17 Aralık 2012 Pazartesi

İnsana Manevi-Psikolojik Yaklaşım


Doç. Dr. Öznur Özdoğan, Ankara Üniversitesi
Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi
Cilt 49, Sayı 2, 2008

Makaleyi okumak için tıklayınız.

21 Kasım 2012 Çarşamba

İlahi Adaletin Üç Boyutu


Doç.Dr. Sadık Kılıç

Ferdin mutluluğundan, toplum ve kâinatın kurtuluşuna varıncaya kadar, her şey ilâhi buudlu adâletin eksiksiz ve çarpıtılmaksızın yerine getirilmesine bağlıdır.
Bu sebeble, varlığımızı içten dışa doğru kuşatmış olan adâletin bozulması her şeyin kaos içine düşmesi demektir. Bir anlamda bu, insanın kendisine, mutluluk içinde yaşayabileceği salih topluma ve nabız atışlarını âdeta ruhunun derinliklerinde sezdiği kâinata, onun itaat ve uysallığına yabancılaşmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, kendine has dünya gerçeğini “Adâlet” kavramı üzerine bina etmiştir; bir anlamda, Kur’an’ın her ifadesi ve beyanı, bütün zaman ve mekânları ihtiva eden bu cihanşümûl adâlet binâsının, elimizdeki yazılı tarifleridir.
“Adâlet” kavramının, hassaten kullanılmış olduğu hukukî çerçeveden taşarak, varoluşun her alanına yayıldığını görmekteyiz; yani umumî ve şumüllû bir telakkî.. Meselâ Cenab-ı Hakk’ın zâtında ve sıfatlarında birliğini ifade eden “tevhid”, adâletin zirvesine işaret etmektedir. Çünkü, “tevhid” akidesinin zıddı olan “şirk”, kendilerine muhayyel varlık elbisesi giydirilmiş olan bazı nesne ve güçleri “ulûhiyyet” makamına yükseltmektir ki, bu ise zulümlerin en büyüğüdür. Nitekim Lokman (a.s.), oğluna vermiş olduğu öğütlerinden birinde şöyle demektedir:
“Ey oğulcuğum, Allah’a şirk koşma! Çünkü şirk, muhakkak ki büyük bir zulümdür” (Lokman, 13).
Çok geniş bir kavram alanı olan, “zulüm” terimi ise, genel bir ifadeyle “bir şeyi, müstehak olmadığı bir makama yükseltmek..” diye tarif edilir. Bu mânâda zulüm ve onun bir nev’i olan şirk, “adâlet” mefkûresinin yokluğu, kaybolması demektir. “Adâlet’in, yani şaşmaz ve dosdoğru olan kıstasın “de jüri et de facto” “hukûken ve fiilen” yokluğu bir kaos olacağından, akîde ve inançta “adâlet’in eksikliği ya da yokluğu akîde buhranı, sınırsız bir izafiyet ve şaşkınlık olacaktır. Bu noktada Cenab-ı Hakk’ın şu mealdeki ayetlerini hatırlamamamız mümkün değildir: “Şimdi o kimseyi gördün ya: Hevâsını kendisine ilâh edinmiş, Allah da bir ilim üzere onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık, onu Allah’tan başka kim yola getirebilir?..” (Casiye, 23) ve “Andolsun ki, eğer sen sana gelen bunca ilimden sonra, (muhalfarz) onların hevâlarına uyarsan, bu taktirde muhakkak zâlimlerden olursun” (Bakara, 145).
“Adâlet”, bilhassa Asr-ı Saâdet’ten itibaren, İslâmî yapılanmanın en karakteristik bir göstergesi haline gelmiş olan bir “ruh”, bir hayat üsaresi, bir hayat menba’ıdır. Mezkur kelimenin özünde melhuz bir mânâ olan “ince ayar vermek”, “eksiksiz müstakim ve pürüzsüz yapmak”, “şaşmaz bir hesap üzerine oturtmak”, vb. mânâlar, insanın kendi yaratılışından, toplum ahengi, kâinatın makro sistem ve işleyişine kadar uzanan gerçeklikler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyleyse, insanın yaratılışındaki “adâlet” buudu nedir?
Bu soruya cevap verirken şunu belirtelim ki, Cenab-ı Hakk’ın”Esmâ-i Hüsnâ”sından ikisi, el-Barî ve el-Musavvir isimleridir. Bunlar, Hak Teâlâ’nın tarihî ve kozmik zaman içinde, fiilleriyle, tezahür ve tecellîsine işaret etmektedirler. Bir anlamda bu iki isim, bizim insanî tarihimizin en önemli vechesini gösterir: el-Barî ve el-Musavvir olan Allah tarafından yaratılmak, insan olarak bir şekle bürünmek..
Bu kısa açıklamamızdan sonra, ana konuya dönerek diyoruz ki: İnsanın yaratılışındaki adâlet, onun, en güzel bir şekilde; çok ince bir düzen ve nizam üzere; eşsiz incelikleri ve sırları; güzellikleri ve estetikleri ihtiva edecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Onun bu emsalsiz güzel yaratılışı, O Yüce ve Muteâl “Müreccih”in, Yaratıcı’nın onun varlık sahnesine çıkmasını tercih edenin mevcudiyetine dikkat çekerken, bizi kendi yapımızda müşahede ettiğimiz “adâlet” mefhumuyla iç içe bir hale getirir. Hz. Peygamberin söylediği rivayet edilen şu hadis ise, adâletin bu nev’ine başka açıdan bir işarettir:
“Muhakkak ki Allahu Teâlâ Adem’i, kendine has, sıfatı ve sureti üzere yalatmıştır”. Kur’an-ı Kerim’deyse, Allahu Teâlâ adâletin insandaki bu buuduna, onu kendisinin sübût bulmuş bir vasfı olarak takdim etmek suretiyle, dikkatimizi şöylece çekmektedir: “Ey insan! Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan ne? O Rab ki seni yarattı, seni inceden inceye ayarladı, sana uygun bir biçim verdi. Seni, dilediği bir şekilde terkip etti!..” (İnfitar, 6-8)
Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın emsalsiz bir Adâlet üzere yaratmış olduğu bu “insanî” yapımızı, ve onun maddî ve manevî terkibini bozmamak, İlahî Adâlet’in insandaki bu tecellîsini ayakta tutmak olacaktır.
“Adâlet” kavramı ikinci mertebede, insanın muhitini, sosyal muhtevasını alâkadar etmektedir. Cenâb-ı Hak, sosyal sahada Adâletin tahakkuku için, sırlı ve en üstün bir bilgi edinme yolu olan vahiy ile, “yap-yapma” manzumeleri ihtiva eden emirler göndermiştir. Çünkü, insanın yapısını ilgilendiren “adâlet’in eksiksiz sürdürülmesi, müsait ve gerekli şartları hazırlayacak olan âdil bir muhît ile mümkün olabilecektir. Aksi halde, niteliği âdil olmayan bir ortamda, insanın ferdî yapısını alâkadar eden adâlet de yok olur; zulüm ve taşkınlık hakim olur. Aralarındaki bu sıkı münasebetten dolayı Hak Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bilhassa “adâlet”in bu nev’ine dikkatlerimizi çekmiştir. Her şeyden önce, Hz. Peygamber (s.a.s.) dahi, “adâlet’i uygulamakla emrolunmuştur:
“Aranızda Adâleti yerine getirmekle emrolundum” (Şûra, 15). Bu mefhumun mevcudiyyeti ve tahakkuku; mutlak güzelliğe ve ahenge yaklaşmış, ona ma’kes olabilmiş bir cemiyetin teşekkülü için, “olmazsa olmaz” kabilinden gerekli olduğundan, Hak Teâlâ bunu doğrudan “Adâlet” kelimesi ve aynı kökten gelen diğer kelimeleri kullanmak suretiyle beyân buyurmuştur:
“Adil olunuz, âdil olmanız, Allah’tan ittikaya en yakın olanıdır. Ve, Allah’tan ittika edin!” (Maide,8).
“Konuştuğunuz zaman, âdil olunuz. Velev ki, akrabanız dahi olsa” (En’âm, 152).
Toplumu ilgilendirdiğinde “adâlet”, benlik duygusundan, ana-baba yakınlığından, bizi teyit ve takviye eden akrabalık realitesinden dahi üstün, her zaman gözetilmesi zorunlu ve tartışılması kabil olmayan bir hakikattir:
“Ey iman edenler, adâleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olunuz. Kendinizin veya ana-babalarınızın en yakın akrabalarınızın aleyhine dahi olsa.. Eğer onlar zengin veya fakir iseler, bil ki Allah onlara daha yakındır. Sakın, adâletten saparak hevânıza uymayın…” (Nisa, 135).
Çünkü, “insanlar arasında hükmettiğinizde, (Hak Teâlâ) adâletle hükmetmenizi emreder” (Nisa, 58). Öte yandan O’nun mutlak vasfıdır “adâlet”i emretmek: “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı, … emreder” (Nahl, 90).
Emretmiş olduğu bu ve benzeri pozitif emirler ve buyruklar ile, Yüce Yaratanımız, insanın, nisbî ölçüler içinde kendi mutlak sıfatlarının bir mazharı, bir tecelligâhı olmasını dilemiş, böylece mutlak kemâl vasıflarının mükemmelliği ile tenzihîliği konusunda bazı sırlara muttali olmasını istemiştir. Hak Teâlâ’nın adâleti bu dünyada, kafire dahi bol rızık ve güzellikler vermesini nasıl engellemiyor, O’nun Rabbulâlemîn olmasına mani olamıyorsa, bunun gibi adâlet nokta-i nazarından başkalarına duyduğumuz kin ve husûmet ya da muhabbet ve yakınlık, “adâlet”i ifa etmeye mani olmamalıdır: “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin” (Maide, 8). Bu yasaklama, bir yandan Mutlak Adil’in ihtişamını, diğer yandan da, O’nun nizam ve yapısının üstünlüğünü ilândır. Kendi gazabına mağlup olmayarak adil olabilen kimse, Sırat-ı Müstakim üzeredir. Ayet Meâli: “…Şimdi bu (adam), doğru yolda giderek adâleti emreden kimse gibi olur mu?” (Nahl, 76)
Kısaca, içtimai planda adâlet, her hak sahibine hakkını eksiksiz vermek; hak etmeyenin ise, başkasına ait bir hakkı gayr-ı âdil bir biçimde ele geçirmesini önlemek, şeklinde kesin ve tartışılmaz bir kanundur.
Kâinat planındaysa bu “İlahî adâlet”in tecellîsi, her şeyden önce Yüce Yaratan’ın ince nizamını; tabiatın her bir zerresine ve her bir tecellîsine ikame etmiş olduğu şaşmaz kanunlarını, “cihanşümul ezelî-ebedî teshîr”ini ilgilendirmektedir. Böylesi bir objektifle her nereye baksak, “ilâhî adâlet”in ihtişamı gözlerimizi kamaştırır: Bir tavan gibi üzerimize çatılan “semâ”; bir beşik gibi altımıza serilen “yeryüzü”.. Berekete müjdeler yüklü olarak üzerimize inen yağmur; dünyamızı aydınlatan güneş. Bir kutlu hayatın kurulması için, içinde fırınlandığımız gündüz, sonsuzluk meyvelerinden, öte dünya muştularından demetler devşirebilmemiz için, içine serildiğimiz gece.. Ve bizi, hayallerimizi, adımlarımızı kendilerine doğru çeken âlemler dolu; yıldızlar ve gezegenler yüklü; bir tutam pamuk gibicesine ortasında kalakaldığımız meçhul kâinat gemisi: uzay…
“Adâlet” mefhumunu bu alana taşıdığımızda, hayranlık duygularıyla dolup taşıyor; Yüce Rabbimizden, hayranlıklarımızı “ilm-i yakîn”e dönüştürmesini istiyoruz. Çünkü “Rabbim, hayretimi arttır!” buyurulmamış mıdır? Bizi, kendisinin hayranlık burçlarına doğru yükselten bu tarifi imkânsız mükemmellik ve şaşmazlık ölçüsü, adâlet esintisi değil midir mütefekkir her insanı dize getiren, o Yüce Adil’i ikrara sevkeden!.. Yine bu adâletin hayranlık iklimleri değil midir ki, bize meçhul, “Mutlak Bilgi”ye açık sessiz, isimsiz ve gölgeler gibi gezinen müminlerin de bulunacağı; işte bundan dolayı da, O’na iman eden kulların adedinin sandığımızdan daha çok olacağı sevincimize kaynaklık eder…
Bakışlarımız, hislerimiz kendi ruh alemimizden, buutları daima genişlemekte olan âlemlere kadar uzanmakta… Rahmeti Rahman’ın, şimdilik bu varlık tabakalarında zuhûr eden “Adâlet” burçlarına; sistemine bakışlarımız yönelmekte.. Bu Adâletin tezahürü olarak, gece ile gündüz daima birbirini izlemekte (Zümer, 5; Furkan; 62); kendilerine hakim olan “teshir” (buyruk altına alma) sebebiyle (İbrahim, 33;Nahl,12) gece; ne ebedî bir gece olmakta, ne de gündüz, ebedî bir gündüz olmaktadır (Kasas, 71-72). Çizilen rotadan çıkmama, şaşmama demek olan “adâlet”in bir yansıması olarak “Ay ve Güneş” kendi kaderlerini izlemekte, ve çok derinlerden nefes alan bu kevnî düzene bir el dokununcaya, lâmbaların fitili söndürülünceye kadar yollarını izlemektedirler (Lokman, 29; Fatır, 13; Zümer, 5). Çünkü şimdi, henüz kıyametten önce Allah’ın kevnî adâleti yürürlüktedir; ta ki, cemâl ve celâl sıfatlarının başka bir tecelligâhı olan “Gaybler Ülkesi”nin gongu çalınıncaya kadar..
“Güneş durulduğu zaman; yıldızlar (etrafa) saçıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman; kıyılmaz mallar terkedildiği zaman; bütün hayvanlar toplandığı zaman; bütün denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman; ruhlar çiftleştirildiği zaman; diri olarak gömülen kıza; hangi günahtan ötürü öldürüldü” diye sorulduğu zaman; defterler açıldığı zaman; gök yerinden söküldüğü zaman; cehennem kızıştırıldığı zaman; cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes ne hazırlamışsa bilecektir…” (Tekvir, 1-14) Bu “adâlet”in nüfuzu iledir ki, göklerde ve yerde bulunan her şey (Lokman 20), denizler (Casiye, 12), dağlar, kuşlar (Enbiya, 79), rüzgarlar (Sad, 36) şaşmaz, ince yollarını takip etmekte, varoluş şemasında kendilerine ayrılmış olan fonksiyonu yerine getirmek suretiyle, “kevnî adâlet” kendi kanununu icra etmektedir.
Sözümüzü bağlarken diyebiliriz ki: “Adâlet”, insanın kendi varlık atmosferinden, kademeli bütün varoluşları kat ederek, bizi kuşatan ufku meçhûl âlemlere kadar her şeyin ayakta durmasına imkân veren ve ahengi, düzeni temin eden yüce bir kavramdır. Ferdin mutluluğundan, toplum ve kâinatın kurtuluşuna varıncaya kadar, her şey bu ilâhî buudlu adâletin eksiksiz ve çarpıtılmaksızın yerine getirilmesine bağlıdır. Bu sebeple, varlığımızı içten dışa doğru kuşatmış olan adâletin bozulması her şeyin kaos içine düşmesi demektir. Bir anlamda bu, insanın kendisine, mutluluk içinde yaşayabileceği sâlih topluma ve nabız atışlarını adeta ruhunun derinliklerinde sezdiği kâinata, onun itâat ve uysallığına yabancılaşmasıdır. Bütün bunlar ise, şu ilâhî sözün bir teşhis ve isbatı olacaktır: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu” (Haşr,19).

7 Eylül 2012 Cuma

Hayrın Anahtarı Tefekkür

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
Ankara Üniv. İlahiyat Fak.


Arapçada “fkr” mastarından türemiştir. Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varma manalarına gelmektedir. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir. Ragıb el-İsfehanî’ye göre, bilinenden ilme varma kuvvetine fikr, bu kuvvetin faaliyetine de tefekkür denir. (El-İsfehânî, el-Müfredât, Mısır 1961, 384.)

Felsefi literatürde, tartmak, karşılaştırmak anlamlarını taşıyan Latincedeki “Pensare” kökünden türetilmiştir. Düşünceleri ölçerek ve kıyaslayarak incelemek anlamına gelir.

Filozofların geneline göre tefekkür, karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları ve biçimleri kavrama yetisidir. Aristoteles’e göre düşünme, insanı hayvandan ayıran belirgin bir özniteliktir, aklın bağımsız ve kendine özgü eylemidir. (Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, İstanbul 1996, 981b 30.)

İslam düşüncesinde tefekkür, zihni bir süreç olarak insanın nasıl bildiğini temellendirmeye yönelik olmuştur. Yani bilgiye ve bilmeye yönelik bir zihni faaliyet olarak algılanmıştır. (Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm, nşr.: Osman M. Emin, Kahire 1931, s. 12, 20.) Tasavvufta iki türlü tefekkürden söz edilir. Biri iman ve tasdikten doğan istidlal sahiplerinin tefekkürü, diğeri ise, Hakk’ı Hakk vasıtasıyla gören ashab-ı şuhuda mahsus tefekkürdür. (Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 643.) Seyr u süluk ehlinin makam ve menzilleri arasında önemli bir yere sahip olan tefekkürü mutasavvıflar, kalbin amellerinden biri olarak aklın kalbe olan ilişkisi ile gözün can ile olan ilişkisi gibi olduğunu söylerler. Ebu İsmail Abdullah Muhammed Ensarî; “Bil ki tefekkür, istenileni idrak etmek için basirete dokunulmasıdır.” (Gulamhuseyin İbrahim Dînânî, Akıl Deftari Aşk Ayeti, (Menazilu’s-Sâirîn isimli eserden naklen), çev.: Talip Çetinkaya İstanbul 2008, s. 101.) demektedir. Dolayısıyla tefekkür en değerli ibadet ve Cenab-ı Hakk’a yaklaştırıcı bir vasıta olarak kabul edilmektedir.

Hz. Peygamber’e inen tefekkür ayeti

Hz. Muhammed (s.a.s.)’e en çok etki eden ayetlerden biri, tefekkürle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’deki tefekkür ayetleri incelendiğinde evrenin yaratılışı, kâinatta oluşturulan sistem ve sistemin işleyiş mükemmelliğine vurgu ile Cenab-ı Hakk’ın kudretine dikkat çekilerek eserden müessire gidiş formülü üzerinde durulmaktadır.

İki kişi Hz. Aişe (r.a.)’yi ziyaret etmişler. Onlardan biri, “Hz. Muhammed (s.a.s.)’de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince, Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasulüllah (s.a.s.) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilal (r.a.): “Ya Rasulellah (s.a.s.)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, o: “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır.” dedi ve ayeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri arkasına gelişinde aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmran, 190.) Bir sonraki ayet; “Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (tefekkür ederler) ve Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz (derler).” (Âl-i İmrân, 191.)

Ondan sonra Rasulüllah (s.a.s.): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” dedi. (İbn Hibbân, Sahîh, II, s. 386; Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, çev.: Mustafa Müftüoğlu, İstanbul 1988, I-IV, C. IV, s. 878.)

Bu ayette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki ayetin meali de şöyledir: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!”

Onun için Yüce Allah Kur’an’da çeşitli hususları dile getirdikten sonra: “...Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insanlar için ibretler vardır.” (Nahl, 11.) demektedir. İnsanları tefekküre davet eden bu ifade Kur’an’da beş yerde daha geçmektedir. (Ra’d, 3; Nahl, 69; Rûm, 21; Zümer, 42; Casiye, 13.)

Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tefekkür

Tefekkürle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur’an’da on sekiz yerde geçmektedir. Kur’an’da birçok ayette, akıl erdiren, düşünen, bilen insanlar için ibretler vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifade eden pek çok kelime kullanılmaktadır. Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefekkür de vardır. Doğru olmayan tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan insanların tefekkürü sağlıklı olabilir. İslam dininin istediği tefekkür, hiç şüphesiz sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden bir ayetin meali şöyledir: “Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki ibretler vardır.” (Ra’d, 3.)

Allah’ın azametini tefekkür eden insan; O’nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar, Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala, kudret-i Rabbaniyenin mucizatını göstererek, insanların bunları düşünerek ibret almalarını beyan buyurur. Âlemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allah Teala’nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında, O’nun büyüklüğünü idrak eder.

Hadis-i şeriflerde tefekkür kavramının fazileti yanında tefekkür ameliyesinin de bir sınırının olduğu ve bu sınırların nerelere kadar uzandığı belirtilmektedir. Bu sınır Cenab-ı Hakk’ın zatına kadardır. Zira Efendimiz (s.a.s.): “Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Suyûtî, el Cami’us-Sağîr, Mısır ts., C., I, s. 136; Aclûnî, Keşful Hafâ ve Mizanu’l-İlbas, Kahire, ts., C. I, s. 371; “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” Aclûnî, a.g.e. C. I, s. 370.) buyurmuştur. Burada vurgulanmak istenen şey tefekkürle Hakk’ın zatının anlaşılamayacağı hususudur. Çünkü tefekkürde bir kuşatma ve hakimiyet sağlama vardır. İnsan ne kadar tefekkür ederse etsin, Cenab-ı Hakk’ı kuşatamayacağına göre bu konuda düşünülmemesi gerektiğine işaret edilmiştir. Ancak bu demek değildir ki insan, Cenab-ı Hakk’ın zatının muhatabı olamaz.

Tahkiki iman, tefekkür ve zikirle elde edilir. Onun için Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce ayetinde zikir ve tefekkür, emir ve tavsiye edilir. Tefekkürün merkezi dimağ, zikrin merkezi kalptir. Bu iki ana merkez, irtibatlı olarak şer’i mecralarında geliştirilmezse, insan-ı kâmil ve yakin sahibi olma imkânı yoktur. Fakat imani meselelerde, hakku’l-yakin mertebesine ulaşmak bu dünyada mümkün değildir. Bu, iman ehli bahtiyarlar için ebedi âlemde gerçekleşecek yüce bir nimettir.

İslam’ın bu kadar önem verdiği olumlu tefekkür, insanı taklitçilikten kurtarmaktadır. Mesela, “Dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir.” şeklindeki bir nasihati dinleyip ahiret için çalışan insan, başkasını taklit ederek kendisini iyi yola sevk etmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir düşüncenin neticesinde bu kanaate varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi, her zaman için daha kârlı çıkar. Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi başkalarına yol gösterir. (Topbaş, Osman Nuri, Öyle Bir Rahmet ki, İstanbul 2007, s. 235 vd.)

Ayet-i kerimelerde tefekkürün usulü anlatılmaktadır. İnsan önce kâinat kitabına bakmalı, gecenin ve gündüzün peşi sıra gelişini, dağların ve evrenin yaratılışını, her şeyin kendisinin emrine verilişini tefekkür etmelidir. Peki, tefekkürden sonra ne olmalı? Sonuçta Cenab-ı Hakk’a karşı bir maiyyet kesbi söz konusu olmalıdır. Bir yakınlık olmalı, bir muhabbet başlamalıdır. Her şeyi bizim için yaratan ve bizim emrimize veren varlığa karşı insan nasıl bir hâl alır, bunun tarifi olmaz. İşte sıfatların tefekkürü sonucu insanda meydana gelen şey zata karşı oluşan muhabbetten başka bir şey değildir.

Akıl sahibi varlık olan insana hitap eden Kur’an-ı Kerim, tefekküre çok büyük önem vermiştir. Düşünmeyen, aklını ve kalbini kullanmayan gafiller, varlıklar içinde en aşağı derecede olanlarla bir kabul edilmektedir. (A’raf, 179.) Kur’an-ı Kerim’de tefekkür kavramı, tedebbür, tezekkür, akletme ve nazar etme gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bir hususta görüş ileri sürmek ve aklı kullanmak gibi bir manaya gelen tefekkür (Bolay, S. Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ank., 1997, s. 129; Hançerlioğlu Orhan, Felsefe SözlüWğü, İstanbul 1989, s. 73.) ve yakın anlamları olan diğer kavramlar ile ilgili ayetler Kur’an-ı Kerim’de bir hayli fazladır. Bir fikir vermesi açısından zikredecek olursak, tefekkür 18, nazar ve müştakları 128, tedebbür 4, ulü’l-elbab 16, akıl ve müştakları 49, ilim ve müştakları ise yüzlerce yerde geçmektedir. Yine bir fikir vermesi açısından fıkıh ve İslam hukuku ile ilgili açık ayetlerin 150 civarında olduğu Kur’an-ı Kerim’de, ilim ve düşünceyi teşvik eden ayetlerin 750’yi geçmesi gerçekten düşünen insanlar için önemli bir ipucu olarak karşımızda durmaktadır. (Çetin, a.g.m., s. 45.)

Kur’an-ı Kerim, tefekkürü iki önemli noktaya yöneltmektedir. Birincisi; bizzat Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür, ikincisi; başka varlıklar üzerinde tefekkürdür. Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür; Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle onu doğru olarak anlamak, ondan yararlanmak, gösterdiği yoldan gitmek demektir.

Başka varlıklar üzerinde tefekkür konusunda, Kur’an-ı Kerim; Allah’ın yoktan var ettiği hiçbir şeyi boşuna yaratmadığını, (Âl-i İmran, 191.) yaratılanların mutlaka bir sebep ve hikmete mebni olarak yaratıldığını, (Mu’minûn, 115.) canlı ve cansız birçok varlığın insanın hizmetine ve onun emrine verildiğini ifade etmektedir. (Bakara, 29, 266; Rum, 21, 24, 50; Tarık, 6; Ankebut, 43; bkz.: Çetin a.g.m. s, 45.)

Gazzalî’nin düşünce sisteminde hikmet ve tefekkür kavramları iç içedir ve bu iki kavram arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle bazen bu kavramların birbirinin yerine kullanıldığı farkedilir. Gazzalî’nin eserlerinde hikmet tefekkürü, tefekkür de hikmeti kapsamakta ve ayrılmaz bir bütün olarak karşımıza çıkmaktadır. Hikmetin ilk şartı düşünmedir. Bu da temiz bir kalp ve temiz bir akıl ile olur. Allah’ın verdiği aklı şehvani arzuların peşinde kullananlar, ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları ne de dış dünyadaki olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. (Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, sad.; heyet, İst., 1992, C. II, s. 204- 205.) Hikmetsiz tefekkürün manası ve faydası yoktur. Tefekkür ise, zaten insan zihnini ister istemez varlığın hikmetini kavramaya götürür. Yani kısaca, tefekkür hikmete, hikmet de insanı düşünce, söz ve amelinde isabetli kararlar verip uygulamaya götürür.

Gazzalî, tefekkürün iki önemli hususiyeti üzerinde durmaktadır: Biri; Allah’ın zatı hakkında düşünmenin caiz olmadığı, diğeri; bir saat tefekkürün bir sene (nafile) ibadetten hayırlı olduğudur.

Gazzalî, tefekkürün meyvesinin ilimler, haller ve ameller olduğunu ifade eder ve ilmin tefekkürün özel meyvesi olduğunu belirtir. Gazzalî’ye göre ilmin kalple ilişkisi ise başka bir şeydir. Şöyle ki; ilim kalbe gelince kalp değişir, kalp değişince azalar ve azaların davranışları da değişir. Böylece davranışlar kalbe gelen hallere, hal de ilme, ilim de tefekküre tabi olup aralarında bir zincirin halkaları gibi bir ilişki vardır. O halde tefekkür bütün hayırların anahtarıdır. (Gazzâlî, a.g.e., C: IV, s. 881; Ayrıca bkz.: Kılıç, Cevdet, Gazzâlî’de Tefekkür ve Hikmet Kavramları, Tasavvuf Dergisi, 2001, Yıl: 2, sayı 5, 117-141.)



17 Ağustos 2012 Cuma

SEVİNÇ VE KUTLAMA GÜNLERİ BAYRAMLAR

Sargon ERDEM
TDV Islam Ansiklopedisi, Cilt 5
SonPeygamber.Info Sitesi

Bayram kelimesi Arapça'da, sözlüklerde "âdet halini alan sevinç ve keder; bir araya toplanma günü" anlamlarıyla karşılanan "îd" kelimesidir.

Kâşgarlı Mahmud'un tespitine göre kelimenin aslı Farsça bezrem/bezrâm olup "sevinç ve eğlence günü" demektir ve beyrem/bayram telaffuzu Oğuz Türklerine aittir.

Bayramlarda dikkati çeken başlıca özellik yeme içmeye fazla yer verilmesidir. Bunun sebebini sadece eğlenmeye zemin hazırlamakta aramamak gerekir. Çünkü eğlenmekle ilgisi olmayan dinî bayramlarda da yeme içmenin bayramın gereklerinden olduğu görülmektedir. Nitekim Müslümanlar için yılın her gününde oruç tutmak caiz olduğu halde bir aylık farz orucu takip eden Ramazan bayramının birinci günü ile bilhassa kurban bayramında dört gün oruç tutmak yasaklanmıştır. Yine birer dinî bay­ram sayılabilecek aşure günü ve kandil gecelerinde de özel yiyecekler (aşure çor­bası, helva, kandil simidi) yapılmakta ve komşulara dağıtılmaktadır.


İslam'dan Önceki Arap Bayramları

Câhiliye devri Araplarının bayramları hakkında yeterli derecede bilgi mevcut değildir. Ancak aralarında millî birlik bu­lunmayan ve kabileler halinde yaşayan bu devir Araplarının hep beraber kut­ladıkları bir bayramlarının olmadığı, her kabile ve şehrin kendi geleneklerine gö­re törenler tertip ettiği bilinmektedir. Her kabilenin en az bir putu ve her pu­tun da takdis edildiği muhtelif kutlama günleri vardı. Bu günlerde ayrıca pazar ve panayırlar kuruluyor, dinî bayramlar şiir, müzik, içki ve kadınların yer aldığı eğlencelerle birlikte kutlanıyordu. Çeşitli kabileler tarafından ortakla­şa kutlandığı söylenebilecek tek bay­ram, Hicaz bölgesinin ve özellikle Mek­ke'nin en büyük bayramı olan "hac"dır. Zilkade ayında biri Ukâz'da, diğeri Me-cenne'de olmak üzere iki panayır kurulur, bunlardan sonra Zülmecâz pa­nayırı gelir ve oradan Arafat'a çıkılırdı. Bu günlerde her türlü saldırı, zulüm ve haksızlıktan uzak durulur, en güzel kı­yafetler giyilir ve Mekkeliler tarafından uzaktan gelen "Kabe'nin misafirleri"ne ev sahipliği yapılırdı. Mek­ke yakınlarında yılda bir defa kutlanan bir bayram da Zâtü Envât bayramı idi. Zâtü Envât büyük, yeşil bir ağaçtı; Arap­lar her yıl gelirler, kılıçlarını ağacın dallarına asarlar, çevresinde tapınırlar ve kurban keserlerdi. Yine kaynakların yazdığına göre Kabe'yi tavaf edecekleri zaman da bürdelerini bu ağaca asarlar, Harem böl­gesine öylece girmek suretiyle Kabe'ye olan saygılarını gösterirlerdi. Bunlar­dan başka yılda bir defa Zemzem Kuyusu'nun etrafında tören yapılır, böyle­ce suyun bütün yıl eksilmeyeceğine ina­nılırdı.

Medinelilerin kendilerine has bir millî bayramları yoktu, İranlılardan aynen aldıkları iki ünlü Mecûsî bayramını kut­luyorlardı. Bu bayramların birincisi ilk­baharın başladığını belli eden Nevrûz, di­ğeri ise sonbaharın başlangıcı olan Mihricân bayramıydı. Medinelilerin bunlardan başka şe­hirdeki Yahudilerden ve Hıristiyanlardan aldıkları anlaşılan yevmü's-seb' (yedinci gün) ve yevmü's-sebâsib (aslı şe'ânîn) gi­bi bazı bayramları daha olduğu bilinmek­te, ancak bunları da ne şekilde kutla­dıkları ayrıntılarıyla tesbit edilememek­tedir.


İslam'da Bayramlar

İs­lâm dininde Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram vardır. Arapçada "îdü'l-fıtr" ve "îdü'1-adhâ" şeklinde adlandırılan her iki bayram da hicretin II. yılından iti­baren kutlanmaya başlanmıştır. Ra­mazan bayramında mü'minler bir önceki ayı ibadetle geçirmenin ve Allah'ın rah­metine nail olma ümidinin sevincini ta­şırlar. Kurban bayramı ise Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmek istemesi ve İsmail'in de buna razı olması, nihayet Allah'a karşı gösterilen büyük sadaka­tin karşılığı olarak hayvan kurban edil­mesinin hatırasını taşımakta ve mü'min­ler bu günlerde kurban kesmek sure­tiyle bu iki peygamberin Allah'a karşı verdikleri başarılı imtihanın sevincini ya­şamaktadırlar. Ayrıca bu iki bay­ramın, İslâm toplumunun eski dönem­lerin izlerinden arınması ve müstakil bir kimliğe bürünmesinde de rol oynadığını söylemek gerekir. Nitekim Medine'ye hicret ettikten sonra, bura sâkinlerinin İran'dan alınma Nevruz ve Mihricân bay­ramlarını kutladıklarını gören Hz. Pey­gamber, "Allah sizin için o iki günü da­ha hayırlı iki günle, Kurban ve Ramazan bayramlarıyla değiştirmiştir" (Müsned, III, 103, 235, 250; Ebû Dâvûd, "Şalât", 245; Nesâî, "Şalâtü'l-îdeyn", 1) mealindeki hadisiyle İran menşeli bu iki bayramın kutlanmasını yasaklamıştır. "Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır." (Buhârî, "îdeyn", 3; Müslim, "Edâhî", 7) mealindeki hadise dayanarak Ramazan ve Kurban bayram­larının bayram namazının kılınmasıyla başladığını söylemek mümkündür. Bu­nunla birlikte Kurban bayramına ait arefe gününün ayrı bir fazileti vardır; çün­kü haccın en önemli rüknünü oluşturan vakfe bu günde yapılmaktadır. Bir ha­diste de bayram gecelerini ihya etme­nin ayrı bir fazileti olduğu ifade edilmiş­tir (İbn Mâce, "Sıyâm", 68). Kurban bay­ramında namazdan sonra ayrıca şartla­rına sahip olan kimseler tarafından kur­ban kesilir. Müslümanlar bu günlerde birbirlerini ziyaret eder, bayramlaşır, yer, içer ve meşru bir şekilde eğlenerek günlerini neşe ile geçirmeye çalışırlar. Hz. Peygamber, "Arefe günü, kurban günü ve teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme içme günleridir." {Ebû Dâvûd, "Şavm", 50; Tir-mizî, "Savm", 59; Nesâî, "Menâsik", 195) buyurmuştur. Bu sebeple Ramazan Bay­ramının ilk günü, Kurban Bayramında da dört gün oruç tutmak Hanefîlere göre tahrîmen mekruh, Şafiî ve Hanbelîlere göre haram kabul edilmiştir. Bu konu­da Şafiî ve Hanbelîlerin görüşünü pay­laşan Mâlikîler ise Kurban Bayramının dördüncü gününde oruç tutmayı haram değil mekruh saymışlardır.

Tebrik şekli olarak ashabın birbiriyle karşılaştık­larında, "Allah bizden de sizden de ka­bul etsin" dedikleri ri­vayet edilir.


Bayram Hazırlıkları

Bayramlara önceden hazırlanılması, bu günlerde temiz ve güzel elbiselerin giyilmesi, gusledilmesi, dişlerin fırçalan­ması, güzel kokular sürülmesi, güler yüz­lü olunması, namazdan önce Ramazan Bayramında hurma vb. tatlı bir şey ye­nilmesi, Kurban Bayramında ise ilk ola­rak kurban etinden yenilmesi, namaza mümkünse yürüyerek gidilmesi ve dö­nüşte başka bir yolun kullanılması, çok­ça sadaka dağıtılması, fitrenin namaz­dan önce verilmesi, namaza giderken tekbir getirilmesi menduptur. Kurban bayramında farz namazlardan sonra teş­rîk tekbiri getirilmesi Hanefîlere göre vacip, Hanbelî ve Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikilere göre ise menduptur.

Bayram günlerinde İslâmî ölçüler için­de eğlenilmesi ve bazı oyunların oynan­ması caizdir. Bir bayram günü Âişe (r.a.) ile birlikte bulunan Hz. Peygamberin ya­nında Buâs Harbi'ne ait ezgiler söyleyen iki kız çocuğuna müdahale etmek iste­yen Hz. Ebû Bekir'e Rasûlullah'ın, "Her milletin bayramı vardır, bu da bizim bay­ramımız" dediği (Buharı, "îdeyn", 3; Müs­lim, "Salâtü'l-'îdeyn", 16), yine bayram günleri mescidde mızrak kalkan oyunu oynayanları seyretmek isteyen Hz. Âişe'ye yardımcı olarak onunla beraber sey­rettiği (Buhârî, "îdeyn", 2; Müslim, "Sa-lâtü'l-'îdeyn", 17) bilinmektedir.

Bu iki bayramın dışında cuma günü­nün de Müslümanlar için haftalık bir bayram olduğunu belirtmek gerekir. Bir hadiste cuma günü için "Şüphesiz bu, Allah'ın Müslümanlara tahsis ettiği bir bayram günüdür. Cumaya gelecek kim­se yıkanmalı, varsa güzel koku sürünmelidir; ayrıca misvak kullanmanızı da tavsiye ederim." (İbn Mâce, "kâmetü's-salât", 83) denilmiştir.


Bayram Kutlamaları

Dinî ve sosyal olmak üzere iki yönü bulunan Ramazan ve Kurban bayramı kutlamaları Asr-i saâdet'te musalla adı verilen geniş bir alanda, kadınların ve genç kızların da (bk. Tirmizî, "Cuma V, 36) katıldıkları bayram namazı ile başlardı. Hz. Peygamberin, bayramların kalaba­lıkla ve büyük bir coşku içinde kutlan­masını arzu ettiği (bk. Müsned, V, 84, 85; VI, 33, 55, 72, 91, 113, 134, 143, 204, 209, 235, 409; Dârimî, "Salât", 223; Buhârî, "Ha­yız", 7, 23, "İdeyn", 12, 15, 20, 21, "Salât", 2, "Hac", 81; Müslim, "Salâtü'l-îdeyn", 11, 12, 22), hatta bu arada silahlarla ya­pılan folklorik gösterilere dahi izin ver­diği ve Mescid-i Nebevi'nin toprak ze­mini üzerinde bir grup Habeşînin oynadı­ğı mızrak-kalkan oyunlarını eşi Hz. Âişe ile birlikte seyredip Hz. Ömer'in müda­halesini de doğru bulmadığı bilinmek­tedir. Ayrıca kendisi seyretmemekle birlikte Hz. Âişe'nin yanında cariyelerin def çalıp oynamalarına da izin vermiştir. (bk. Buhârî, "îdeyn", 3; Müslim, "Salâtü'l-îdeyn", 16-20). Hz. Peygamberin Ramazan bayramla­rında musallaya çıkmadan önce hurma yeme âdeti bir sünnet telakki edilmiş ve bu telakki bayramda tatlı ikramı ge­leneğini doğurmuştur.


25 Temmuz 2012 Çarşamba

Hz. Peygamberin (sav) Bir Ramazan Günü

"Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, onun yeme-içmesini bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur."

Bu Ramazanı nasıl geçirmeliyim?..

Kuşkusuz birçoğumuzun zihnini kurcalıyor bu soru Ramazan heyecanı hissedilmeye başlandığından beri. Nelere
dikkat edersek bu Ramazan'ı kilo almayarak atlatabileceğimizden denize hangi şartlarda girersek orucumuzun bozulmayacağına dek çeşitli konulardaki tartışmalara daha Ramazan ayını karşılamadan basın yoluyla şahit olduk. Peki, tüm bunların ötesinde orucun asıl manevi atmosferine girebilmek için ne yapmak lazım?.. Bir Ramazan gününü nasıl geçirmek lazım?..

Bu soruları yönelttiğimiz Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Hatiboğlu, günümüzde orucun artık sadece yeme ve içmeden uzak durma gibi tek bir boyuta indirgendiğini dile getirdi. Ancak bunların oruç ibadetinin sadece görünen boyutunu teşkil ettiğini ve Ramazanın asıl ruhunu yakalamak için örnek alınması gereken yegâne kişinin Hz. Peygamber olduğunu söyledi.

"Yegâne Örneğimiz Hz. Muhammed"

Prof. Dr. İbrahim Hatiboğlu ayrıca şunları kaydetti: "Hayatımızın her aşamasında ve her hususta bizler, hatta insanlık için vazgeçilmez örnek Sevgili Peygamberimizdir. Ramazan gün ve gecelerinin ihyasında da bizim için yegâne örnek O'dur. Zira Peygamber Efendimiz biz müminlerin varlık sebebidir. Efendimiz'in Ramazan'daki gece ibadetini, uzun uzun dualarını, az konuşup çok tefekkür etmesini, Kur'ân okumasını, itikâfını, umresini, verdiği sadakaları vb. daha ziyade arttırmasını Rabbi ile birlikteliğini sonsuzlaştırma aracı kıldığı şeklinde değerlendirmeliyiz."


"Bizim orucumuzla Ehl-i Kitap'ın [Yahudi ve Hristiyanlar] orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir"

Hz. Peygamber'in Bir Ramazan Günü

Biz de bu noktadan hareketle Hz. Peygamber'in sahurdan teravihe bir Ramazan gününü nasıl geçirdiğini ana hatlarıyla belirlemeye çalıştık.

Sahur

Hz. Peygamber, bir Ramazan gününü mutlaka sahur yaparak başlatırdı. Sahur yapmanın faziletine ve bereketine dair Hz. Peygamber bir hadisinde "Bizim orucumuzla Ehl-i Kitap'ın [Yahudi ve Hristiyanlar] orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir" buyurarak sahuru, Müslümanlar için ayırt edici bir özellik olarak vurguluyor. Hz. Peygamber'in sahur yemeğinde zaman zaman misafir bulundurduğunu da çeşitli hadislerden öğreniyoruz. Hz. Peygamber'in sahurla ilgili önemli bir uygulaması da sahur yemeğini geciktirmesi ve bunu tavsiye etmesidir.

Niyet

Hz. Peygamber'in oruç tutarken vazgeçmediği uygulamalardan birisi de oruca niyet etmesidir. Niyet edilmeden tutulan hiçbir orucun, oruç sayılmayacağını beyan etmiştir. Ayrıca sahura kalkmanın da oruca niyet sayılacağı belirtilmekte...

İmsak-İftar Arası

Hz. Peygamber'in, oruçlu olduğu günlerde günlük işlerini ve diğer ibadetlerini aksatmadığını kaynaklar bize aktarıyor. Ancak Ramazan günlerinde müminleri, sözgelimi gıybet ve yalan söyleme gibi, bazı konularda her zamankinden daha çok uyardığını şu hadisinden öğreniyoruz: "Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, onun yeme-içmesini bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur."


Allah'ım Sen'in rızan için oruç tuttum, Sen'in verdiğin rızkla orucumu açtım, kabul et. Sen dualarımızı işiten ve kabul edensin.

Hz. Peygamber'in imsak ve iftar arası en çok dikkat ettiği hususlardan biri de bedensel temizlik... Ağız ve diş temizliği için misvak kullandığını, ayrıca sıcak yaz günlerine denk gelen Ramazan aylarında serinlemek için başına su döktüğünü hadislerden öğreniyoruz.

İftar

Hz. Peygamber sahur yemeğini ne kadar geciktirmeye gayret ettiyse iftarını açmak için de o kadar acele etmiş ve akşam namazını kılmadan önce orucunu açmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber'in tatlı bir yiyecekle, özellikle de hurmayla orucunu açtığı bilinmektedir. Hurma bulamadığı zamanlarda ise orucunu suyla açmış ve böyle yapılmasını tavsiye etmiştir.

Hz. Peygamber'in, orucunu açarken ettiği dua ise şu şekildedir: "Allah'ım, senin rızan için oruç tuttum, senin verdiğin rızkla orucumu açtım, kabul et. Sen dualarımızı işiten ve kabul edensin."

Teravih

Hz. Peygamber, Ramazan akşamlarını özellikle teravih namazı kılarak geçirmiş ve ashabını da bu namazı kılmaya teşvik etmiştir. Hz. Peygamber, teravihi kimi zaman cemaatle kimi zaman da tek başına kılmıştır. Teravihi cemaatle sürekli kılmamasının sebebi olarak da bunun zorunlu bir ibadet olarak yerleşmesini istemediği, zira ümmetine ağır geleceğini düşündüğü yorumu yapılmaktadır.

Hz. Peygamber'in Ramazan'a dair uygulamaları tabi ki sadece bunlardan ibaret değildi. İtikaf ve fitre başta olmak üzere bu aya mahsus çeşitli ibadetleri bizzat yerine getirmiş ve tavsiye etmişti. Bu konulara ise daha geniş biçimde önümüzdeki günlerde uzmanların görüşlerinden hareketle yer vereceğiz.


http://www.sonpeygamber.info/tr/Hz-Muhammed-(sav)in-Bir-Ramazan-Günü_1490.html

11 Haziran 2012 Pazartesi

Mi'racın Hikmeti Nedir?

Hikmet-i Mi'rac nedir?

Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ı ittisal Sûretinde bir Mi'rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatâb ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni'-i âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuûrun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esâsiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyle taltif edip, fermanıyle tavzif etmektir...
Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için «iki temsil» dürbünü ile tarassud edeceğiz.

Birinci temsil:
Onbirinci Sözün hikâye-i temsîliyyesinde tafsilen beyân edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşânın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin envaı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa, ve hesabsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa.. her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en lâtif san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni'metlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini Yâver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının mâdeni olan mübarek Zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyle, nukuşuyle, acâibiyle, ahaliye târif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa'lar ve mevzun nukuş nedir?. Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler..) o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini târif etsin...

Aynen öyle de: وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle Onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i Mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl'in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânasını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba'larını ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu'cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur'an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin...

İşte Mi'racın pekçok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin...

İkinci Temsil:
Nasılki bir zât-ı zîfünun, mu'ciznüma bir kitabı te'lif edip yazsa.. öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif mânalar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânalar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu'ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez... Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymetdar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli Kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden, tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle herbir harfi, binler mânayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez... Öyle ise: O kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor... İşte şu temsil ile Mi'racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima'da olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz. İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor: «Ben inanmağa başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkilim daha var.

«Birincisi: Şu Mi'rac-ı Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?.

«İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, Onun nurundan halkolunmuş... Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

«Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak; şu âlem-i arziyyedeki âsarların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiştir. Ne demektir?»

Elcevap:
Birinci müşkülünüz: Otuz aded Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) kemalâtına ve delâil-i Nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkık, Nübüvvet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) dair, yüzondört işârî beşaretleri çıkarıp «Risale-i Hamîdiye»de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, Nübüvvet-i Ahmediyyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi O olduğuna Beyanatları gibi; çok beşaretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Velâdet-i Ahmediyye (A.S.M.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yı Farisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârekat-ı Ahmediyyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek ağlaması; وَانْشَقَّالْقَمَرُ nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkıklerin tahkikatiyle bine bâliğ mu'cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede ve Din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âli hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) dinindeki âzamî ubûdiyyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir sûrette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o Zâttır.

Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celp etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o Zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en âzamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttır.

Hem Sâhib-i âlem'in nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü Zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şa'şaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedâhe o Zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gâyet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhîr edici ve tavsif edici ve târif edici yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatına seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'an-ı Hakîm vasıtasıyle rehberlik eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın «Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?» olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-ı Kur'aniyye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûâtıyle kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni'metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzu-yu İlâhiyyelerini bir elçi vasıtasıyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları Beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zâttır.

Hem Rabb-ül-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidad verdiğinden ve bir ubûdiyyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vasıtasıyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzamî bir derecede en eblağ bir sûrette, Kur'an vasıtasıyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve Risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, saadet-i ebediyye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, îmanın hakaik-i gaybiyyesini görecek, yine O olacaktır.

Sâbian: Bilmüşâhede şu masnûatta gâyet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri «Mâşaallah» deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'at-perver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehâsine; ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemalâta karşı: «Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber» diyerek semâvatı çınlattıran ve Kur'anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, ber ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede O Zâttır.
İşte böyle bir Zât ki: اَلسَّبَبُكَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, Onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun mânevî kemalâtına imdad veren ve Risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle cennete, Sidret-ül Müntehâya, Arş'a ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima'daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır.. illâ: Nur-u îman ile görünür. Fakat, bâzı temsilât ile, o hakikatın vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebâtat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni'-i Zülcelâl'in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sâir âlemlerin nümunesini ve esâsâtını câmi' olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tâzammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev'den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe' ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır. Ve mâdem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve Sûretinde görünecektir.

Ey müstemi'!. Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz'î mahiyetinden halkolunmasını istib'ad etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı "Nur-u Muhammedî"den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halketmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var. İşte Mi'rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve Sûretidir ki: Zât-ı
Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, Risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi'rac-ı Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sânii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray Sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medârı, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni'-i Kâinat'ın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünki bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki Zât-ı Ahmediye, (A.S.M.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkilin o kadar geniştir ki; bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet âlem-i süflînin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netâic-i a'malleri ve cin ve insin semerat-ı ef'alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat Cennet'in meyveleri Sûretine, seyyiat ise Cehennem'in zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pekçok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm'in iktizasıyla beraber, Kur'an-ı Hakîm'in işaratı gösteriyor. Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa'ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz'iyat ve kesretin menba'ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı Esmâiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit Esmâların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvattır ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha'daki Cennet-ül Me'vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet'in meyveleri Sûretinde (Muhbir-i Sadık'ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netâic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir "Elhamdülillah" kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?

Çünki sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü'yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey Sûretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et Sûretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler Sûretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'ad etmemelisin.

Kaynak: Risale-i Nur Kulliyati, 31. Soz (Mirac Risalesi) (Buradaki sayfada bilmediginiz kelimelerin uzerine iki defa tiklandiginda gunumuz Turkcesindeki karsiliklarini gorebilirsiniz.)


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı