21 Kasım 2012 Çarşamba

İlahi Adaletin Üç Boyutu


Doç.Dr. Sadık Kılıç

Ferdin mutluluğundan, toplum ve kâinatın kurtuluşuna varıncaya kadar, her şey ilâhi buudlu adâletin eksiksiz ve çarpıtılmaksızın yerine getirilmesine bağlıdır.
Bu sebeble, varlığımızı içten dışa doğru kuşatmış olan adâletin bozulması her şeyin kaos içine düşmesi demektir. Bir anlamda bu, insanın kendisine, mutluluk içinde yaşayabileceği salih topluma ve nabız atışlarını âdeta ruhunun derinliklerinde sezdiği kâinata, onun itaat ve uysallığına yabancılaşmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, kendine has dünya gerçeğini “Adâlet” kavramı üzerine bina etmiştir; bir anlamda, Kur’an’ın her ifadesi ve beyanı, bütün zaman ve mekânları ihtiva eden bu cihanşümûl adâlet binâsının, elimizdeki yazılı tarifleridir.
“Adâlet” kavramının, hassaten kullanılmış olduğu hukukî çerçeveden taşarak, varoluşun her alanına yayıldığını görmekteyiz; yani umumî ve şumüllû bir telakkî.. Meselâ Cenab-ı Hakk’ın zâtında ve sıfatlarında birliğini ifade eden “tevhid”, adâletin zirvesine işaret etmektedir. Çünkü, “tevhid” akidesinin zıddı olan “şirk”, kendilerine muhayyel varlık elbisesi giydirilmiş olan bazı nesne ve güçleri “ulûhiyyet” makamına yükseltmektir ki, bu ise zulümlerin en büyüğüdür. Nitekim Lokman (a.s.), oğluna vermiş olduğu öğütlerinden birinde şöyle demektedir:
“Ey oğulcuğum, Allah’a şirk koşma! Çünkü şirk, muhakkak ki büyük bir zulümdür” (Lokman, 13).
Çok geniş bir kavram alanı olan, “zulüm” terimi ise, genel bir ifadeyle “bir şeyi, müstehak olmadığı bir makama yükseltmek..” diye tarif edilir. Bu mânâda zulüm ve onun bir nev’i olan şirk, “adâlet” mefkûresinin yokluğu, kaybolması demektir. “Adâlet’in, yani şaşmaz ve dosdoğru olan kıstasın “de jüri et de facto” “hukûken ve fiilen” yokluğu bir kaos olacağından, akîde ve inançta “adâlet’in eksikliği ya da yokluğu akîde buhranı, sınırsız bir izafiyet ve şaşkınlık olacaktır. Bu noktada Cenab-ı Hakk’ın şu mealdeki ayetlerini hatırlamamamız mümkün değildir: “Şimdi o kimseyi gördün ya: Hevâsını kendisine ilâh edinmiş, Allah da bir ilim üzere onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık, onu Allah’tan başka kim yola getirebilir?..” (Casiye, 23) ve “Andolsun ki, eğer sen sana gelen bunca ilimden sonra, (muhalfarz) onların hevâlarına uyarsan, bu taktirde muhakkak zâlimlerden olursun” (Bakara, 145).
“Adâlet”, bilhassa Asr-ı Saâdet’ten itibaren, İslâmî yapılanmanın en karakteristik bir göstergesi haline gelmiş olan bir “ruh”, bir hayat üsaresi, bir hayat menba’ıdır. Mezkur kelimenin özünde melhuz bir mânâ olan “ince ayar vermek”, “eksiksiz müstakim ve pürüzsüz yapmak”, “şaşmaz bir hesap üzerine oturtmak”, vb. mânâlar, insanın kendi yaratılışından, toplum ahengi, kâinatın makro sistem ve işleyişine kadar uzanan gerçeklikler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyleyse, insanın yaratılışındaki “adâlet” buudu nedir?
Bu soruya cevap verirken şunu belirtelim ki, Cenab-ı Hakk’ın”Esmâ-i Hüsnâ”sından ikisi, el-Barî ve el-Musavvir isimleridir. Bunlar, Hak Teâlâ’nın tarihî ve kozmik zaman içinde, fiilleriyle, tezahür ve tecellîsine işaret etmektedirler. Bir anlamda bu iki isim, bizim insanî tarihimizin en önemli vechesini gösterir: el-Barî ve el-Musavvir olan Allah tarafından yaratılmak, insan olarak bir şekle bürünmek..
Bu kısa açıklamamızdan sonra, ana konuya dönerek diyoruz ki: İnsanın yaratılışındaki adâlet, onun, en güzel bir şekilde; çok ince bir düzen ve nizam üzere; eşsiz incelikleri ve sırları; güzellikleri ve estetikleri ihtiva edecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Onun bu emsalsiz güzel yaratılışı, O Yüce ve Muteâl “Müreccih”in, Yaratıcı’nın onun varlık sahnesine çıkmasını tercih edenin mevcudiyetine dikkat çekerken, bizi kendi yapımızda müşahede ettiğimiz “adâlet” mefhumuyla iç içe bir hale getirir. Hz. Peygamberin söylediği rivayet edilen şu hadis ise, adâletin bu nev’ine başka açıdan bir işarettir:
“Muhakkak ki Allahu Teâlâ Adem’i, kendine has, sıfatı ve sureti üzere yalatmıştır”. Kur’an-ı Kerim’deyse, Allahu Teâlâ adâletin insandaki bu buuduna, onu kendisinin sübût bulmuş bir vasfı olarak takdim etmek suretiyle, dikkatimizi şöylece çekmektedir: “Ey insan! Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan ne? O Rab ki seni yarattı, seni inceden inceye ayarladı, sana uygun bir biçim verdi. Seni, dilediği bir şekilde terkip etti!..” (İnfitar, 6-8)
Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın emsalsiz bir Adâlet üzere yaratmış olduğu bu “insanî” yapımızı, ve onun maddî ve manevî terkibini bozmamak, İlahî Adâlet’in insandaki bu tecellîsini ayakta tutmak olacaktır.
“Adâlet” kavramı ikinci mertebede, insanın muhitini, sosyal muhtevasını alâkadar etmektedir. Cenâb-ı Hak, sosyal sahada Adâletin tahakkuku için, sırlı ve en üstün bir bilgi edinme yolu olan vahiy ile, “yap-yapma” manzumeleri ihtiva eden emirler göndermiştir. Çünkü, insanın yapısını ilgilendiren “adâlet’in eksiksiz sürdürülmesi, müsait ve gerekli şartları hazırlayacak olan âdil bir muhît ile mümkün olabilecektir. Aksi halde, niteliği âdil olmayan bir ortamda, insanın ferdî yapısını alâkadar eden adâlet de yok olur; zulüm ve taşkınlık hakim olur. Aralarındaki bu sıkı münasebetten dolayı Hak Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bilhassa “adâlet”in bu nev’ine dikkatlerimizi çekmiştir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber (s.a.s.) dahi, “adâlet’i uygulamakla emrolunmuştur:
“Aranızda Adâleti yerine getirmekle emrolundum” (Şûra, 15). Bu mefhumun mevcudiyyeti ve tahakkuku; mutlak güzelliğe ve ahenge yaklaşmış, ona ma’kes olabilmiş bir cemiyetin teşekkülü için, “olmazsa olmaz” kabilinden gerekli olduğundan, Hak Teâlâ bunu doğrudan “Adâlet” kelimesi ve aynı kökten gelen diğer kelimeleri kullanmak suretiyle beyân buyurmuştur:
“Adil olunuz, âdil olmanız, Allah’tan ittikaya en yakın olanıdır. Ve, Allah’tan ittika edin!” (Maide,8).
“Konuştuğunuz zaman, âdil olunuz. Velev ki, akrabanız dahi olsa” (En’âm, 152).
Toplumu ilgilendirdiğinde “adâlet”, benlik duygusundan, ana-baba yakınlığından, bizi teyit ve takviye eden akrabalık realitesinden dahi üstün, her zaman gözetilmesi zorunlu ve tartışılması kabil olmayan bir hakikattir:
“Ey iman edenler, adâleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olunuz. Kendinizin veya ana-babalarınızın en yakın akrabalarınızın aleyhine dahi olsa.. Eğer onlar zengin veya fakir iseler, bil ki Allah onlara daha yakındır. Sakın, adâletten saparak hevânıza uymayın…” (Nisa, 135).
Çünkü, “insanlar arasında hükmettiğinizde, (Hak Teâlâ) adâletle hükmetmenizi emreder” (Nisa, 58). Öte yandan O’nun mutlak vasfıdır “adâlet”i emretmek: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı, … emreder” (Nahl, 90).
Emretmiş olduğu bu ve benzeri pozitif emirler ve buyruklar ile, Yüce Yaratanımız, insanın, nisbî ölçüler içinde kendi mutlak sıfatlarının bir mazharı, bir tecelligâhı olmasını dilemiş, böylece mutlak kemâl vasıflarının mükemmelliği ile tenzihîliği konusunda bazı sırlara muttali olmasını istemiştir. Hak Teâlâ’nın adâleti bu dünyada, kafire dahi bol rızık ve güzellikler vermesini nasıl engellemiyor, O’nun Rabbulâlemîn olmasına mani olamıyorsa, bunun gibi adâlet nokta-i nazarından başkalarına duyduğumuz kin ve husûmet ya da muhabbet ve yakınlık, “adâlet”i ifa etmeye mani olmamalıdır: “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin” (Maide, 8). Bu yasaklama, bir yandan Mutlak Adil’in ihtişamını, diğer yandan da, O’nun nizam ve yapısının üstünlüğünü ilândır. Kendi gazabına mağlup olmayarak adil olabilen kimse, Sırat-ı Müstakim üzeredir. Ayet Meâli: “…Şimdi bu (adam), doğru yolda giderek adâleti emreden kimse gibi olur mu?” (Nahl, 76)
Kısaca, içtimai planda adâlet, her hak sahibine hakkını eksiksiz vermek; hak etmeyenin ise, başkasına ait bir hakkı gayr-ı âdil bir biçimde ele geçirmesini önlemek, şeklinde kesin ve tartışılmaz bir kanundur.
Kâinat planındaysa bu “İlahî adâlet”in tecellîsi, her şeyden önce Yüce Yaratan’ın ince nizamını; tabiatın her bir zerresine ve her bir tecellîsine ikame etmiş olduğu şaşmaz kanunlarını, “cihanşümul ezelî-ebedî teshîr”ini ilgilendirmektedir. Böylesi bir objektifle her nereye baksak, “ilâhî adâlet”in ihtişamı gözlerimizi kamaştırır: Bir tavan gibi üzerimize çatılan “semâ”; bir beşik gibi altımıza serilen “yeryüzü”.. Berekete müjdeler yüklü olarak üzerimize inen yağmur; dünyamızı aydınlatan güneş. Bir kutlu hayatın kurulması için, içinde fırınlandığımız gündüz, sonsuzluk meyvelerinden, öte dünya muştularından demetler devşirebilmemiz için, içine serildiğimiz gece.. Ve bizi, hayallerimizi, adımlarımızı kendilerine doğru çeken âlemler dolu; yıldızlar ve gezegenler yüklü; bir tutam pamuk gibicesine ortasında kalakaldığımız meçhul kâinat gemisi: uzay…
“Adâlet” mefhumunu bu alana taşıdığımızda, hayranlık duygularıyla dolup taşıyor; Yüce Rabbimizden, hayranlıklarımızı “ilm-i yakîn”e dönüştürmesini istiyoruz. Çünkü “Rabbim, hayretimi arttır!” buyurulmamış mıdır? Bizi, kendisinin hayranlık burçlarına doğru yükselten bu tarifi imkânsız mükemmellik ve şaşmazlık ölçüsü, adâlet esintisi değil midir mütefekkir her insanı dize getiren, o Yüce Adil’i ikrara sevkeden!.. Yine bu adâletin hayranlık iklimleri değil midir ki, bize meçhul, “Mutlak Bilgi”ye açık sessiz, isimsiz ve gölgeler gibi gezinen müminlerin de bulunacağı; işte bundan dolayı da, O’na iman eden kulların adedinin sandığımızdan daha çok olacağı sevincimize kaynaklık eder…
Bakışlarımız, hislerimiz kendi ruh alemimizden, buutları daima genişlemekte olan âlemlere kadar uzanmakta… Rahmeti Rahman’ın, şimdilik bu varlık tabakalarında zuhûr eden “Adâlet” burçlarına; sistemine bakışlarımız yönelmekte.. Bu Adâletin tezahürü olarak, gece ile gündüz daima birbirini izlemekte (Zümer, 5; Furkan; 62); kendilerine hakim olan “teshir” (buyruk altına alma) sebebiyle (İbrahim, 33;Nahl,12) gece; ne ebedî bir gece olmakta, ne de gündüz, ebedî bir gündüz olmaktadır (Kasas, 71-72). Çizilen rotadan çıkmama, şaşmama demek olan “adâlet”in bir yansıması olarak “Ay ve Güneş” kendi kaderlerini izlemekte, ve çok derinlerden nefes alan bu kevnî düzene bir el dokununcaya, lâmbaların fitili söndürülünceye kadar yollarını izlemektedirler (Lokman, 29; Fatır, 13; Zümer, 5). Çünkü şimdi, henüz kıyametten önce Allah’ın kevnî adâleti yürürlüktedir; ta ki, cemâl ve celâl sıfatlarının başka bir tecelligâhı olan “Gaybler Ülkesi”nin gongu çalınıncaya kadar..
“Güneş durulduğu zaman; yıldızlar (etrafa) saçıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman; kıyılmaz mallar terkedildiği zaman; bütün hayvanlar toplandığı zaman; bütün denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman; ruhlar çiftleştirildiği zaman; diri olarak gömülen kıza; hangi günahtan ötürü öldürüldü” diye sorulduğu zaman; defterler açıldığı zaman; gök yerinden söküldüğü zaman; cehennem kızıştırıldığı zaman; cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes ne hazırlamışsa bilecektir…” (Tekvir, 1-14) Bu “adâlet”in nüfuzu iledir ki, göklerde ve yerde bulunan her şey (Lokman 20), denizler (Casiye, 12), dağlar, kuşlar (Enbiya, 79), rüzgarlar (Sad, 36) şaşmaz, ince yollarını takip etmekte, varoluş şemasında kendilerine ayrılmış olan fonksiyonu yerine getirmek suretiyle, “kevnî adâlet” kendi kanununu icra etmektedir.
Sözümüzü bağlarken diyebiliriz ki: “Adâlet”, insanın kendi varlık atmosferinden, kademeli bütün varoluşları kat ederek, bizi kuşatan ufku meçhûl âlemlere kadar her şeyin ayakta durmasına imkân veren ve ahengi, düzeni temin eden yüce bir kavramdır. Ferdin mutluluğundan, toplum ve kâinatın kurtuluşuna varıncaya kadar, her şey bu ilâhî buudlu adâletin eksiksiz ve çarpıtılmaksızın yerine getirilmesine bağlıdır. Bu sebeple, varlığımızı içten dışa doğru kuşatmış olan adâletin bozulması her şeyin kaos içine düşmesi demektir. Bir anlamda bu, insanın kendisine, mutluluk içinde yaşayabileceği sâlih topluma ve nabız atışlarını adeta ruhunun derinliklerinde sezdiği kâinata, onun itâat ve uysallığına yabancılaşmasıdır. Bütün bunlar ise, şu ilâhî sözün bir teşhis ve isbatı olacaktır: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu” (Haşr,19).

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı