11 Haziran 2012 Pazartesi

Mi'racın Hikmeti Nedir?

Hikmet-i Mi'rac nedir?

Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ı ittisal Sûretinde bir Mi'rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatâb ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni'-i âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuûrun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esâsiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyle taltif edip, fermanıyle tavzif etmektir...
Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için «iki temsil» dürbünü ile tarassud edeceğiz.

Birinci temsil:
Onbirinci Sözün hikâye-i temsîliyyesinde tafsilen beyân edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşânın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin envaı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa, ve hesabsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa.. her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en lâtif san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni'metlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini Yâver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının mâdeni olan mübarek Zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyle, nukuşuyle, acâibiyle, ahaliye târif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa'lar ve mevzun nukuş nedir?. Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler..) o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini târif etsin...

Aynen öyle de: وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle Onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i Mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl'in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânasını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba'larını ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu'cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur'an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin...

İşte Mi'racın pekçok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin...

İkinci Temsil:
Nasılki bir zât-ı zîfünun, mu'ciznüma bir kitabı te'lif edip yazsa.. öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif mânalar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânalar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu'ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez... Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymetdar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli Kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden, tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle herbir harfi, binler mânayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez... Öyle ise: O kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor... İşte şu temsil ile Mi'racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima'da olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz. İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor: «Ben inanmağa başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkilim daha var.

«Birincisi: Şu Mi'rac-ı Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?.

«İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, Onun nurundan halkolunmuş... Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

«Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak; şu âlem-i arziyyedeki âsarların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiştir. Ne demektir?»

Elcevap:
Birinci müşkülünüz: Otuz aded Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) kemalâtına ve delâil-i Nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkık, Nübüvvet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) dair, yüzondört işârî beşaretleri çıkarıp «Risale-i Hamîdiye»de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, Nübüvvet-i Ahmediyyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi O olduğuna Beyanatları gibi; çok beşaretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediyye (A.S.M.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yı Farisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârekat-ı Ahmediyyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek ağlaması; وَانْشَقَّالْقَمَرُ nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkıklerin tahkikatiyle bine bâliğ mu'cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede ve Din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âli hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) dinindeki âzamî ubûdiyyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir sûrette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o Zâttır.

Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celp etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o Zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en âzamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttır.

Hem Sâhib-i âlem'in nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü Zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şa'şaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedâhe o Zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gâyet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhîr edici ve tavsif edici ve târif edici yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatına seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'an-ı Hakîm vasıtasıyle rehberlik eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın «Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?» olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-ı Kur'aniyye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûâtıyle kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni'metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzu-yu İlâhiyyelerini bir elçi vasıtasıyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları Beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem Rabb-ül-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidad verdiğinden ve bir ubûdiyyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vasıtasıyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzamî bir derecede en eblağ bir sûrette, Kur'an vasıtasıyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve Risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, saadet-i ebediyye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, îmanın hakaik-i gaybiyyesini görecek, yine O olacaktır.

Sâbian: Bilmüşâhede şu masnûatta gâyet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri «Mâşaallah» deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'at-perver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehâsine; ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemalâta karşı: «Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber» diyerek semâvatı çınlattıran ve Kur'anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, ber ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede O Zâttır.
İşte böyle bir Zât ki: اَلسَّبَبُكَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, Onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun mânevî kemalâtına imdad veren ve Risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle cennete, Sidret-ül Müntehâya, Arş'a ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima'daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır.. illâ: Nur-u îman ile görünür. Fakat, bâzı temsilât ile, o hakikatın vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebâtat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni'-i Zülcelâl'in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sâir âlemlerin nümunesini ve esâsâtını câmi' olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tâzammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev'den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe' ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır. Ve mâdem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve Sûretinde görünecektir.

Ey müstemi'!. Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz'î mahiyetinden halkolunmasını istib'ad etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı "Nur-u Muhammedî"den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halketmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var. İşte Mi'rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve Sûretidir ki: Zât-ı
Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, Risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi'rac-ı Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sânii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray Sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medârı, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni'-i Kâinat'ın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünki bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki Zât-ı Ahmediye, (A.S.M.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkilin o kadar geniştir ki; bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet âlem-i süflînin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netâic-i a'malleri ve cin ve insin semerat-ı ef'alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat Cennet'in meyveleri Sûretine, seyyiat ise Cehennem'in zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pekçok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm'in iktizasıyla beraber, Kur'an-ı Hakîm'in işaratı gösteriyor. Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa'ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz'iyat ve kesretin menba'ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı Esmâiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit Esmâların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvattır ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha'daki Cennet-ül Me'vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet'in meyveleri Sûretinde (Muhbir-i Sadık'ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netâic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir "Elhamdülillah" kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?

Çünki sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü'yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey Sûretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et Sûretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler Sûretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'ad etmemelisin.

Kaynak: Risale-i Nur Kulliyati, 31. Soz (Mirac Risalesi) (Buradaki sayfada bilmediginiz kelimelerin uzerine iki defa tiklandiginda gunumuz Turkcesindeki karsiliklarini gorebilirsiniz.)


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı