19 Kasım 2008 Çarşamba

Hz. Peygamberin (sav) Ahlaki Vasıfları

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübârek sözlerinin ışığında, Yüce Rasûlullah (s.a.s.)'ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım :


* Rasulullah (s.a.s.) güler yüzlü, tatlı sözlüydü,

* Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi,

* Sert değildi, yumuşak idi,

* Edep ve hayâ âbidesiydi,

* İnsan severdi, Dosttu,

* Çok mütevâzi idi. Vâkurdu.

* Boş ve lüzumsuz konuşmazdı.

* Karşısındakini candan dinlerdi.

* Çocukları çok sever ve okşardı. Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar : "Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden (kâmil ümmetimizden) değildir"[1]

* Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi.

* Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikrâmdâ bulunurdu. Fakat onları kendilerinden üstün, faziletli olanlara tercih etmezdi.

* Cömertti, şefkatliydi,

* Sözünde mutlaka dururdu.

* Dinlemesini, söylemekten fazla severdi,

* Nefsine hâkimdi,

* Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi,

* Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı.

* Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı.

* Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu.

* Verilen müjdeler şükrederdi,

* Uyurken mübârek sağ elini, mübârek yanağının altına koyardı.

* Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi.

* Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı,

* İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi,

* Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi.

* Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi.

* Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikrâmlısıydı. Onlara karşı daima tebessümlüydü,

* Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, Vefat ederken son anlarında dahi : "Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi" tavsiye buyurmuştu.[2]

* Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı.

* Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riâyet ederdi,

* Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi.

* Dünya malına asla rağbet göstermezdi, Bir gün yanında dünyalıktan bahsettiler, Buyurdu ki : "İşitmiyor musunuz? Sâde hayat imandandır"'

* Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah'ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı.[3]

* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı,

* Çok adildi.

* Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uyguladı.

* Çalışmaya, ilim ve irfana, icad ve keşiflere teşvik etmiştir.

* Daima Hakk'ın ve haklının yılmaz savunucusuydu.

* Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı.

* İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi,

* İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takvâ ve ahlâkına göre değer verirdi.

* İlim-irfan âdab-erkân şiârıydı.

* Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür,

* Cahil bir toplumu, dünyanın en insâni, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O'nun tebliğ ettiği İslam Nizamı'nı hayatlarına gerçek mânasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar,

* Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır.

* İlk defa insan haklarını tam manâsıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir.

Rasulullah (s.a.s.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her müslümanın O'nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır, Çünkü O'nun ahlâkı, Kur'ân ahlâkı idi. Hz. Âişe (r,anha) Validemize, Sahabeler Rasulullah'ın (s.a.s.) ahlâkını sordular. Buyurdu ki : "Siz Kur'ân okumuyor musunuz Allah Rasulü (s.a.s.)'nün ahlakı Kur'an idi"[4]


Şair Nabi şöyle diyor :

"Çalış, ehl-i kemâl ol, uyma her nâdân-ı gümraha,

Baş eğ, el bağla, sonra gel Huzuru Hazreti Şâh'a."

Rasulullah (s.a.s.) Efendimizin çok yapmış olduğu dualarından biri şudur :

“Allah'ım: Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan amelden, müstecâb olmayan duadan sana sığınırım".


Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min, sende şu dört şey bulunursa dünyada kaybettiğin (elde edemediğin) şeylere üzülme: Doğruluk ve sadakat, emanetlere riayet, güzel huy ve yüksek ahlâk, meşru çalışıp helalden kazanmak"[5]


Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi Peygamber Efendimize ve O'nu örnek edinenlerin üzerine olsun.

[1] Et-Tac, C. 5
[2] 500 Hadis,N. Bilmen Sh. 179
[3] Sünen-i İbni Mâce, Bâbu'z-Zühd, C. 10
[4] Sahih-i Müslim, Müsafirin, 139
[5] Terğib ve Terhib, C. 4, Sh: 26



Kaynak: Kuba Cami Sitesi

12 Kasım 2008 Çarşamba

Gösteriş Hastalığı ve Korunma Yolları

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi


Dinin esası, Allah’ın varlık ve birliğini, hâkimiyet ve kudretini kabul edip, hareket ve davranışlarını O’nun rızasına uygun şekilde düzenlemeye çalışmaktır. Yani iyi bir insan ve iyi bir kul olmaktır. Gerçek kulluk her işte ihlâs ve samimiyeti gerektirir. O halde ihlâs nedir? Varlığı ile davranışlara değer katan ihlâs; riya, gösteriş ve şirkten kaçınmak demektir. Bir şeyi Allah için, sadece Allah’ın hoşnutluğu için yapmaktır. Bütün ibadet ve davranışlarımızda, başka maksatla değil, sadece ve sadece Allah rızasını ölçü olarak almaktır. Yapılan bütün işlerin başlangıç noktası niyettir. Niyet, bir işte güdülen maksat ve gaye demektir ve ihlâsın göstergesidir. İşte, ihlâsın tersi olan ve yapılan işlerin insanlara gösteriş ve kendini beğendirmek amacıyla yapılması anlamına gelen riya, günümüzde insanlar arasında çok yaygın hâle gelen manevî hastalıklardan biridir. Bu makalede riya üzerinde duracak, riyanın zararları ve ondan korunma yollarını açıklamaya çalışacağız.

1. Riyanın Tanımı
a) Sözlük Anlamı: Riya, iş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya bir ameli Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapmaktır. Böyle bir davranışta bulunan kimseye, riyakâr veya mürâî denir.1

b) Terim Anlamı: Ünlü mutasavvıflardan Haris el-Muhasibî riyayı şöyle tarif etmektedir: “Riya, kulun Allah’a itaat ederken kullara yaranmak istemesidir.”2 Başka bir ifadeyle riya, itaat ederken Allah’tan başkasına gönül vermektir. Öyleyse riya, Allah’a itaat etmiş gözüküyorken, aslında amacı Allah’ın kullarının arzularını, beğenilerini kendinde toplamaya çalışmaktır.3

Gazalî’ye göre riyanın dört derecesi vardır: Birincisi, riyanın en ağır olanıdır. Riya ile yaptığı ibadette hiç sevap niyeti yoktur. İnsanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı zaman hiç kılmayan kimse gibi. Bu namaz sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı yoktur.

İkincisi, ibadeti gösteriş için yapar. Fakat Allah’ın rızasını da niyet eder. Ancak bu niyet zayıftır. Yalnız kaldığında bu ibadeti yapmayacaktır. Sevaba niyet etmese de gösteriş için bunu yapacaktır.

Üçüncüsü, gösteriş ve sevap tarafları eşit olmaktır. Eğer riyanın yanında bir de sevap veya sevabın yanında bir de riya niyeti olmasa, bu ameli yapmayacaktır. İkisinin eşit olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Kişi, bu amelinden zarar görmese de fayda da görmez.

Dördüncüsü de, ibadeti insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibadetini yapacaktır. Dolayısıyla ibadeti sırf riya maksadıyla yapmadığı için yaptığı ibadetten fayda görebilir.4

2. Kur’ân’da Riya Kavramı
İhlâs, ibadet kastıyla söylenen sözlerin, yapılan işlerin sadece Allah rızası için yapılmasıdır ki, ihlâs ile yapılmayan hiçbir ibadet, Allah katında makbul değildir. Dinin ruhu ihlâstır, yani ibadetin yalnız Allah’a yapılmasıdır. Başka bir gaye için yapılan ibadette ihlâs yoktur. İhlâsla yapılmayan her ibadet ise kabul görmeyecektir. İhlâsın karşıtı olan riya, haramdır ve gizli şirk sayılmaktadır.

Yüce Allah, Kehf suresi 110. ayette: “Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” buyurmaktadır.

Bu ayette geçen, ibadette Allah’a şirk koşmaktan maksat, ibadette ihlâslı ve samimi olmamak, Allah’ın rızası dışında riya, gösteriş ve benzeri menfaat duygularını taşımak demektir.5

Allah Teala, ihlâslı mümin kullarının amellerinden bahsederken onların şöyle dediklerini haber vermektedir: “Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Bu yaptıklarımıza karşılık sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/9)

Tabiunun önemli müfessirlerinden Mücahid, bu ayeti açıklarken şu noktalara yer vermektedir: Sadık kullar, bu sözü dilleriyle değil, sadece kalpleriyle söylüyorlar. Dolayısıyla Allah Teala, onların bu durumunu, başkalarına örnek olsun diye anlatmaktadır. Kalplerinde, yaratılmışların övgüsünü ve onlardan gelecek herhangi bir karşılık duygusunu çıkarıp attıkları için, Allah onlardan hoşnut olmuştur.6

Riya, Kâfir ve Münafık Vasfıdır.
Riya, Kur’ân’da kâfir ve münafıkların vasfı olarak anlatılmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264)

“Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahiret azabına uğrarlar.) Yakın dostu şeytan olan kişi, ne kötü dost sahibidir.” (Nisa, 4/38)

“Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.” (Nisa, 4/142)

Yukarıdaki ayetlerde ifade edildiği üzere, kâfirler ve münafıklar gösteriş düşkünüdürler. Zira onlar, yaptıkları işleri insanlara gösteriş yaparlar. Mesela kâfirler, mallarını gösteriş için harcarlar, münafıklar da namaza, dinin emri olduğu için değil, gösteriş için üşene üşene giderler.7

Yine başka bir ayette Yüce Allah: “Memleketlerinden çalım satarak, halka gösteriş yaparak savaşa çıkan ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayanlar var ya Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Enfal, 8/47) buyurur.

Bu ayette de yurtlarından böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak savaşa çıkan ve insanları Allah yolundan men eden müşrikler örnek verilerek müminler ikaz edilmekte ve onlar gibi yapmamaları istenmektedir. Çünkü Müminler, Allah’a inanan, ona dayanan ve Allah için hareket eden insanlardır. Onlar, Allah için birbirlerini sever ve gösterişten hoşlanmazlar.

Riya, Mâun suresi 4-7. ayetlerde de münafıkların çirkin huylarından biri olarak gösterilmektedir: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır, hayra da mâni olurlar.”

Onlar, Allah’a inanarak samimiyetle değil, sırf gösteriş için namaz kılarlar. Bunun için de onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Gafil oldukları için onu kılmış sayılmazlar. Çünkü insanlardan istenen sadece şeklen namaz kılmak değil, gerçek manada namaz kılmaktır. Onlar namazlarını gaflet içinde kıldıklarından dolayı namaz ruhlarında bir tesir göstermez. Ayrıca onlar zekât vermeyi, kardeşlerine yardım etmeyi ve iyilik etmeyi önlerler. Allah’ın kullarına hayrı engellerler. Eğer gerçek manada namaz kılmış olsalardı, Allah’ın kullarına yardım etmeye engel olmazlardı. İşte ibadetin Allah katında makbul olması için, gösterişten uzak, ihlâs ve samimiyetle yapılması gerekir.8

Razî, bu ayetlerin tefsirini yaparken münafık ve riyakâr arasındaki farkı şu şekilde açıklamaktadır: “Münafık, zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakâr ise, kendisini görenler, dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakâr ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir.”9

3. Hadislerde Riya Kavramı
Birçok hadis-i şerifte, riyanın çirkinliği ve riya yapanların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Efendimiz (s.a.s.)’den rivayet edilen bir hadise göre, bir adam Allah Elçisine: “Ey Allah’ın Elçisi kurtuluşumuz neye bağlıdır?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah’ın emrettiği şeyleri, insanlar istiyor diye yapmaktan sakınmandır.” cevabını verdi. O kimse bu defa: “Amellerde kurtuluşa nasıl erilir?” diye sordu. Hz. Peygamber, o kişiye, riyayı terk etmesi gerektiğini bildirdi.10

Yapılan amellerin, Allah katında kabul görüp o ameli yapan kişiye sevap verilmesi için ihlâsla yapılması gerekir. Aksi halde geçici dünya hayatını ve süsünü amaçlayarak amel eden kimsenin amelinin boşa gideceği, hadiste şöyle haber verilmektedir: “Kulun amelini ilâhî huzura sundukları zaman Allah, meleklere şöyle karşılık verecektir: “İşte bu kulum ameliyle beni kastetmemiştir. Benim rızamı gözetmedi. Onu cehenneme atın.”11

Abdullah b. Amr b. As, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim amelinde riya/gösteriş yaparsa, Allah da o kişiye ona göre muamelede bulunur.”12

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir: “Allah yolunda öldürülen, malını tasadduk eden ve Allah’ın Kitabını okuyan kimselerden her birine Allah Teala, kıyamet gününde şöyle diyecektir: “Birinciye, ‘Yalan söyledin, aslında filânca bilgindir’ denilmesini istemiştin.’ İkinciye ise: ‘Hayır tam tersine filânca korkusuzdur” denilmesini amaçlamıştın.’ Üçüncüye de, ‘falancanın eli boldur denilmesini murat etmiştin’ denilecektir.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yapmıştır: “İşte bu üçü de ateşe girecektir.”13

Bu hadislerden açıkça anlaşıldığına göre, insan her ne amel yaparsa yapsın Allah rızası için yapmalıdır. Allah rızası olmadan, sadece riya/gösteriş için yapılan hiçbir amel Allah katında kabul edilmez ve kişinin o amellerinden sevap alması da mümkün değildir. Demek ki, riya, amellerin boşa çıkmasına sebep olmaktadır. Allah Resulü (s.a.s.): “Hardal tanesi kadar riya bulaşmış hiçbir amel kabul edilmeyecektir.”14 buyurur.

Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i ağlarken gördüğünde ona, “niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da, Hz. Peygamber’in kabrini göstererek, “şu kabrin sahibinden duyduğum söz” beni ağlatmaktadır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Riyanın en azı bile şirktir.” buyurmuştur.15

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), riyayı küçük şirk olarak değerlendirmekte ve “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.” diyerek, ümmetini riyadan şiddetle sakındırmaktadır.

Ashab-ı Kiram dediler ki: “Ya Resûlallah, küçük şirk nedir?” Resûlullah (s.a.s.):
- “Riyadır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allah Teala, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”16

Şeddad b. Evs, Efendimiz (s.a.s.)’in “Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Şirk ve gizli şehvet.17” uyarısı üzerine:
- “Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah’a ortak mı koşacak?” demiş, Efendimiz (s.a.s.) de:
- “Evet, ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar.” buyurmuştur.18

Allah Resulü (s.a.s.), Müslümanlar için en çok korktuğu şeyin küçük şirk olan riya olduğunu belirterek riyayı, İslâm ümmeti için çok korkunç bir tehlike olarak nitelendirmektedir. Hadislerde riya, bazen şirk, bazen küçük şirk ve bazen de gizli şirk olarak nitelendirilmekte, amelde Allah’a başka bir şeyi veya kimseyi ortak etmek anlamına geldiği ifade edilmektedir. Ayrıca hadislerde yapılan iyiliklerin duyurularak gösterişe vesile kılınmasının da Allah katında kötü ve çirkin bir davranış olduğu belirtilir. Gösteriş olsun diye hafızlık yapmak, ne âlim adam desinler diye ilim elde etmek, insanlar cömert desinler diye sadaka vermek, ne yiğit adam desinler diye savaşmak daima yerilmektedir. Amellerini gösteriş için yapanların cehennem ateşiyle cezalandırılacakları ifade edilir.19

4. Riyanın Sebepleri
İnsanları riyakârlığa yönelten hususların bilinmesi ve bunlardan kaçınılması çok önemlidir. İnsanı riyaya sevk eden çeşitli sebepler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1. İman zayıflığı, 2. Övülme isteği, 3. Dünyada yerilme ve kötülenme korkusu, 4. İnsanların elindekilere karşı hırsla dolu olması.20

1) İman Zayıflığı: Her şeyden önce imandaki zayıflık riya sebebidir. Her ümidine ulaştıracak, her korktuğundan emin kılacak tek varlığın Allah olduğunu gönlüne yerleştirmeyen, maddî sebeplere ve insanlara gereğinden fazla değer veren, Allah’ı unutup onun dışındaki varlıklardan bir şeyler bekleyen zayıf imanlı kişiler, riyaya düşmeye mahkûmdurlar.21 Gerçek iman sahipleri ise, tüm davranışlarını Allah’ın en yüce kudret sahibi olduğu duygusuyla yalnız onun rızası için yapacaklarından dolayı, insanların değerlendirmelerine fazla önem vermezler. Çünkü onlar şunu çok iyi bilirler ki, eğer Allah Teala, bir hayrın kendisine dokunmasını takdir etmişse dünyadaki bütün insanlar karşı çıksalar, buna engel olamazlar. Eğer Allah Teala, bir kötülüğün ona isabet etmesini takdir etmişse bütün insanlar bunu kaldırmaya çalışsalar yine de başarılı olamazlar.

2) Övülme Arzusu: İnsan fıtratı gereğince daima övülmeyi, methedilmeyi ve yüceltilmeyi sever. Kötülenmekten hoşlanmaz, kötülenmemek, insanların beğenisini kazanmak için riya/gösterişe girer. Allah için yaptığı ibadetlere bile insanların övgüsünü kazanmak için riya karıştırır. Hâlbuki insanlar, onu övmekle ne hayat süresini uzatabilir, ne rızkını çoğaltabilir, ne ağzının tadını ziyadeleştirebilir, ne herhangi bir belayı başından savabilir ve ne de Allah’ın takdir etmiş olduğu kötü bir şeyi ondan uzaklaştırabilirler.22

Riyakâr kişi, insanlara kendini beğendirerek ya maddî bir menfaat ya makam mevki veya şöhret elde etmek ister. Aslında bunlar hayat gayesi yapılmaya değer şeyler değildir. Arınmış ruhlar, böyle geçici dünyalıklar peşinde koşmazlar.

Müminin kendisini çevresindeki insanlara sevdirebilmek için riyakâr bir tavra ihtiyacı yoktur. Çünkü kişiyi diğer insanlara sevdirecek olan Allah’tır. Hayatının her anında ihlâsla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan bir mümini, tüm inananlar doğal olarak kalben sevip desteklerler. Güzel ahlâklı, samimi, dürüst, ihlâslı ve içi dışı bir olan insanı sevmek müminlerin fıtratında vardır. Allah’ın rızası beraberinde kişiye müminlerin rızasını da kazandırır. Ama, sadece insanların rızası için yapılan bir işte Allah’ın rızasından yana hiçbir kazanç sağlanamaz.23

3) Yerilmekten Korkmak: Yerilme korkusu, kulun insanların kendisini kötülediğini doğruluğuna güvenmediğini ve iyi yaptığı işlerde bile ona kötü zan beslediklerinin farkına varması, bunu bilmesidir. Toplumda yerilen bir kimsenin sözüne güvenilmez, şehadeti geri çevrilir. Kimse onunla oturup kalkmak ve onunla sohbet etmek istemez. Böyle bir insanın selamına karşılık verilmez, talepleri geri çevrilir. Kendisine güvenilip hiçbir şey emanet edilmez. Adeta toplumdan dışlanır. Bunun için bazı insanlar, insanların kendisini yermelerinden korktuğu için söz ve fiillerinde gösterişe riyakârlığa yönelir. İnsanlara olduğundan farklı görünerek onların sevgisini çekip yergilerinden kurtulmak ister.

4) İnsanların Ellerindekine Göz Dikmek, Hırs ve Tamahkârlık Göstermek: Kuşkusuz kişi, kendisi için takdir edilmeyen hiçbir şeyi elde edemez. Eğer herhangi bir şeye kavuşmuşsa, kavuştuğu bu şey, her şeye rağmen, kendisi için takdir edilenin dışında değildir. Eğer Rabbine ihlâsla ibadet etseydi, ulaşacağı şeye mutlaka ve mutlaka ulaşırdı. Dolayısıyla insanların ellerindekine göz dikmenin hiçbir faydası yoktur. Kişi Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı ve haline şükretmelidir. Eğer kul, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükrederse Allah, o kimseye nimetlerini artırır. Kur’ân’da Allah bu hususu şöyle ifade etmektedir: “…Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)


5. Riyaya Kapalı Davranışlar
Riya konusunu açıklarken burada riya ile karıştırılmaması gereken hususlara da işaret etmekte yarar bulunmaktadır. Bazı amel ve ibadetler vardır ki onlara riya, gösteriş girmez. Nitekim bazı İslâm âlimleri, farzlarda ve dinin alameti sayılan (şeâir) türünden amellerin açıktan yapılmasının riya olmayacağını belirtmişlerdir.24

Farz olan ibadetlere riya girmez. Çünkü bu ibadetleri bütün kulların yapmaları gerekir. Dolayısıyla her Müslüman için yapılması farz olan namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin açıktan eda edilmesi efdaldir.

İslâmiyet alameti sayılan ya da “şeâir” dediğimiz dini tutum ve davranışlarda da riya bulunamayacağından dolayı açıktan yapılabilir. Çünkü “şeâir” İslâm toplumunun bütününü ilgilendiren bir ibadet şeklidir. Dolayısı ile bu şekilde “şeâir”den sayılan dinî davranışlara da riya girmemekte, hatta bu ibadet nafile nevinden bile olsa şahsi farzlardan daha üstün hale gelmektedir.25

Bediüzzaman Said Nursî, bu husustaki fikirlerini “Kastamonu Lahikası” adlı eserinde tafsilatlı bir şekilde şöyle açıklamaktadır: “Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; bu türlü ibadetlerin açıktan yapılması, riya olamaz. Meğer, gayet zaaf-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. (İnsanın imanının zayıf olmasından dolayı bu amelleri riya için yapması hariç) Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin açıktan yapılması, gizli yapılmasından çok daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (r.a) gibi âlimler açıklamışlardır. Diğer nafilelerin gizli yapılması çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, özellikle böyle bidatlerin yaygın hale geldiği zamanlarda, sünnete ittiba etmenin ne kadar önemli olduğunu gösteren ve böyle büyük (kebâir) haramların terkinde takvalı davranmak, değil riya, belki gizlenmesinden pek çok derece daha sevaplı ve halistir.”26

Ancak burada şunu da özellikle belirtmemiz gerekir ki, farzları ve şeâiri açıktan yapanlar kalplerine çok dikkat etmelidirler. Allah rızası için insanlara mesaj vermek, tebliğde bulunmak, insanlara örnek olmak ve güzel amellere teşvik etmek dışında en ufak bir duygunun kalplerine girmemesine özen göstermelidirler. Mesela insanları teşvik için sadaka, namaz, oruç, cihad, hac gibi ibadetleri eda eden kişi başkalarına örnek olabileceği durumlarda açıkça bu ibadetleri yapabilir. Kuşkusuz riya/gösteriş tehlikesi olduğu için de sürekli kalbini murakabe etmelidir.27 Aksi takdirde bu tür ibadetlere de farkında olmadan riya girebilir.

6. Riyanın Zararları
Riya/gösteriş inanan bir insanda bulunmaması gereken kötü bir huydur. Riya, ihlâsla kesinlikle bağdaşmaz. Kişi riya ile yaptığı hiçbir amelin ve ibadetin sevabına kavuşamaz. İbadetlerine riya karıştıran bir insan, ahirette sevaptan yoksun kalır. Yaptığı ameller sadece dünyada kalır. Dünyada iken ameli onu kurtarsa da ahirette boşa gider.28

1. Riya, ateşin odunu yediği gibi sevaplarımızı yiyip bitirir. Kişinin bu dünyada yaptığı amellerin Allah katında makbul olabilmesi için amellerini ihlâsla yapması gerekir. İhlâs ile yapılmayan hiçbir ibadet makbul değildir. Dinin ruhu ihlâs, yani ibadetin yalnız Allah’a yapılmasıdır. İhlâsla yapılmayan her ibadet reddedilir. Zira Yüce Allah: “Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 69/110) buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de bir kutsi hadiste: Allah’ın “Kim benim için yaptığı bir işe benden başkasını ortak yaparsa onu şirkiyle baş başa bırakırım. Ben, ortaklıktan uzağım, ortaklıktan beriyim.”29 buyurduğunu ifade etmektedir.

Yine bir başka hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.): “Sizin için en korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Ashap sordu: Ey Allah’ın Resulü! Küçük şirk nedir? Hz. Peygamber: “Riya/gösteriştir. Kullar amellerinin karşılığında ceza ve mükâfatlandırılacakları gün gösterişçilere: Dünyada kime gösteriş yaptınızsa onlara gidin, yanlarında bir karşılık bulabilecek misiniz bir bakın?” denilecektir.30

Demek ki riya/gösteriş insanın amellerini, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi yok etmekte ve o kişiyi sevapsız bırakmaktadır. Ahirette amellerimizin sevabını istiyorsak, riya/gösterişten uzak, sadece Allah rızasını gözeterek amel yapmalıyız.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursi: “Amelinizde Allah rızası olmalı. Eğer O, razıysa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O, kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok. O, razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti lazım gelirse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.”31 sözleriyle insanların hoşnutluğundan arınıp sadece Allah’ın rızasını kazanmaya yönelmenin önemini belirtmektedir.

Yine Bediüzzaman Said Nursi, yapılan amellerde ihlâsın önemini açıklarken şöyle demektedir: “… Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer O yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş paraya değmez. İnsanların takdiri, istihsanı (beğenisi, hoş karşılaması), eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer tercih ettirici bir sebepse, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer o ameli yapmaya teşvik edici ise saflığını izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, ‘Beni gelecek nesiller içinde yâd-ı cemil eyle’ (Şuara, 26/84) buna işarettir.”32 “Ey nefis eğer takva ve amel-i salih ile Halikını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse iyidir. Şayet onların ki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi aciz kullardır. Maahaza ikinci şıkkı takip etmekte şirk-i hafi olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana “müracat eden adam sultanı” razı etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Mamafih yine sultanın izni lazımdır. İzni de rızasına bağlıdır.”33

2. Riya, insanın Allah’ın gazabına ve lanetine uğramasına sebep olur. İnsanın Allah’ın dışında herhangi bir başka varlığın rızasını düşünerek hareket etmesi Kur’ân’da ‘şirk’ ya da ‘Allah’a ortak koşmak’ olarak ifade edilmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü gibi riya/gösteriş şirktir. Şirk ise Allah’ın asla affetmediği en büyük günahtır.34 Kim amellerini Allah’tan başkasının beğenisini ve rızasını gözeterek yaparsa, bu davranışıyla Allah’ın gazabına ve lanetine uğrar.

İnsanın bu konuda nefsinin telkinlerine karşı da son derece uyanık olması ve nefsini kendini kandırmadan dürüstçe değerlendirmesi gerekmektedir. Çünkü nefsin en büyük arzularından biri de Kur’ân ahlâkına zıt olarak, insanların hoşnutluğunu, beğenisini ve takdirini kazanabilmektir. Nitekim çoğu insan yaptığı pek çok işi kendi istek ve tercihleri doğrultusunda değil de, sırf çevrelerinden takdir toplayabilmek ve bu takdir ile de toplumda bir yer edinebilmek için yapar. Dolayısıyla da bu insanların hayatlarını yönlendiren ana mantık ‘insanların hoşnutluğunu kazanabilme arzuları’ olur.

İhlâsı kazanmak isteyen bir müminin, cahiliye toplumlarında hayatın en temel dayanağı olan “insanlar ne der” mantığından tamamen kurtulması gerekir. Çünkü insanların hoşnutluğuna dair endişeler yaşandığı sürece insanın katıksız bir ihlâs anlayışından bahsedebilmesi mümkün değildir.

İşte insanın ihlâsı kazanabilmek için her zaman için niyetini halis tutması ve katıksızca Allah’ın rızasına yönelmesi gerekmektedir. Allah dilemediği sürece rızası kazanılmış olan insanların kişiye bir faydası olmaz, ama Allah’ın rızasını, desteğini, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanan bir insan, tüm bu insanların kendisine sağlayacağı desteği zaten kazanmış demektir. İhlâsla hareket ettiği için Allah zaten ona dünyada da ahirette de en güzel hayatı yaşatacak, ona hiçbir insanın sağlayamayacağı desteği sağlayacak, hiçbir insanınkiyle kıyaslanamayacak bir dostluğu nasip edecektir.

7. Riyadan Kurtulma Yolları
Riya/gösterişten kurtulmak çok zordur. Ancak bir Müslüman olarak bu zoru başarmak mecburiyetindeyiz. Bunun için her şeyden önce Allah Teala’ya dua edip yardımını talep etmeliyiz. Bu hastalıktan kurtulmak için çok ciddi gayret göstermeliyiz. Şunu iyi bilmeliyiz ki, riyanın tek ilacı ihlâstır. İhlâs ise, söylenen her sözde ve yapılan her işte Allah Teala’nın rızasını talep etmektir. Yaptığı her işte Allah Teala’nın rızasını talep eden böylece kalbini ihlâsla dolduran bir mümin, kulların rızasını almak için amellerini yok ederek riyakârlığa duçar olur mu? Böyle bir cinayete cüret edebilir mi?

O halde riyadan kurtulmak için, ihlâsı kazanmak, muhafaza etmek ve ihlâsa engel olabilecek manilerden kurtulmaya çalışmak gerekir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi, “Lem’ alar” adlı eserinde ihlâsı kazanıp muhafaza ederek ve manileri defetmek için birtakım düsturlara sarılıp yapışmayı ve hayatımızda uygulamamızı tavsiye etmektedir. Bu düsturları şöyle özetleyebiliriz:

1. Amelimizde rıza-yı ilahî olmalı, yani yapılan ameller sırf Allah rızası gözetilerek yapılmalı,
2. Kur’ân’a hizmet eden din kardeşlerimizi tenkit etmemeli ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemeli,
3. Bütün kuvvetimizi ihlâsta ve hakta bilmeli,
4. Din kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda, faziletlerini kendimizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmeliyiz.35

İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en etkili bir sebebi de, “Rabıta-i Mevt”tir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve insanı riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret ettiren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.36

Riyanın asıl çözümü ve riyadan korunma yolu ise, nefsi arındırmaktır. Zira nefis arınmadığı sürece, yalnız da olsa kişi, amelini nefsi için yapmak gibi bir hale düşebilir ki, bunda hem riya ve hem de şirke girme ihtimali vardır.

Son devir Osmanlı Ahlâkçılarından Ahmet Rıfat’a göre, riyayı yok etmenin çaresi şudur: “Riyakâr, riyanın amelleri boşa çıkardığını, Allah’ın kahrını üzerine çektiğini, bundan umulan dünyevî faydaların ilk anda iyi olsa da, sonunda acıya dönüşeceğini düşünerek nefsiyle mücadele etmesidir. Bu mücadele neticesinde insan, çaresi zor olan bu hastalıktan kurtulabilir.”37

Eğer insan, riya belasından kurtulamazsa sonunda daha da tehlikeli olan “nifak” hastalığına yakalanır.38 Bununla ilgili olarak yine Ahmet Rıfat: “Riyanın ifratı halinde meşru olmayan maddî ve manevî menfaatler gözetilmeye başlanır, sonunda münafıklık ortaya çıkar.” demektedir.39

Netice olarak diyebiliriz ki, riya, insanın kalp, ruh ve düşünce dünyasının kirlenmesine sebep olan, Allah’ın asla sevmediği ve razı olmadığı kötü ve çirkin bir davranıştır. İnsanın bu dünyada yaptığı güzel amellerden ahirette de istifade edebilmesi için amellerini ihlâs ve samimiyetle yapması gerekir. Aksi takdirde, başkalarına riya için yapılan amelden sevap beklemek doğru değildir. Çünkü riya, insanın amellerini, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi yakıp bitirir ve o kimseyi sevaptan mahrum bırakır.



DİPNOTLAR
1. Tahanevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşafü Istılahatı’l-Fünûn, Kahraman Yay., İstanbul 1984, I, 607; Şâmil İslâm Ans., “Riya” mad., İstanbul 2000, VII, 50; Ece, Hüseyin K. İslâmın Temel Kavramları, Beyan Yay., İstanbul 2000, s. 541.
2. el-Muhasibî, Haris, er-Riâye, (çev. Şahin Filiz, Hülya Küçük), İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 294.
3. el-Muhasibî, a.g.e., s. 295.
4. Gazalî, İhya, III, 654.
5. el-Beydâvî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 14.
6. Taberî, İbn Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Âyi’l-Kur’ân, Daru’l-Fikr, Beyrut 1995, XIV, 262.
7. er-Razî, Fahruddin, Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Akçağ Yay., Ankara 1995, VIII, 378.
8. Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’ân, (trc. Komisyon), İstanbul 1992, XVI, 392.
9. er-Razî, a.g.e., XXIII, 446; ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münir, Daru’l-Fikri’l-Muasır, Beyrut 1991, XXX, 426.
10. Buharî, Meğazi, 77; Müslim, Vasiyet, 5; Ebu Davud, Vesaya, 2; Tirmizî, Vesaya, 2; Nesai, Vesaya, 3.
11. İbn Mübarek, Zühd, 67; İbn Ebi’d-Dünya, İhlâs.
12. Buharî, Rikak, 36, Ahkâm, 9; Müslim, Zühd, 47, 48; Tirmizî, Nikâh, 11, Zühd, 48; İbn Mace, Zühd, 21; Darimî, Rikak, 35; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 140, 270, IV, 313, V, 45.
13. Müslim, İmare, 43; İbn Mübarek, Zühd, 160.
14. Müslim, İman, 148, 149; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61; İbn Mace, Mukaddime, 9, Fiten, 27, Zühd, 16; Darimî, Mukaddime, 7; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., I, 451, II, 164, 215, IV, 151.
15. Tirmizî, Nüzur, 9; İbn Mace, Fiten, 16.
16. Tirmizî, Nüzur, 9; İbn Mace, Fiten, 9; Malik b.Enes, Muvatta, Büyu, 34; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 124.
17. Yaptığı ibadeti şehvetinden dolayı terk etmektir.
18. Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 24, 126.
19. Okumuş, Ejder, Gösterişçi Dindarlık, Pınar Yay., İstanbul 2002, s. 73.
20. el-Muhasibî, a.g.e., s. 298; Gazalî, İhya, III, 669-670; Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 141.
21. Komisyon, İslâmî Kavramlar, Sema Yazar Gençlik Vakfı Yay., Ankara 1997, s.606.
22. el-Muhasibî, a.g.e., s. 303.
23. el-Muhasibî, a.g.e., s. 304; Komisyon, İslâmî Kavramlar, s. 606.
24. Bediüzzaman, Said Nursi, Lem'alar, Ankara 1957, s. 6; Komisyon, İslâmî Kavramlar, s.607.
25. Bediüzzaman, Lem'alar, s. 47.
26. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 141.
27. Okumuş, a.g.e., s. 74.
28. el-Muhasibî, a.g.e., s. 302.
29. Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., II, 301, 435.
30. Ahmed b.Hanbel, a.g.e., V, 428.
31. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s. 662-663.
32. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 21. Lema, s. 668.
33. Bediüzzaman, Risale-i Nur Kulliyatı, Barla Lâhikası, s. 78.
34. Nisa, 4/48, 116.
35. Bkz., Bediüzzaman, Lem'alar, s. 149-151.
36. Daha geniş bilgi için bkz., Bediüzzaman, Lem'alar, s. 151-155.
37. Bkz., A. Rıfat, a.g.e., s.161; Erdem, a.g.e., s. 164-165.
38. Draz, Muhammed Abdullah, Dusturu’l-Ahlâk fi’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1996, s. 562.

7 Kasım 2008 Cuma

İMAN - ERDEM İLİŞKİSİ

Mustafa TÜRKGÜLÜ
Diyanet Dergisi Nisan 2000

Bu yazımızda kâmil manada bir Allah inancının lüzumu ve böyle bir imana sahip olmanın insanlara kazandıracağı ahlâkî fazilet ve güzelliklerin üzerinde durmaya çalışacağız.


Bilindiği gibi; dinimize ait hükümler üç ana gruba ayrılırlar. Bunlardan ilkini inanç ve itikad, ikincisini ibadat ve muamelât, üçüncüsünü de ahlâk konuları oluşturmaktadır. Birbiriyle iç-içe olan bu hükümlerin tamamı, insanların dünya ve ahiret hayatını tanzim ve her iki cihanda mutlu olmasını sağlama gayesi taşırlar. Nitekim iman ibadetin; ibadet üstün ahlâkın, üstün ahlâk da insan-ı kâmil olmanın temelini teşkil ederler. Kâmil insan ise, dünyada Rıza-yı Bari Ôye uygun hareket eden ve buna karşılık vadedilen ilahî nimetleri kazanarak ebedî mutluluğa nail olmaya hak kazanan kimse demektir.


Dinimize ait hükümleri ihtiva eden Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın rızasını nasıl elde edeceğimizi ve ona giden yolların neler olduğunu açıkça göstermiş bulunmaktadır. 0, her şeyden önce sâlim ve sağlam bir iman sahibi olmayı önermiştir. Şüphesiz böyle bir imanın ön şartı; Yüce Rabbimizi bilmek, O'nu noksan sıfatlardan tenzih edip kemal sıfatlarıyla tanımaktır. İkinci şartı ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Allah'ın kulu ve resulü olarak kabul etmek, bildirdiklerinin de hak olduğuna ve Allah katından geldiğine dair iman ve ikrarda bulunmaktır.


Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre Allah vardır ve birdir. İnsan, etrafında olanlara ve kendi nefsinde yaşadıklarına şöyle bir baksa, O'nun var ve bir olduğunu apaçık bir şekilde anlar. İçinde bulunduğumuz bu kâinatın yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda din gününün, yani ahiret hayatının da sahibidir. Hiç kimseye muhtaç değildir. Aksine herkes ve her şey O'na muhtaçtır. Hay (diri)dır, ezelî ve ebedîdir. 0, her şeye kâdirdir. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Merhamet etmeği sever. Aynı zamanda hikmet sahibidir. Her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyden, hattâ kalblerde saklı tutulanlardan dahi haberdar olandır.


Her müslümanın Allah hakkındaki inancının bu şekilde olması gerekmektedir. Şüphesiz böyle bir iman, tüm insanlık için en büyük bir değer, en sağlam bir destek ve dayanak ve de en güvenilir bir rehberdir. Zira böylesine ulvi bir rehber, insanı ortada kalmaktan, her türlü kötülüğe dalmaktan korur, birçok iyilikler yapmasını, ibadet ve itaat duygusunu artırarak manevi hazlara ulaşmasını ve sonuç olarak da mutlu olmasını sağlar.


Kur'an-ı Kerim, insanın bu kemal noktasına gelme halini "ittika" ve "ihsân" dereceleri olarak göstermektedir. İttikayı, korku ve ümit içinde bir yaklaşımla Allah'dan gerektiği şekilde sakınma; ihsanı ise Allah'ı daima hartırda tutma, 0'ndan haya etme (utanma), her şeyi Yüce Yaratan'dan bilerek büyük bir sevgi ve minnet duygusu içinde O'na yönelme ve bağlanma diye açıklamaktadır. İhsân'ın ne olduğu hakkında Cebrail aleyhisselam tarafından sorulan bir soruya karşılık olarak sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İhsân, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan dahi, O'nun seni gördüğünü bilmendir."(1)


Ayrıca Kur'an-ı Kerim, insanın bu ideal noktaya gelmesi halini Allah'ın boyası ile boyanma, O'nun öngördüğü sıfatlar ile sıfatlanarak ahlâkî ile ahlâklanma olarak tanımlamaktadır. Allah'ın sıfatları ile sıfatlanan bir kimsenin, en güzel faziletlerle donanmış olacağında asla şüphe yoktur. Onun içindir ki sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bizlerin Allah'ın emrettiği üstün ahlâkla ahlaklanmamızı istemiştir.(2)


Vahdaniyet, yani bir ve tek olma sıfatı, hem inanç ve idealde, hem de toplumun her kesiminde olması gereken birlik fikrinin, beraberlik idealinin yegâne kaynağıdır. Kur'an-ı Kerim, birlik ve beraberlik anlayışının bulunmayışını "fitne" olarak vasıflandırmakta, fitneyi de katl, yani adam öldürme fiilinden daha büyük bir kötülük saymaktadır.


Allah'ın kudret sıfatını kendisine rehber edinen insan, her sıkıntıya katlanmayı, her zorluğu yenmeyi, her çeşit kötülükle mücadele etmeyi; Hikmet sıfatını rehber edinen, hak ve hakikatin gerçek bilgide olacağını, dolayısıyla zan ve şüpheye dayanan anlayışların terk edilmesi gereğini; Onun Esmâ-i Hüsnâsından Adalet sıfatını rehber edinen, hak ve hukuka riayet etmeyi, bu hak kime ait olursa olsun, onu mutlaka koruyup kollamayı ve her türlü haksızlıktan uzak kalmayı; Rahman ve Rahim sıfatlarını rehber edinen ise Allah için sevmeyi ve Allah için iyilik yapmayı öğrenir.


Şüphesiz insan, her şeyden çok Yaratan'ını sever. 0 nedenle Mü'minlerin gönlünde bulunan en büyük sevgi, sevgilerin en yücesi olan Allah sevgisidir. Ancak Yunus Emre'nin deyişiyle insan, yaratandan ötürü yaratılanları da sevmek durumundadır. Bu manada İslâm, zaten Allah sevgisi ile yaratılanların sevgisini, özellikle de insan sevgisini iç-içe ve eğer teşbihte hata olmazsa, birbirine yapışık ikiz kardeşler olarak görmüş ve göstermiştir. Çünkü Allah sevgisinin yüceliğine, Allah'ın eseri olan mahlukatın sevgi merdiveni kullanılmadan çıkılamaz. Zaten Resulullah (s.a.v.) da; "Allah'a yemin ederim ki, müslüman olmadıkça Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de müslüman olamazsınız"(3) buyurmamış mıdır ?


Allah sevgisi, Allah'ın emir ve yasaklarına uyma, samimiyet, tevekkül ve teslimiyetle O'na bağlanma şeklinde tezâhür eder. Böyle bir sevgi, insanlar arasındaki ilişkilerin güzelleşmesini, Allah rızasına dayanan iyiliklerin artmasını da sağlar. Bu suretle kardeşlik, birlik ve beraberlik bağları ile dirlik ve düzen anlayışı gelişir. Ayrıca birlikte yaşamanın vazgeçilmez şartlarından biri olan toleransı ve hoşgörü ortamının doğmasına yardım eder. Kuşkusuz o da her yer ve zamanda ihtiyaç duyduğumuz toplumsal barış demektir.


Bilindiği gibi insanlar arasında olması gereken dostlukların azalması, ona bağlı olarak da öfke, hiddet ve düşmanlıkların artması çoğu kez sevgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İnsanları rahatsız eden yanlış düşünce, yanlış fiil ve davranışlar ile onlardan neş'et eden kötülüklerin tek sebebi de yine sevgisizliktir. Çünkü sevgi olsa, öfkeler diner, düşmanlık duyguları siner, bir daha ortaya çıkma imkanı bulamadan kaybolup gider. Unutulmaması gereken bir husus olarak söylemeliyiz ki, tüm faziletler, tüm iyilik ve güzellikler, sadece sevgi ve samimiyet ortamında doğar ve gelişirler. Bu bakımdan, günümüzde yaşadığımız rahatsızlıkların yok edilmesi için Allah rızasına dayanan sevgi pınarını herkesin gönlüne iyice akıtmamız gerekmektedir. Çünkü bu sevgi ve samimiyet olmadan, yüce dinimizin hedeflediği faziletli hayat ve kâmil ahlâk idealini yakalamamız mümkün değildir. Nitekim toplumsal barış, ahlâk ve fazilet konusunda ortaya çıkan problemlerin, geçmişte de hep sevgi yoluyla halledildiğini görmekteyiz. Gerçekten de, söz gelişi Anadolu'nun en buhranlı, dolayısıyla Anadolu insanının en bunalımlı dönemlerinde gelen Hz. Mevlana'nın, Hacı Bayram Veli'nin, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaş-ı Veli'nin metodu sevgi esasına dayanıyordu. Daha önce gelen Ahmet Yesevî'ninki de öyle... Zira bu metot bizzat Yüce Allah tarafından va'z edilen ve Resûlü tarafından uygulanan ilahî bir metottur. Kendi mesajını insanlara tebliğ etme görevi ile görevlendirdiği Resulüne Yüce Allah "onlarla (muhataplarınla) en gülzel şekilde mücadele et"(4) emrini verdikiten başka bakınız bir de ne buyurmaktadır: "İyilikte kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü iyilikle önle. O zaman (görürsün ki), seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki yakın bir dost olur."(5) İşte Resulüllah (s.a.v.)'ın uyguladığı metot bu metot idi; elde ettiği muazzam sonuç ise herkesin malumudur.


Atalarımızın da işaret ettiği gibi, kan nasıl sadece su ile yıkanırsa, kötülükler de ancak iyilikle silinir ve yok edilir. Kuşkusuz bu düşünce, İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği en büyük hasletlerden biridir. Ancak Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre "bu haslete, sadece sabredenlerle (hayırda) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur"(6).


Kur'an-ı Kerim'de bu ayeti destekleyen başka ayetler de vardır. Allah'ın rızasını ve O'nun sevgisini kazanmanın iyilik yapma, sabırlı olma, hakkı söyleme ve insanları sevme şartına bağlı olduğunu birlikte gösteren o ayetlerden bazılarının meali şöyledir:


"Asra yemin ederim ki insan, gerçekten ziyan içindedir. Ancak bundan iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır"(7). " O kimseler ki varlıkta ve yoklukta mallarından infak ederler. Öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah, iyilik ve ihsanda bulunanları sever."(8)


Yukarıdan beri söylediklerimizi bir sonuç olarak özetlemek gerekirse söylenecek söz merhum Âkif'in güzel bir biçimde dizelediği şu beytindeki sözden başkası olamaz:


Ne ilimdir veren ahlâka yükseklik ne irfandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.


(1) Sahih-i Müslim, İman, 1.
(2) Bkz: Sahih-i Buhari, İsti'zan 1; Müslim, Birr
115, Cennet 28.
(3) Buhari, Edebü'l-Müfred, 1/359. H. No:260.
(4) Nahl, 16/125.
(5) Fussilet, 41/34.
(6) Fussilet, 41/35.
(7) Asr Suresi, 103/1-4.
(8) Al-i İmran, 3/134.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı