30 Ağustos 2011 Salı

Bayram, Ramazan Ayı'nın Vârisidir

Orucuyla, teravihiyle, sahuruyla iftarıyla, gecesiyle gündüzüyle bir Ramazan- Şerif’i daha geride bıraktık. Elimizden geldiğince değerlendirmeye çalıştık. Maddi-manevi berekete ve inkişafa vesile olmasını diledik. Ve şimdilerde elveda besteleri mırıldanıyoruz gönlümüz buruk da olsa. Fakat bu hüzünlü besteye, huzurlu ve neş’eli bir beste daha karışıyor beri yandan: Bayram Sevinci..

Bayram deyince insanın içinde bir huzur beliriverir. Çünkü geçmiş ömrümüzde bayramları hep güler yüzle karşıladık, bize sunacağı güzellikleri gözledik. Yakınlarımızla, eş dostla kaynaştık, başka zaman görme, konuşma fırsatımız olmayan insanlarla bir araya gelme imkânını yakaladık. Bayramı vesile ederek hediyeler dağıttık etrafımıza. Gönüller aldık, kalpler kazandık. Bütün bu güzellikler, tatlı bir çağrışım bırakmıştır bizim zihnimizde. Bu yüzden de bayram denilince tebessüm ediveririz hafifçe..

Dinimiz meşru dairede neşelenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Medineyi teşrif ettiklerinde, Medine halkının iki bayram kutladıklarını gördü. “Bu günlerin özellikleri nedir?” diye sordu. Oradakiler, “Biz cahiliyede senenin iki gününü eğlence günü olarak kutlardık” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu iki güne karşılık Allah size öyle iki gün vermiştir ki bugünlerden daha hayırlıdır.” buyurdu. (Ebu Davut, Salât 239, 245; Nesai, Iydeyn 1; Müsned, 3/103, 178) Bu hadisten de anlaşılıyor ki, eğlenmek Müslümanların da hakkı. Ancak, Allah’tan kopuk bir eğlence değildir bu. Tamamen dünyevileşmiş eski bir adetin yerine, içine Allah hoşnutluğunu Resulullah muhabbetini katarak işin bizcesini ortaya koymaktır. Yani, bayram günleri sadece yeme içmeden ibaret günler değildir. Hele hele eğlenceye ve sefahete dalma günü hiç değildir. Bayram günleri, Cenab-ı Hakk’ın bir nimeti ve Efendimiz’in bir sünneti olarak idrak edilir ve Allah’a şükür ile Efendimiz’i yâd etmenin yanında istikbalimizin de bayram olması temennileriyle değerlendirilir. Gezmelerimiz, konuşup neşelenmelerimiz, ziyaretlerimiz, yeme içmelerimiz de hep bu ruh haliyle ve bu çerçevede ele alınır.

Bayramda, en başta yapılacak iki büyü vazife vardır: Bir, bayram namazı; iki, fıtır sadakası. Sadaka-i fıtır, zekâttan önce, oruçla beraber farz kılınmıştır. Bu bir yardımlaşmadır; orucun kabulüne, ölüm sekeratından ve kabrin azabından kurtuluşa bir vesiledir. Sadaka-i fıtır, ramazan bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren vacip olursa da bundan birkaç gün, hatta birkaç ay veya sene evvel de, sonra da verilebilir. Ancak bayram namazından önce verilmesi, fakirlerin namaza ve bayrama tasasız olarak iştiraklerini sağlayacağı için daha makbuldür.

Bayram, bir tesellidir; oruç ibadetinden ve Ramazan ayının o anne kucağı gibi munis ve sıcak ikliminden ayrılmanın verdiği burukluğa karşı bir teselli..

Bayram bir şükürdür; bir ay boyunca, Allah’ın affına, merhametine ermenin ve cehennemden âzâd olmanın şükrü..

Bayram bir provadır; ebedi âlemde – inşaallah – kavuşmayı ümid ettiğimiz, esas bayramımız sayılan ve affedildiğimizin remzi olan cennet günlerinin ve Cemalullah’ı müşahede merasimlerinin provası. Nasıl cennette gıll u gış, aldatma, kıskanma, kin tutma, düşmanlık etme yoksa ve herkes halinden memnunsa, bayramlar da o günlerin birer provası olarak, bütün düşmanlık duygularından azade geçirilmeli, olumsuz tablolar bu günler vesile edilerek bir bir silinmeli, yerine sımsıcak kardeşlik resimleri çizilmelidir.

Bayram günleri, günahlarımızın affı, kalbimizin uyanması ve merhamet duygularımızın kabarması için birer fırsattır. Affedemediğimiz insanların kapılarını çalıp - Allah’ın bizi affettiği gibi – affetmek için önümüze konulmuş bir imkândır.

Bayramlar, ziyaret, ziyafet, sıla-i rahim ve kaynaşma zamanlarıdır. Cömertliğin en geniş dairede sergilendiği, güler yüzün hiç eksik olmadığı, kalbin bir güvercin kalbi gibi insanları incitmemek için titrediği özel vakitlerdir. Tekbirlerin, tehlillerin her yanda gürlediği, salâvatların her tarafı kuşattığı hususi zaman dilimleridir.

Bayram, kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların varidâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki, onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenât ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır; bayram işte öyle bir ilahî teveccühün en önemli vesilelerindendir; adeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilahî lütuflara mazhar olma vaktidir.

Tabii, böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubâlîliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur-cubur her şeyi mideye indiren ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi varidâtından istifade etmesi çok zordur.

Cuma, haftanın bayramıdır, Ramazan ve Kurban da bütün bir senenin..

Bir de bayramlarımız vardır; ismi konmayan, vakti bilinmeyen ve hep ümitle ve hasretle beklenen… Müslümanların dünyada yüzlerinin güleceği, milletimizin sözünün geçeceği günler.. Huzura susamış insanlığın, tatlı su kaynağına koşar gibi imana koşacağı, inanmışların, inancın neşvesiyle bir kere daha coşacağı günler.. Allah’ın adının, Peygamberimiz’in yadının tekrar dünya ufuklarında şehbal açacağı, ezan-ı Muhammedîlerin her tarafta gürül gürül okunacağı günler.. Kur’an’ın anlaşıldığı ve doya doya yaşandığı günler… Kinin, nefretin toprağa gömüldüğü günler.. Milletimizin talihinin güldüğü günler.. İşte, ebedi bayramlara ulaşmadan önce, yeryüzünde kaybedilmiş cennetlerin yaşanacağı bu günler, bizim bu dünyada esas bayramlarımız olacaktır.

Kaynak: hikmet.net sitesi

26 Ağustos 2011 Cuma

Osmanlı’da Huzur Dersleri

Prof. Dr. Mehmet İpşirli

Kuruluş yıllarından itibaren Osmanlı padişahları gerek ilmî ortamı canlandırmak, kültürel gelişmeyi sağlamak, gerekse iktidarlarını çeşitli kesimler nezdinde desteklemek ve hanedanın meşruiyetini ortaya koymak gibi düşüncelerle kendi huzurlarında ilmî toplantılar yapmak üzere etraflarına ulemayı toplama, hatta özel hoca edinme konusuna önem vermişlerdir. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren bizzatpadişahın da katıldığı ilmî sohbetler ve tartışmalar büyük bir yoğunluk kazanmıştır.

Huzur derslerine örnek olabilecek ilk sistemli uygulamanın III. Ahmed zamanında Nevşehirli Damad İbrahim Paşa tarafından 1136′da (1724) yapıldığı bilinmektedir. İbrahim Paşa, devrinin ta­nınmış alimlerini bazı Ramazanlarda kendi sarayında toplayarak onlara Kur’ân’dan bazı âyetlerin tartışmalı tefsirini yaptırmış, 1140 Ramazanda (Nisan 1728) bu derslerden birine III. Ahmed de katıla­rak başından sonuna kadar takip etmiştir. III.Mustafa’nın, babası III. Ahmed’in yanında genç bir şehzade olarak bu derslere katılma­sı ve bundan etkilenerek huzur derslerini ihdas etmiş olması kuv­vetle muhtemeldir. Daha sonraki padişahlar da bu geleneği sürdür­müşlerdir. Nitekim 1168 Ramazanında (Haziran 1755) III.Os­man’ın, Şerefâbâd’da kütüphane hocası Hamidî Efendiyi huzuruna davet ederek tefsir dersi yaptırdığı ve dersin sonunda ona ihsanlar­da bulunduğu görülmektedir.

18-29 Ramazan 1172 (15-26 Mayıs 1759) ta­rihleri arasında cuma dışında her gün padişahın huzurunda yapı­lan bu dersler Sepetçiler Kasrı, Sarık Odası, Ağa Bahçesi, Sofa ve Di­vanhane gibi Topkapı Sarayı’nın çeşitli mekanlarında gerçekleştiril­miş, toplantılara müzakereci olarak beş altı kadar alim katılmıştır. Dersler öğle ile ikindi arasında icra edilir, ikindi namazından sonra padişah Harem’e çekilirdi.

Huzur derslerinde dersi takrir eden alime "mukarrir", müzake­reci durumunda olan alimlere önceleri "talip", daha sonra "muha­tap" denilmiştir. Bir mukarrir ve beş muhatapla başlayan bu ders­lerde muhatapların sayısı zaman içinde artmış, eksilmiş, ders adediyle günleri, saatleri ve dersin süresi değişikliğe uğramıştır. Huzur dersleri hocaları şeyhülis­lam tarafından seçilmektedir. Gerek mukarrir gerekse muhatapların seçiminde liyakate ve ilmî mertebeye dikkat edilme­si, gönderilen emir ve tezkirelerde önemle belirtilmiştir. 1200 (1786) yılından itibaren Ramazanda sekiz ders ile yetinildiği ve dokuzun­cusunda mukarrirler meclisi toplanmasının bazı istisnalarla âdet haline geldiği görülmektedir. Tam bir ilmî serbestiyet içinde yapılan derslerde bir âyet okuna­rak mukarrir tarafından onun tefsiri yapılır, muhatapların soruları­na ve itirazlarına mukarrir cevap verir, böylece ilmî bir mübahase cereyan ederdi. Dersler genellikle Kadı Beyzavî tefsirinden yapılır­dı. Ancak âyetlerin tefsirinin son derece ağır ilerlediği, birkaç yılda sadece birkaç âyetin ele alınabildiği, bunun ise âyetlerin tefsir ve tahlillerinde gramer meselelerine, etimolojik ve ilgisiz yorumlara ağırlık verilmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Nitekim İsra sûresinin tefsiri 1189 Ramazanında (Kasım 1775) başlamış, 1192 Ra­mazanına (Ekim 1778) kadar sürmüş, Fetih sûresinin tefsiri ise 1193-1198 (1779-1784) yılları arasında tamamlanabilmiştir. 1201 Ramaza­nında (Temmuz 1787) Bakara sûresinin tefsirine başlanmış, 1205 Ra­mazanına (Mayıs 1791) kadar beş yıl boyunca ancak ilk otuz âyeti­nin tefsiri müzakere edilebilmiştir.

XIX. yüzyıl boyunca yapılan huzur derslerinde yeni bazı pren­sipler belirlenmiş ve bir teamül teşekkül etmiştir. Bu dönemde mu­karrir ve muhatapların İstanbul ruûsunu almış, herhangi bir resmî vazifesi olmayan, İstanbul’da ikamet eden alimler arasından seçil­mesi, tayinlerin şeyhülislamın teklifi üzerine padişah tarafından ya­pılması, mukarrirlikte bir münhal olduğunda daha sonraki meclis­lerin mukarrerlerinin hiyerarşik sırayla yükselmesi, böylece son mukarrirliğe ilk meclisin baş muhatabının seçilmesi âdet olmuştur. Mukarrir, herhangi bir sebeple Ramazanda dersini takrir edemeye­cek durumda olursa o dersin baş muhatabı yerini alamaz, şeyhülis­lamın teklifi ve padişahın iradesiyle yeni tayin yapılırdı. Hacca git­me, yakınlarını ziyaret etme gibi sebeplerle İstanbul’dan ayrılan ders üyeleri Ramazan olmasa bile şeyhülislamdan izin alırlardı. Derslerde tefsir edilecek sûre ve âyetler çok önceden meşihata bildirilir, şaban ayının on beşinde muhataplara hazırlanmaları tembih edilirdi. Mukarrir ve muhataplar için gizlilik esastı. Bunlar Rama­zanda resmî ders günleri gelmeden özel olarak kendi aralarında ders müzakeresinde bulunamazlar, ancak günleri gelince aleni ola­rak ders yapabilirlerdi. Meclislerin toplantı yerini padişah belirlerdi. Burada mukarrir padişahın sağında, muhataplar ise mukarririn yanında yarım daire şeklinde önlerinde rahlelerle minderlere otururlardı. Erkek ve ka­dınlardan huzurda ders dinlemek üzere kalacakların isimlerinin padişahın tasvibinden geçmesi gerekirdi.

Huzur derslerinin mahiyetini, tarihçesini, yapılışını, mukarrir ve muhatapların seçimlerini ve isimlerini araştıran Ebül’ula Mardin, çalışmasını önce üç geniş makale halinde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası’nda 1950-1951 yıllarında yayımlamış daha sonra bu yazılarını Huzur Dersleri adıyla kitap haline getirmiştir (İstanbul 1951). Huzur dersi hocalarının mazhar oldukları ihsanlar ve maruz kaldıkları cezalar, bu derslerin yapıldığı yerler, mukarrir ve muha­tapların hal tercümeleri, ders ve icazetname örnekleri, menkıbeler ve bazı eklerden oluşan II ve III. ciltleri ise İsmet Sungu bey ikisi bir arada olmak üzere neşretmiştir (İstanbul 1966).

Günümüzde Fas Sultanı II. Hasan’ın huzurunda Ramazan ayla­rında usul ve muhteva bakımından Osmanlı huzur derslerine ben­zeyen dersler yapılmakta ve bunlar ed-Dürûsü’l-Haseniyye adıyla Arapça ve İngilizce olarak neşredilmektedir.

http://www.sonpeygamber.info/huzur-dersleri

1 Ağustos 2011 Pazartesi

RAMAZAN VE ORUÇ İLE İLGİLİ HADİSLER

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Nebî şöyle buyurdu:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez.”
( Buhârî, Savm 8; Ebû Dâvûd, Savm 25)

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah dedi ki:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Kullarımın bana en sevgili olanı, oruç açmakta acele davranandır.”
(Tirmizî, Savm 13)

Sehl İbnu Sa'd (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Oruç açmakta acele ettikleri sürece Müslümanlar hayır üzere yaşarlar.”
( Buhârî, Savm 45; Müslim Siyam 48)

Amr İbnu’l-Âs (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Bizim orucumuz ile Ehl-i kitabın orucu arasındaki en önemli fark sahur yemeğidir.”
(Müslim Siyam 45; Ebû Dâvûd, Savm 15)

İbni Abbas (r.a.) şöyle dedi:
“Sahur yapınız, zira sahurda bolluk-bereket vardır.”
( Buhârî, Savm 20; Müslim Siyam 45)

İbni Abbas (r.a.) şöyle dedi:
“Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun en cömert olduğu anlar da Ramazanda Cebrâil’in, kendisi ile buluştuğu zamanlardı. Cebrâil (a.s.), Ramazanın her gecesinde Hz. Peygamber ile buluşur, (karşılıklı) Kur’an okurlardı. Bundan dolayı Rasûlullah Cebrâil ile buluştuğunda, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgardan daha cömert davranırdı.”
( Buhârî, Savm 7; Müslim Fezail 48, 50 )

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da bağlanır.”
( Buhârî, Savm 5; Müslim Siyam 1,2,4,5)

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Kim faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”
( Buhârî, îman 28, Savm 6; Müslim, Siyam 203)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Allah rızası için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar.”
( Buhârî, Cihad 36; Müslim, Siyam 167-168)

Sehl İbnu Sa'd (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Nebî şöyle buyurdu:
"Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır ki, kıyamet günü oradan ancak oruçlular girecek, onlardan başka kimse giremeyecektir. ‘Oruçlular nerede?' diye çağrılır. Onlar da kalkıp girerler ve o kapıdan onlardan başkası asla giremez. Oruçlular girince o kapı kapanır ve bir daha oradan kimse girmez."
( Buhârî, Savm 4; Müslim, Siyam 166)

İbni Ömer (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
"İslam dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın rasûlu olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak."

Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Aziz ve celil olan Allah ‘İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim' buyurmuştur. Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum' desin. Muhammed'in (s.a.v.) canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun rahatlayacağı iki sevinç anı vardır: Birisi iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevabıyla Rabbine kavuştuğu andır."
( Buhârî, Savm 9; Müslim, Siyam 163)

RAMAZAN VE ORUÇ İLE İLGİLİ AYETLER
Bismillahirrahmânirrahîm
"Şüphesiz, biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik
Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin!
Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.
O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. (Kadir, 1-5 )

"(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur'an'ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah'ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir." ( Bakara, 185)

"Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ( Bakara, 184)

"Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı". ( Bakara,183)
.
.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı