.htm

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Benlik-Nefis-Ruh Münasebeti ve Kamil İnsan

Dr. Selim AYDIN

Her insan, yaşadığı çağın birikimleri ve geçmişin mirası ışığında kâinatı ve hayatı anlamlandırır. Yirmi birinci yüzyılın bilim anlayışı, insan ve kâinatın içiçe geçmiş bir sistemler ağı kabullenmesi üzerinde gelişecektir. İnsan, kâinat ve hayat üçgenini; Kuran-ı Kerim'in mesajları doğrultusunda birbirine bağlamamızı ve bu üç hakikatin bütüncül bir resminin çizildiğini görmemizi mümkün kılacak bilgi parçaları, yeterli seviyede, ancak dağınık parçalar halinde üretilmiş bulunmaktadır. İhtiyaç duyulan şey, "bütüncü-sistemci" düşünebilmeyi öğrenmek, muradımızı ve gayretimizi bu sentezi yapmaya yoğunlaştırmaktır. Kur'ân perspektifinden insan, kâinat, hayat üçgenini anlamaya çalıştığımızda, Kur'ân'ın, bu üç hakikatin çekirdeklerini içerdiğini ve "insan, hayat, kâinat" üçlemesinin, kâinat kitabında, kudret kalemiyle detaylı şekilde resmedildiğini görürüz.

İnsanın özünde var olan iyilik (hissî potansiyel), güzellik (fizikî potansiyel) ve doğruluk (zihnî potansiyel); büluğ çağına girildiğinde aktif hale geçen nefis ve güçleri tarafından bencillik maskesiyle gizlenmeye başlar, insanın ruhu ile bedeni arasında bir perde oluşturan nefis güçlendikçe, kötülük yeşerir. Nefsanî isteklerin sınırsızca karşılanması ruhun kendi güzelliklerini sistemde ifade etmesine engel olur. İnsanın nefis-akıl-kalp üçgeninde cereyan eden imtihanında; nefis, kötülüğün ve negatif kuvvetlerin merkezi ve şeytanın kullanabileceği bir santraldır. Şeytanî özellikler nefis üzerinden insana hâkim olurken, melekî-insanî özellikler, kalp ve vicdan üzerinden insana yayılır. Akıl ise; iyilik ve kötülüğü, doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı ayırt eden bir âlettir. Dolayısıyla akıl; nefse de, kalbe de hizmet edebilir. İnsan nefsinde üç temel his olan; öfke, şehvet ve akıl, "akleden kalbin" kontrolüne verilirse, insanın kötülüğe meyli azalır. Akleden kalbin kontrolündeki nefsin üç gücünden öfke gücü, yiğitliği; şehvet gücü, iffeti; akıl gücü de hikmeti üretir.

Kur'an'da nefsin yedi mertebesinden bahsedilir. Nefs-i emmare, levvame, mülhime cismanî merkezli hayata hâkim olan nefis çeşitleri iken; nefs-i mutmainne, zekiyye, raziyye, safiyye ise, ruhî hayata hâkim nefis çeşitleridir. Bazı İslâm âlimleri nefsi, üçlü motif üzerinde de gruplamışlardır. Bu perspektiften insandaki nefis, nefs-i emmare (arka beynin ve limbik sistemin kumandasında olan nefis); nefs-i levvame (önbeynin devreye girdiği ve arka beyni ve limbik sistemi kontrol edebildiği ve şuurî farkındalığın oluştuğu nefis) ve nefs-i mutmainne (gelişimini tamamlamış, kendini kontrol edebilen ve hakka teslim olmuş nefis) şeklinde üçe ayrılır.

İnsan; hayra, iyiliğe ve güzelliğe yatkın yaratılmıştır. Bediüzzaman, Kur'ân penceresinden bakıldığında, kâinatta hayır ve güzelliğin esas, şer ve çirkinliğin de zahiri olduğunu belirtir. Ancak insan, bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, insanın bu imtihanı kazanması ve fıtratındaki hayır ve güzellikleri temsil edip, kendini Yaratan'a ayinedârlık edebilmesi, nefsini terbiye edebilmesine bağlıdır. Bir başka deyişle, nefisteki şehvanî ve gadabî güçlerin isteklerinin, aklın kontrolünde, meşru çizgide karşılanmasına bağlıdır. Ancak kontrol altına alınmamış nefsin, O'na ayinedârlık etmesi mümkün olmadığından, İslâm'da nefis terbiyesi ve insanın kendini tanıması önemli yer tutar. Nefsin veya benliğin mahiyetini oluşturan zihnî (akıl), hissî (his) ve fizikî (mide-beden) kapasitelerin; az yemek, az konuşmak, az uyumakla kontrol edilmesi, İslâm'ın önemli bir terbiye metodudur. Nefsin terbiyesine tefekkür ve okumakla da katkıda bulunarak, kalbin yolculuğunda denge gözetilmiş olur. Bediüzzaman'ın "akleden kalp" ifadesinde buna işaret vardır. Nefsî güçlerin üç faziletinin (iffet, yiğitlik ve hikmet) ortaya çıkışını ve devamını sağlayan adaletin gerçekleşmesi de, akleden kalbin sisteme hâkim olmasına bağlıdır.

Kâmil insan olma nefsin ve benliğin terbiyesiyle mümkündür. İnsan-ı kâmil olma yolculuğu, nefse hizmet eden aklı, nefsin kumandasından çıkarmaya; istekleri meşru daire ile sınırlandırıp, aklı kalbin kumandasına vermeye bağlıdır. Yolculuk esnasında da ifrat ve tefrite düşmemek için, kalbî hayatı; akıl, mantık ve adaletle dengelemek gerekir. Kişi, bu nefis terbiyesini, ya velâyet yolu ile (az konuşma, az yeme, az uyuma) ya da zikir, fikir ve şükürle veya ikisinin birleşimi olan "akleden kalp -reşha" ile yapabilir. Şeytan, nefsin isteklerini kullanarak insanın kalbine fısıldar ve ona fesatlık eker.

İnsanı bir gemiye benzetirsek, tayfa personeli, nefsi ve nefsin arzularını temsil eder, geminin tertip ve düzeninden sorumludur. Kaptan da ruhu ve onun tahtı olan kalbi temsil eder; gidilecek hedefe gemiyi götürmekten sorumludur. Akıl, hem tayfaya hem de kaptana hizmet eden, ihtiyaçları gideren ve hayatın sırlarını çözen bir unsurdur. İslâm'da nefis, terbiye edildikten sonra, benlik hapishanesinden çıkılır. Kâmil insan olmak için kalbin zümrüt tepelerine yolculuk başlar. Ruhî ve kalbî hayat yaşandığında, nefsin ihtiyaçları meşru dairede karşılanır. Ancak beden merkezli hayat sürdürüldüğünde de çoğu kez, kalp ve ruhun kendini ifade etmesi ve tekâmülü engellenir. İnsan, nefsini ıslah ettiğinde, kalp ve nefis arasındaki zıtlaşma da sona erer; kalp ilhama açık hale gelir. Kalpten beslenen akıl da, ilham ve sezgilerden beslenme imkânına kavuşur. İslâm'da nefis öldürülmez ancak ıslah edilip, ruhun inkişafına mani olmayacak seviyede arındırılır. Ve kendine özgü varlık mertebelerine doğru yükselir. Nefsin ölmesi demek, biyolojik sistemin çökmesi ve ruhun ahiret âlemine göç etmesi anlamına gelir. Vicdan, ruhun bir alt bileşeni olarak, insana doğruyu, iyiyi ve güzeli hatırlatır. Ruhun sözcülüğünü vicdan yaparken, nefsin sözcülüğünü, insî ve cinnî şeytanlar yapar.

Kişi, dikkat ve enerjisini ön beyniyle kontrol edip şuurlu şekilde yönlendirmek isterse (nefs-i emmareden, nefs-i levvame derecesine) kendi üzerinde gözlem yapması, kişilik ve benlik hapishanesinin motiflerini keşfetmesi gerekmektedir. Normalde hayatını arka beynin kontrolünde sürdürmeye yatkın olan insanın asıl vazifesi, şuurlu bir hayat sürmek, ülfet-gaflet tuzağına düşmeden şükür ve tefekkür çizgisinde Allah'a ayinedârlık yapmaktır.

Özetlersek, insanın kendini tanıması, her işin başlangıç kısmını oluşturur. Eski çağlarda filozofların kapısında "Kendini bil!" yazılı imiş. "Kendini bilen, Rabbini bilir; kendini unutan, Rabbini de unutur." sözü de bu açıdan çok anlamlıdır. Kur'ân'da tefekkürün enfüsî ve afakî olmak üzere iki tarzda gerçekleştiği belirtilir. Bediüzzaman, enfüsî tefekkürü tamamlamayan veya buna girmeyen bir insanın afakî tefekkürde muvaffak olamayacağı üzerinde durur. Enfüsî tefekkür; insanın kendi mahiyetini keşfetmesi, iç gözlem ve iç sorgulama yapması, üstün ve eksik taraflarının farkına varması ve bunları şuurlu bir şekilde kontrol edebilmesi gibi faaliyetleri kapsar.


Kaynak: İlim Bahçesi Sitesi

13 Ağustos 2010 Cuma

Nimetlerin Farkına Varmak

Isa aleyhisselam bir agacin altinda dua eden birini gördü. Dikkatlice baktiginda adamin ayaklari yürümeyen bir kötürüm oldugunu anladi. Iki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise bars hastaligi oldugu anlasiliyordu.

Ama adam bütün bunlara ragmen ellerini kaldirmis söyle dua ediyordu:

- Ey nice zenginlere vermedigi nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana agaçlarin yapraklari sayisinca sükürler olsun!.

Hazret-i Isa kötürüm adama yaklasti:

- Ayagin yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sihhatli görünmüyor. Buna ragmen çogu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildigini düsünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla sükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmedigi halde sana verilen? Kapali gözleriyle sesin geldigi yana yönelerek dedi ki:

- Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermis ki, o kalple O'nu taniyorum. Öyle de bir dil vermis ki, o dille de O'na sükrediyorum. Halbuki, dünyanin serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O'nu tanima sevinci, dilinde de O'na sükretme mutlulugu yoktur. Ama gel gör ki, ayaklari topal, gözleri kör, bedeninde hastaliklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemis, bu nimetin farkina varma tefekkürünü lütfeylemis.Iste bunu düsününce kendimi tutamiyor da:

- Nice zenginlere vermedigi nimeti bana veren Rabbime agaçlarin yapraklari sayisinca sükürler olsun!. diye sevinç dualari etmekten kendimi alamiyorum.

Kafa gözü kapali da olsa kalp gözü açik olan bu kötürüm adama yaklasan Isa aleyhisselam:

- Ver su elini öyle ise! diyerek adamin elinden tutar, egilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarinin degdigi gözler aninda açilir. Karsisindakinin Isa aleyhisselam oldugunu görünce heyecanlanan adam:

- Sen su ölüleri dirilten, hastalara sifalar bahseden mucizelerin sahibi peygamber degil misin? der.

- Belli olmuyor mu? deyince:

- Gözlerimden belli oluyor da ayaklarimdan henüz belli degil, der. Tebessüm eden Hz. Isa:

- Sen hele bir ayaga kalkmayi dene! deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayaga kalkar. Ayaklari üzerine dikilebildigini anlayinca söyledigi ilk sözü su olur:

- Ey Allah'in Nebisi, sendeki bu mucizeler de O'ndan degil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayim, O'na bir sükredeyim, diyerek hemen yere iner basini secdeye koyarak der ki:

- Rabbim! Seni taniyan bir kalple, sükreden bir dil nimetinin sükrünü yapmaktan acizken, simdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artik bilemiyorum nasil ödeyecegim bu nimetlerin karsiligini?.

Bu sirada çevreden toplanan halk, gösterdigi bu mucizelerden dolayi Isa aleyhisselamin elini öpmek isterler. Ama Allah'in Nebisi isaret eder:

- Benim degil su secdedeki kötürüm adamin elini öpün!..

Derler ki:

- Onu secdeye indiren nimetlere biz bastan beri sahibiz. Ama hiç böyle mutluluk duymadik.

- Öyle ise der, tefekkür edin, siz de düsünün. Düsünen insan sahip oldugu nimetin farkina varir. Düsünmeyen ise mahrumiyet duygusunda kalir.

Kaynak: Ilim Bahcesi Sitesi
Resim: flickr.com


6 Ağustos 2010 Cuma

Elmalılı Tefsirinde Ramazan Ayı

Bakara, 185- O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.

185-ŞEHR: Esasen şöhret kökünden masdar olup bir şeyi açığa çıkarmak mânâsınadır. denir ki, kılıcı kınından çıkarıp gösterdi, demektir. Nitekim dilimizde de "silah teşhir etmek" denir. Bu mânâdan alınarak:

1- Gökte görülen aya,

2- Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup, tekrar doğması suretiyle bir devrinden ibaret olan zaman süresine şehr denmiştir ki, yirmi dokuzla otuz gün arasında dönüp dolaşır. Gök bilimcileri bunu, "ayın güneş ile iki kavuşumu arasında geçen süre" diye tarif ederler. Fakat bu tarif, ilimde ileri gelenlere mahsus olup, halk için şehr kelimesine uygun olan meşhur mânâ, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Lügatın yapısı da budur.

3- Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün hesabıyla otuz günlük süreye de adet olarak şehr denir. Güneş yılının bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh denmesi de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan kelimesinde iki görüş vardır:

1- Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Ramazan ayı demek "Allah'ın ayı" demektir. Bir hadis-i Nebevî olmak üzere şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyiniz. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü Ramazan Allah'ın isimlerinden bir isimdir." Bununla beraber Beyhakî, bu hadise zayıf demiştir.
2- Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.

Birincisine göre "şehr" dahil olmak üzere: "Ramazan ayı" terkibinin tamamı bir özel isimdir. İkincisine göre isim yalnız Ramazan olup, "Şehrü Ramazan" genel olanın, özel olana izafeti cinsinden bir izafet-i beyâniyedir.

Gerçekten Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Şehr-i Rebiu'l-evvel (Rebîu'l-evvel ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir (Rebîü'l-âhir ayı) şehr kelimesiyle beraber özel isimdir. Şu kadar ki, kolaylık için "şehr" kelimesinin söylenmediği zamanlar da vardır.

Ramazan'dan şehr kelimesinin hazfedilmesinin tenzîhen mekruh olduğu İmam Muhammed'den rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme sebep ve karışıklık olmayacak yerlerde kolaylık için sadece Ramazan demek mekruh değildir. Nitekim Hadis-i Nebevî'de de: "Her kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da oruç tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan dokuz ayın isimleri: Muharrem, Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb, Şaban, Şevval, Zilkade, Zilhıcce, Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının, Ramazan gibi olduğu da söylenmiştir.

Ramazan isminin türetilmesine gelince, bunda da dört yol zikredilmiştir.
1- İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz sonunda güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına 'den alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü yıkadığı gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp kalblerini temizlediği için bu adla anılmıştır.

2- Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan alınmıştır. Ramaz; güneşin hararetinin şiddetinden taşların son derece kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere de Ramdâ denir. Bu bakımdan Ramazan, "Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu mânâda "Kızgın yerde ayağı yandı." denir.

Baş tarafına "şehr" kelimesi eklenerek "şehrü Ramazan" bu mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile günahlar yakılır.

Bir de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini, eski dillerinden değiştirdikleri zaman, her ayı rastladığı mevsime göre isimlendirmişlerdi. Eski dilde, "Nâtik" ismiyle anılan bu ay da o sene şiddetli bir sıcağa rastladığından buna "şehrü Ramazan" adını verdiler.

3- Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan, fiilinden alınmıştır ki, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinletmek için iki kaygan taş arasına koyup döğmektir. Bu aya bu ismin verilmesi de Araplar'ın bu ayda silahlarını bileyip hazırladıklarından dolayıdır.

4- Ramazan isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise Ramazan ayı bizzat bununla isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti ile günahların yanması dikkat nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı, "Allah'ın ayı" olmuştur.

Kısaca Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik, yanmak, keskinlik mânâları bulunduğu gibi, dinî bakımdan günahların yanması, Allah'a izafe mânâları etken olmuştur...
.
Devami icin tiklayiniz.
.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Insan, Zaman ve Sabir Uzerine

Elmalili Tefsirinde Asr Suresi

Vav 'da olduğu gibi yemin içindir. "Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı gadat (tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da: Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur" denilir. Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir. Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve "karn" (yani seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur. Burada tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde dahil olur.

Demek olur ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" mânâsıyla tümüne hamletmek en doğrusudur.

O halde burada tefsircilerin zikrettikleri mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:

1- İkindi namazı: Mukatil demiştir ki: Allah Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira "Namazları ve orta namazı koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" (orta namaz) çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti vardır. Hendek vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi namazından alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, sanki ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti, gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada, zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin ile faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.

2- İkindi vakti: Katade demiştir ki: İkindi namazının vakti olması ve kuşluk vaktine karşılık birtakım kudret delillerini içermiş olması bakımından Allah Teâlâ "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte ikindi vakti gündüzün sonu olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların yaratılışından sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde yaratılmış demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada bir gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı, hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır.

3- "Dehr": İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, âlemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı kül (tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan daha özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr", uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr" ile tefsir ederken tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli göstermişlerdir:

Birincisi: İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine yemin olsun ki, doğrusu insan bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar onun, o hüsranın içindedir." diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr (zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler yağdıran acı ve büyük olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil, sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin müstesna tarafını değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını takviye etmekte olduğu açıktır.

İkincisi: Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her türlü acaiblikleri, gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in babası) denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, acı veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi "Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür.

Yokluğa benzer bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok diye hükmedemez, çünkü devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara bölünür. Fazla, eksik ve uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken nasıl yok olur? Bununla beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla nasıl hükmedilir." Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, yok mudur, mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai (soyutlama) mıdır! diye konu edip durmuşlardır.

...
devami
http://www.kuranikerim.com/telmalili/asr.htm


4 Haziran 2010 Cuma

Kur'ân'ın Mânevî Bir Tefsiri Mesnevi

Doç. Dr. Hüseyin Güllüce
Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrtm. Üyesi.



Hicrî 604-672, Miladî 1207-1273 yılları arasında yaşayıp, 66 yaşında sevgili Mevlâ’sına kavuşan, bu sene itibariyle vefatının 737. yıl dönümü münasebetiyle andığımız Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, İslâm güneşinin insanlık semasını aydınlatmaya devam ettiği 1400 seneyi aşkın zamandan beri, aynı semanın en parlak yıldızlarından biri olmuş ve olmaya devam etmektedir.

İnsanlık tarihinin mânen en karanlık dönemlerinden birini yaşadığımız bu günlerde de ışığını Kur’ân ve Allah Resulü’nden alan Mevlânâ, yolumuzu bulmak için bütün parlaklığıyla bizlere rehberlik etmekte, yolumuzu aydınlatmaktadır.

Mevlânâ’nın dün olduğu gibi bugün de bize en çok ışık saçtığı ve rehberlik ettiği eseri dünya klâsiklerinin en önemlilerinden biri olan Mesnevî-i Mânevî’dir. Mesnevî’ye bu değeri kazandıran özellik ise elbette ki onun sönmeyen mânevî bir güneş olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve yine mânevî bir dolunay olan Hz. Peygamber’in değerli sözlerinin tefsiri ve izahı olması ve ışığını onlardan almasıdır. Mesnevî şarihlerinden İsmail Ankaravî, Mesnevî’ye yazdığı Şerhi’nin başında şöyle demektedir: “Mesnevî kitabını Kur’ân tefsîrleriyle, nebevî hadîslerden meydana gelen iki denizin birleştiği bir yer (mecma’u’l-bahreyn) yapan Allah’a hamdolsun.”2

İyi bir Mesnevî uzmanı olan Ankaravî’nin bu sözlerinin mânâsı şudur: Mesnevî, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’in bir tefsîri ve hadîs-i şerîflerin bir şerhi mahiyetindedir. Ancak, Mesnevî’nin asıl yazılış gayesi; müritler ve hak yolcuları için bir rehber ve irşâd kitabı olması nedeniyle, bilinen ve müteâref tefsîr kitaplarından ve hadîs şerhlerinden farkı vardır.

Mesnevî’ye “Mağz-ı Kur’ân” (Kur’ân’ın özü) de denilmiştir.3 Bu söz Mesnevî için tâ yazıldığı yüzyıldan beri söylenegelmiştir. Bu sözün mânâsını, asrımızın ilim adamlarından Ali Nihat Tarlan şöyle açıklamaktadır: “Mesnevî’ye “Mağz-ı Kur’ân”, yani “Kur’ân’ın içi ve özü” derler. Eğer böyle bir teşbîhe cevâz verilirse, Kur’ân bir gül bahçesi, Mesnevî ise gülyağıdır. Gülyağında gülün şekli, zerâfeti, harikulâde tenâsüp ve âhengi yoktur. Fakat onun rûhu vardır. Birincisi Allah, ikincisi kul işidir. Gül şekil ile rûhtur. Gülyağı yalnız rûhtur. Bir kaç damla gülyağında bir gülistan mucizesini görebilecek gözler, onun üzerine eğilebilirler.”4

Mesnevî’yi baştan sona, kendi vezninde, manzûm olarak Sultan Ahmed zamanında Osmanlıcaya çeviren Süleyman Nahîfî ise: “Hz. Mevlânâ’nın bu güzel Mesnevî’si, ilim esnafının tahkîk madenidir. Mesnevî beğenilen bir güzeldir. Bîbedeldir, güzeldir, sevgilidir. Lakin herkese cemâlini arz etmez. Sohbetinin mahremleri, hâl sahipleridir. Cahiller onun güzelliğini, cemâlini inkâr edicidirler. Vâsıllarsa, hüsnünün şevkinden nasiplenmişlerdir.”5 derken, Mesnevî’yi anlamak, ondan faydalanmak için hâl sahibi olmanın gerektiğini belirtmek istemiştir. Yine Mesnevî uzmanlarından Cevrî Dede de Mesnevî hakkında,

“Kitâb-ı Mesnevî kim, nüsha-i ilm-i hakîkattir.
O kim, mânâsını idrâk eder, sahib-i kerâmettir.
Serâpâ şerh-i remz-i nükte-i mânâ-i Kur’ân’dır.

Beyan eyler usûl-i dini, her beyti bir âyettir.”6 demekte; Mesnevî’deki beyitlerin gerçek mânâlarını anlama hususunda ise şunları söylemektedir:

“Ne Kâşânî bilir, te’vîl ve mânâsın ne Cürcânî
Eğer ki, onların her biri, bir sâhib-i fazîlettir.
Meğer feyz erişe Mollâ Celâleddîn-i Rûmî’den
Ki, zira ol edîb-i âlim gayb-ı hüviyyettir.”7

Bediüzzaman Said Nursî de Mesnevî’nin tefsîr kitapları içindeki yerini şöyle belirtir: “Selef-i Sâlihîn’in bıraktığı kudsî tefsîrler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsîrlerdir. Diğer bir kısmı da âyât-ı Kur’âniyyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsîr ve izah ederler. Selef-i sâlihinin bu türlü tefsîrleri çoktur, hususen Gavs-ı A’zam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, Muhyiddîn-i Arabî, İmam-ı Rabbânî gibi zevât-ı kirâmın eserleri bu kısım tefsîrlerdir. Bilhassa Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin Mesnevî-i Şerîfi de bu tarz bir nev’i mânevî tefsîrdir.”8

Mevlânâ, Mesnevî’nin mukaddimesinde, bu eserini “Keşşâfu’l-Kur’ân” yani “Kur’ân’ın mânâsını keşfedip açıklayan bir kitap” olarak tavsif etmektedir. Bunu demesinin sebebi şudur: Mesnevî, diğer tefsirlere nazaran daha çok Kur’ân’ın asıl maksadını açıklamakta ve izah etmektedir. Kur’ân’ın asıl maksadı ise insana hakikatini haber vermek ve onun nereden gelip nereye gitmekte olduğunu bildirerek, bu duruma uygun hareket etmesini sağlamaktır.

Kur’ân-Mesnevî münasebetine dair bizzat Mevlânâ şöyle bir karşılaştırma yapar: “Şunu bilmek lâzımdır ki, Kur’ân, güzel yüzlü, latif sözlü, türlü elbise ve ziynetlerle süslenmiş, hatadan ve kusurdan hâlî, şek ve şüpheden arı duru bir gelin gibidir. Fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır. Nitekim buyurmuşlardır ki: ‘Kur’ân gelini, yüzündeki peçeyi, iman başkentini (kalbi) kavgadan, gürültüden (mâsivâdan) temizlenmiş, sakin gördüğü vakit açar.’ Bizim Mesnevîmiz de böyle manevî bir dilberdir. (...)”9

Mesnevî’yi anlayabilmek için ise şu hususların gereğini vurgular: “Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak (ve onda geçen) âyetlerin, hadîslerin mânâlarını, hikâyelerinin tertibini, aralarındaki münasebetleri kavramak için, büyük bir itikad, devamlı bir aşk, tam bir istikamet, selim bir kalb, son derece keskin bir zekâ ve anlayış ile birçok muhtelif ilimleri bilmek lâzımdır ki, onun içinde insan seyredebilsin ve onun sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer kişi sâdık bir âşıksa, bu vasıtalar olmadan da Mesnevî’yi anlamak hususunda, aşkı ona kılavuzluk edebilir ve bir menzile erişebilir. Allah, başarı sağlayıcı, doğru yolu gösterici, insanların yardımcısı ve idarecisidir.”10

Osmanlı döneminin son edebiyat tarihçilerinden Nihat Sami Banarlı, bu hususta şu açıklamayı yapar: “Mesnevî’yi, Kur’ân-ı Kerîm’in şiir ve hikâye sanatı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşünce üslûbuyla ifadelenmiş, manzûm tefsîri diye karşılamak mümkündür. Mevlânâ, Mesnevî vasıtasıyla öğrettiği Allah’a varma yollarını Kur’ân’dan âyetler getirerek, Hz. Muhammed’den hadîsler hatırlatarak ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak tanıtmak sevgisindedir.”11

Bu bahsedilenlere hem bir delil hem de birkaç örnek teşkil etmesi bakımından Mesnevi’de geçen âyet tefsirlerinden şunları gösterebiliriz:

1. “Ve düşün ki, Rabbin, Meleklere: ‘Ben yeryüzünde muhakkak bir halîfe yaratacağım’12 dediği vakit melekler: ‘Biz hamdederek Sen’i tesbih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?’ dediler. Allah da ‘Şüphesiz ki ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.’ dedi.” (Bakara, 2/30)

Mevlânâ, Yüce Allah’ın insanı kendisine halîfe yapmasının hikmetini, insanın Allah’a tam bir mazhar/meclâ oluşu ile açıklamakta ve bu halîfeliğin yeryüzündeki seyrini şöyle anlatmaktadır:

“Cenâb-ı Hak, kemal sırrına ayna olmak üzere, bir gönül sahibini halîfe edindi. Ona hadsiz hesapsız safâlar ihsan etti. Sonra da ona zulmetten bir zıt yarattı. Siyah ve beyaz iki bayrak yaptı. Biri Âdem’di, biri yol kesen İblis. Bu iki asker arasında nice meşhur savaşlar oldu. İkinci devrede Hâbil idi. Onun temiz nurunun zıddı Kâbil’di. Böylece bu iki adalet ve cevr bayrağı, devir devir Nemrud’a kadar vâsıl oldu. O, İbrahim’in zıddı ve hasmı oldu. İki asker, birbirine düşman kesilip çarpıştılar. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca iki hasmın arasını ateş ayırdı. O ikinin müşkili halledilsin diye ateş, hem hakem, hem de hizmetkâr oldu. Devir devir, asır asır bu iki bölük, ta Firavunla Mûsâ’ya kadar, nice yıl aralarında savaştılar. Haddi geçip usanç artınca, Cenâb-ı Hak, hak kimindir belli olsun diye deniz suyunu hakem yaptı. Böylece Mustafa (sas)’nın mübarek devrine kadar devam etti. O’na da Ebu Cehl, cefaya kalkıştı.”13

2. Mevlânâ’nın eserlerinde âyetler, birçok tefsir metodunun birlikte kullanılması ile açıklanıldığı gibi, bir veya iki metot ile de tefsir edilmektedir. Meselâ gelecekteki âyetlerin tefsiri dirayet ve işârî tefsir metotlarının bir arada kullanılması ile yapılmıştır.
“Ey örtünen! Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk! Gecenin yarısında kalk, yahut yarısından biraz eksilt, yahut artır. Kur’ân oku, yavaş yavaş, güzel güzel...! Çünkü biz senin üzerine ağır bir söz vahyedeceğiz...” (Müzzemmil, 73/1-5)

“Ey Abasına Bürünüp Yatan (Peygamber)” Âyet-i Kerimesinin Tefsîr-i Şerîfi:

Şu cihetten Peygamber’e, abaya bürünen vasfı verilip, “Ondan çık!” emri geldi. Yüzünü örtüp gizlenme, zîrâ cihan bir beden, sense onun aklısın. Kuru iddiacılardan gizlenme, meydana çık, sen ki, vahiy mumuyla nurun tâ kendisi oldun, “Geceleri kalk”, çünkü mum da şüphesiz geceleri ayakta durur. Aydın gün bile sensiz geceye döner; lütfun olmasa aslan hummaya tutulur. Safâ denizinin gemisi senin hükmünde; çünkü ey Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen, ikinci bir Nuh’sun. Akıllılar, yol için bir yol bilen ister, bâhusus bu yol, deniz yolu olursa. Kervan yolunu kaybetmiş, bir bak! Her taraf gemicilik taslayan gulyabanilerle dolu. Sen vaktin Hızır’ı, gemilerin imdadına yetişensin; İsa gibi yapayalnız yürüme! Sen ki, bu cemiyette güneş gibisin, bizden kesilip halvete girmen canları karartır. Halvetten cemiyete gel, bizden yüzünü çevirme. Hidayet, Kâf Dağı; Sen’se, Hümâ’sın. Dolunay geceleyin gökte dolaşırken, onun seyrini, köpeklerin ulumaları men edemez. Kınayanlar da senin dolunayın nuruna karşı, köpekler gibidir, yüceliğine karşı havlar dururlar!.. Bu köpekler, “ensıtû-susunuz” emrine14 karşı sağırdırlar; kıskançlıklarından dolunayına havlarlar! Ey hasta gönüllerin şifası, sağıra kızıp körün değneğini alma. “Yolda köre mukayyed olan, Hakk’ın yüzlerce ecrine nail olur. Kim bir köre kırk adım delil olursa o, Mevlâ’nın ğufranına erişir.”15 diye Sen buyurdun. Öyleyse ey meded edici, bu cihanda bunca katar katar körlere rehber ol. Sen ki, doğru yolu göstericisin, doğru yolu gösterenin de işi budur; vaktin matem çekenleri seninle şâd olsun. Ey Hak’tan sakınanların önderi, bu hayale dalanları hakikate sen götür…”16

Verilen örneklerde de görüldüğü gibi gerçek bir İslâm âlimi ve mutasavvıfı olan Mevlânâ, ortaya koyduğu misyonu ve eserleriyle Kur’ân ve nebevî hadîslere hizmet etmiş, onları izah etmiştir. Bu yüzden onu, Kur’ân’ı açıklayan bir müfessir; eserlerini bilhassa Mesnevî’yi de bir tefsir kitabı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Nitekim Mevlânâ’nın 20. yüzyıldaki takipçisi ve talebesi sayılan Muhammed İkbal’in, “O ki Pehlevî (Farsça) dili ile Kur’ân (a tefsir) yazmıştır”17 ve Nihad Sami Banarlı’nın “… Bu yüzdendir ki, onun büyük Mesnevî’si hakikatte ve hemen baştan sona kadar Kur’ân-ı Kerîm’in Mevlânâ çapında bir evliya tarafından yapılmış heybetli bir tefsiridir.”18 şeklindeki ifadeleri, Mesnevî’nin Kur’ân-ı Kerîm ile olan sıkı ve yakın ilgisini ve ayrıca diğer Kur’ân tefsirleri arasındaki yerini göstermesi bakımından dikkate değer ifadelerdir.

Şunu da belirtmek gerekir ki Mevlânâ’nın eğitim-öğretim açısından önemi büyük olan temsil ve hikâyelerle Kur’ân’ı tefsir etmesi, üslûp olarak da şiir dilini kullanması, Mesnevî’nin bu yönünün bir kısım gözlerden kaçmasına, dolayısıyla asıl gayesinin anlaşılamamasına sebep olmuştur.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı