18 Mart 2007 Pazar

Hz. Peygamber (SAV) ve Hikmet

Fasil : İLİM BÖLÜMÜ
Konu : İlme Teşvik
Ravi : Ebu Hüreyre
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Hikmetli söz mü`minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya ehaktır."
HadisNo : 4115

Fasil : HASEDLE İLGİLİ BÖLÜM
Konu : Hased Hakkında
Ravi : İbnu Mes`ud
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir: Biri, Allah`ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah`ın kendisine verdiği malı hak yolda sarfeden zengin kimse."
HadisNo : 1662

Fasil : TEFSİR BÖLÜMÜ - ESBAB-I NÜZULE DAİR
Konu : Kehf Suresi
Ravi : Said İbnu Cübeyr
Hadis : İbnu Abbas (ra)`a dedim ki: "Nevfel-Bekkali, İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. Musa (a.s.), Hızır`ın arkadaşı olan Musa olmadığını zannediyor." Bana şu cevabı verdi: "Allah`ın düşmanı yalan söylüyor. Ben Übeyy İbnu Ka`b (ra)`ı dinledim.Demişti ki: "Ben Resulullah (sav)`ı işittim, şunu anlattı: "Musa (a.s.) Beni İsrail`e hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, "insanların en bilgini kimdir?" diye soruldu. O: "Benim" diye cevap verdi. Cenab-ı Hak, "Allahu a`lem (yani en iyi bilen Allah`tır)" demediği için Musa`yı azarladı. Ve: "İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum senden daha alimdir" diye ona vahyetti. Hz. Musa (a.s.): "Ey Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?" diye sordu. Kendisine: Bir zenbile bir balık koy, onu sırtına al. Balığı nerede yitirirsen o zat oradadır" dendi. Dendiği gibi yaparak yola çıktı. Kendisiyle beraber, hizmetçisi olan Yuşa İbnu Nun da yola çıktı. Beraberce yürüyerek bir kayanın yanına geldiler. Hz. Musa ve hizmetçisi dinlenmek üzere orada yattılar. Balık kımıldayarak zenbilden çıkıp denize kaydı. Allah ondan suyun akıntısını tuttu. Öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Hz. Musa (a.s.) ve hizmetçisi (balık için olduğunu bilmeksizin) bu manzaraya şaşırdılar. Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Musa`nın arkadaşı ona, balığın gitmesini haber vermeyi unutmuştu. Sabah olunca Hz. Musa (a.s.) hizmetçisine: "Hele sabah kahvaltımızı getir. Biz bu yolculukta yorulduk" dedi. Ama emrolunduğu yere gelinceye kadar yorulmamıştı. Hizmetçi: Hani bir kayanın yanma gelmiş yatmıştık ya! Ben balığı orada unuttum. Onu hatırlatmayı, bana mutlaka şeytan unutturdu. Balık denize şaşılacak şekilde sıvışıp gitmişti" dedi. Musa (a.s.): "Bizim aradığımız orasıydı" dedi ve hemen izlerinin üzerine geri döndüler. İzlerini takiben yürüyerek kayaya kadar geldiler. Musa (a.s.) orada örtüsüne bürünmüş bir adam gördü ve ona selam verdi. Hızır aleyhisselam ona: "Senin bu yerinde selam ne gezer!" "Ben Musa`yım." "Beni İsrail`in Musa`sı mı?" "Evet" "Sen, Allah`ın sana öğrettiği bir ilmi bilmektesin ki ben onu bilmem. Ben de Allah`ın bana öğrettiği bir ilmi bilmekteyim ki, onu da sen bilemezsin." "Allah`ın sana öğrettiği hakkı bana öğretmen şartıyla sana uymamı kabul eder misin?" "Sen benimle beraber olmak sabrını gösteremezsin. Mahiyet ve hikmetini bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin ki?" "İnşaallah sen beni çok sabırlı bulacaksın. Hem ben senin hiç bir emrine karşı gelmeyeceğim." "Öyleyse gel. Ancak, madem bana tabi olacaksın, ben sana haber vermedikçe bana hiç bir şey sormayacaksın!" dedi. Hz. Musa (a.s.): "Tamam!" dedi. Hz. Musa ve Hz. Hızır (a.s.) beraberce gittiler. Deniz kıyısında yürüyorlardı. Bir gemiye rastladılar. Kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemi sahipleri Hızır (a.s.)`ı tanıdılar. Ve ücret istemeksizin onları gemiye aldılar. Hızır (a.s.), gidip, geminin tahtalarından birini deldi. Hz. Musa (a.s.) ona: "Bak, bunlar bizi bedava gemilerine aldılar, sen gidip gemilerini deldin, adamları boğacakın. Hiç de yakışık olmayan bir iş yaptın!" dedi. Hızır: "Ben sana, "benimle bulunmaya sabredemezsin" demedim mi?" dedi. Hz. Musa: "Unuttuğum şey sebebiyle beni sigaya çekme. Bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma!" ricasında bulundu. Sonra bunlar gemiden indiler. Sahil boyu yürürken, çocuklarla oynayan bir yavrucak gördüler. Hızır (a.s.) yavrucağı yakaladığı gibi eliyle basını kopararak çocuğu öldürdü. Musa (a.s.): "Masum bir çocuğu kısas hakkın olmaksızın niye öldürdün. Bu çok yadırganacak bir iş!" dedi. "Ben sana demedim mi, sen benim beraberliğime sabredemezsin!" diye Hızır (a.s.), Musa`ya çıkıştı. Hz. Musa: "Ama bu birinciden de şiddetli idi" dedi ve ilave etti: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni arkadaş etme, nazarımda bu hususta haklı sayılacaksın" dedi. Yola devam ettiler. Bir köye geldiler. Halktan yiyecek birşeyler istediler. Ama kimse onları ağırlamadı. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvara rastladılar. Hızır (a.s.) eliyle şöyle göstererek: "Eğilmiş" diyordu. Onu doğrulttu. Hz. Musa (a.s.) ona: Bir cemaat ki, kendilerine geliyoruz, bize ilgi gösterip, ağırlamıyorlar, yiyecek vermiyorlar. Sen onlara bedava iş yapıyorsun, dilesen ücret alabilirdin!" dedi. Hızır (a.s.), Hz. Musa`ya: "Artık birbirimizden ayrılma zamanı geldi. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te`vilini haber vereceğim" dedi. Resulullah (sav) bu ara ilave etti: "Allah Musa`ya rahmet buyursun. Keşke, Hz. Hızır`la beraberliğe sabretseydi de maceralarını bize nakletseydi, bunu ne kadar isterdim!" Ravi devam ediyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: "Birinci (soru)su Musa`nın bir unutması idi. Bir serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hz. Hızır bunu göstererek Hz. Musa`ya, "Bak", dedi, "Benim ve senin ilmin ve diğer mahlukatın ilmi, Allah`ın ilminden, şu kuşun denizden eksilttiği kadar eksiltir."
HadisNo : 695


Fasil : NİYET VE İHLAS BÖLÜMÜ
Konu : Niyet Ve İhlas Hakkında
Ravi : İbnu Abbas
Hadis : Resulullah (sa) buyurdular ki: "Kim kırk sabah Allah`a ihlaslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar." [Rezin tahric etmiştir. Hadis Hılyetu`l-Evliya`da Ebu Eyyüb el-Ensari`den merfu olarak kaydedilmiştir, (5, 189); keza hadisi Camiu`s-Sagir`de de bulmaktayız (Feyzu`l-Kadir 6, 43)]
HadisNo : 5753
.
Kaynak:
http://hadis.ihya.org/ksitte.php?t2=hadis&ara=hikmet&s=2
.

16 Mart 2007 Cuma

Yazının Tükenmeyen Kaynağı: Tasavvuf

SADIK YALSIZUÇANLAR

Cüneyd-i Bağdadi’ye, ‘Tasavvuf nedir?’ diye sorduklarında, “Allah’ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” der. Bu, esas itibarıyla dinin özünü oluşturur.

Bütün semavi öğretilerin Batıni yönünde bu ilke yatar. Bir başka bilge, şöyle der: “Tasavvuf, sonradan olanın, öncesiz olanla bitiştirilmesidir.” Sonradan olan için eski sözlüğümüzde, ‘hadis’, (yani ihdas edilmiş, getirilmiş, sonradan kurulmuş olan) kelimesi kullanılır.

Başla sonun bitişmesi de, Batıni öğretilerin meyvelerindendir. Buna da ‘cem’ denir. Bu, bir bakıma, hakikat’in dairesel doğasından da kaynaklanır. Acem şiirinin yıldızlarından Molla Cami, ‘dairevi bir yüz ol’ der. İnsanın İlahi Hakikat’i daha zengin bir perspektifle idrak edebilmesi için ‘dairesel bir bakış açısı’na ulaşması gerekir. Bu, bilgelere göre, çabayla elde edilebilir bir şey değildir gerçi. Çabadan sonra, onunla birlikte ama daha çok ilahi bir bağışla ulaşılabilecek bir yerdir.

Gelenekselci ekolün günümüzdeki değerli temsilcilerinden Hüseyin Nasr’a göre, ‘güzellik iyiliğin, iyilik gerçekliğin iç boyutudur.’ Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu formülasyon, kutsal ve geleneksel sanatlar için tümüyle geçerlidir. Modern zamanlara gelindiğinde ise, güzelliğin lüks bir kategori, çirkinliğin ise bir form olarak algılandığına tanık oluruz.

Nasr’a göre tasavvuf, ‘dinin Batıni boyutu’dur. Örneğin, “O’ndan başka varlık yoktur” (La mevcude illa hu)’yu, “O’ndan başka ilah yoktur”un içsel boyutu olarak okumak gerekir.

Tasavvufun irfani boyutlarını ve bir marifet ilmi olarak asıl tedvinini Mağribli bilge Muhyiddin İbnü’l-Arabi gerçekleştirir. O’na gelesiye, tasavvuf, bir hal ve daha çok menkıbelere dayalı, dervişlerin yaşam öyküleri çevresinde gelişen bir alan iken, İbn Arabi’yle birlikte sistematik bir niteliğe, derinliğe ve zenginliğe kavuşur. Şeyh-i Ekber (En Büyük Şeyh) olarak da bilinen İbn Arabi, yüzlerce eserinde (ki bazısı kırk cildi bulur), özellikle de Fütuhat-ı Mekkiye ve en çok tartışmalara yol açan Füsusu’l-Hikem’inde, dinin içsel boyutlarını kozmik bir dille ortaya koyar. Aynı zamanda bir şair de olan İbn Arabi’ye göre, sanılanın ve iddia edilenin aksine, “Hakikate, yani dinin özüne nüfuz etmenin yolu, zahirine, bizzat şeraite nüfuz etmekten geçmektedir.” Çünkü şeriat, dinin zahiri boyutu değil, bizatihi kendisidir.

Dünyanın çeşitli üniversite, enstitü, araştırma kurumu ve farklı kültürel/bilimsel/düşünsel çevrelerinde özellikle İbn Arabi’nin dile getirdiği irfanî birikime ilişkin çok sayıda bilimsel ve fikrî çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmaların, özellikle en gürbüz damarını, Gelenekselci ekol düşünürleri ve onların öğrencileri, izleyicileri oluşturur. Kitapları Türkçeye de çevrilen Hüseyin Nasr, William Chittick, Michel Chodkowivch, Claude Addas, bunlar arasında sayılabilir.

Türkçede sufî yayınlar
Bizde sufî yayınların, modern dönemdeki seyrine bakıldığında, son yirmi yılın, özellikle son on senenin adeta bir patlamaya tanıklık ettiğini söylemek abartılı olmaz.

Bunda aslan payı, hiç kuşkusuz İnsan Yayınları’na aittir. Öteden beri, tasavvuf irfanına ilişkin gerek temel kaynakları gerekse yorum, şerh ve araştırma kitaplarını İnsan Yayınları bize ulaştırmıştır. Bunun yanı sıra, İz Yayıncılık, kelam, fıkıh, hadis, dinler tarihi gibi alanlarda yürüttüğü yayın etkinliğini, tasavvufi alana da yayarak genişletmiş ve özellikle Ekrem Demirli’nin dilimize kazandırdığı Konevi külliyatıyla ve diğer irfanî eserlerle, bu alanın bir diğer yayın ortamını oluşturmuştur. Yeri gelmişken Demirli’nin giriştiği büyük bir projeden söz etmek gerekir ki, özgün nüshası 34 defterden oluşan (müellif nüshası, İstanbul’da Türk-İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan) Fütuhat-ı Mekkiye’nin çevirisidir. İlk cildi Litera Yayıncılık tarafından çıkarılan bu eserin, gönül isterdi ki, müellif nüshasından çevirisi yapılsın. Ama bu bile tek başına değerli bir çaba olarak anılmalıdır.

Yayıncılık yaşı henüz kısa olmasına rağmen, Gelenek Yayıncılık, bilhassa İbn Arabi’ye ilişkin son derece değerli kitapların okura ulaşmasını sağladı. Gelenek Yayınları’nın irfani kitaplığımıza olan katkısı bununla sınırlı kalmadı kuşkusuz.

Geylani Kitaplığı ise sufi geleneğinin en önemli damarlarından biri olan Gavs-ı Azam’la aramızdaki dil engelini ortadan kaldırarak bu alanda ciddi bir işlevi yerine getirmiş oldu.

Tasavvuf irfanına ilişkin yayınların tarihi, bizde -modern zamanlarda-, çeyrek yüzyılı geçmez. Ondan önce, özellikle harf devriminden önce, çok sayıda sûfi kaynak matbu olarak yayınlanıyordu. Fakat bunlar, bir bakıma Osmanlı’nın bakiyesi bir eğilimin tezahürü olarak anılmalıdır. Bizim modernleşme çabamızın temel dinamiğini, gelenekle köktenci biçimde bağların koparılması oluşturduğu için, o muazzam irfanî gelenekle, inisiyatik damarla aramızdaki ilişkinin kopması kaçınılmaz idi.

Oryantalist bakışın açmazları
Cumhuriyet’le birlikte, inisiyatik bağlarımız büyük oranda koptu ve tasavvuf kitaplığı da nisyanın sisinde yitip gitti. Cemil Meriç’in ‘müstağrib’ dediği yeni aydınlar ve bilim adamları arasında, bu irfana ilişkin çalışanlar bulunuyordu ama bunlar, bu geleneğin içinden olmadıkları için sağlıklı okuma yapmaktan uzak idiler. Hilmi Ziya Ülken’in ‘Türk Tefekkür Tarihi’, bu sorunun tipik örnekleri arasındadır. Ciddi okuma sorunlarının yanı sıra, kendi geleneğine dışardan ve oryantalistçe bakan bir kuşağın, 70’lerin sonlarına kadar önümüze yığdığı sorunların aşılması yönündeki ilk ciddi çabalar da bu dönemde başlamış oluyordu. Bu tarihlerden önce, tasavvuf irfanına ilişkin kimi yayınlar olmuştur. Lakin bunlar son derece özensiz, özet ve kökene uzak çeviriler; sıradan hatta yanlış yorumlarla dolu basit çalışmalardır. Bu muazzam birikimle ciddi bir ilişkinin kurulmakta olduğunun ilk işaretleri, 80’lerin başında belirir. Bu süreçte kuşkusuz, bu geleneğin günümüzdeki takipçilerinin payı büyüktür. Cumhuriyet dönemi edebiyat ve düşünce ortamının ayrıksı isimlerinden Necip Fazıl’ın bile tek başına önemli bir katkısından söz edilebilir. Nakşi, Kadiri, Rıfai, Mevlevi vd. damarların izleyicilerinin aynı zamanda bir seçkinler zümresi oluşturduğu biliniyor. Bu zümreden kimi okur-yazarlar ve araştırmacıların çeviri ve telif çabalarını anmamız yerinde olacaktır. Bunlar arasında Tahirü’l-Mevlevi ve öğrencisi Şefik Can özellikle anılmalıdır. Ondan önce belki geleneğin son güçlü temsilcisi Avni Konuk merhumun zikredilmesi zorunludur. O’nun Mesnevi ve Füsus şerhleri dilimize kazandırılmıştır. Özellikle İbn Arabi’den yaptığı çeviriler, çeviri örnekleri arasında ilk sırada yerini alır. (Değerli bilim adamı Mustafa Tahralı, Hazret’in eserlerinin günümüz okuruna sağlıklı biçimde ulaşması için övgüyü hak eden bir çalışma yürütmektedir.)

Risale-i Nur’un katkısı
Bunun dışında, Bediüzzaman Said Nursi’nin, Anadolu’da, Sezai Karakoç’un ifadesiyle, ‘bir İslam kültürü külliyatı olan’ Risale-i Nur ile oluşturduğu ‘yeni bir kültür mayalanması’nın da bu zemine kaynaklık ettiği söylenmelidir. Sûfiliği bir yol olarak tercih etmemesine karşılık, bir kelamcı ve âlim olmaktan çok irfanî nitelikleriyle belirgin ve geleneksel manada bir arif olan Nursi’nin, tasavvuf irfanına ilişkin geleneksel sözlüğü yeniden inşa ettiği herkesin mâlumudur.

80’li yılların ilk yarısından itibaren, tasavvuf irfanına ait yayın çabaları da meyvesini vermeye başlamıştır. O dönemlerde örneğin birkaç kitap yayınlamasına rağmen Yeryüzü Yayınları’nın ilginç bir ateşleyici etkisi olmuştur. O geleneğe mensup Martin Lings’in çağımızın büyük bilgelerinden Şeyh el-Alevi’yi anlatan Yirminci Yüzyılda Bir Veli’si gibi yayınlar, sonraki kuşakların harcında katkı sahibidir. Bu süreçte ortaya çıkan İnsan ve İz gibi yayınevleri, tasavvuf irfanına ilişkin külliyatın dilimize aktarılması konusunda özel bir çaba göstermektedir. Yayınlar bu iki yayıneviyle sınırlı değil kuşkusuz. Dergah, Kitabevi, Kültür Bakanlığı, Hece, Kaknüs, Akçağ, Timaş’ın yenilerde başlattığı ve özellikle İmam-ı Rabbani’nin Mebde ve Mead’ıyla girişilen Rabbani Kitaplığı ile diğer yayınları göz önüne alınırsa titiz, işlevsel bir yol gözeteceği umulan Sufi Kitaplar, Ötüken Neşriyat, Akçiçek Yayınları, İstanbul Marmara ve Ankara İlahiyat fakültelerinin yayınları, Alperen Yayınları, Nur Yayınları, Madve Yayınları, Marifet Yayınevi, Timaş, İrfan Yayınevi adını burada anamadığımız onlarca irili ufaklı yayınevi, inisiyatik geleneğe hizmet yolunda yürümektedir. Sûfi geleneğe sadece ‘İslami’ yayınevleri ilgi duymuyor artık. Kabalcı gibi liberal veya herhangi bir sol yayınevinden de tasavvufi bir kaynak veya araştırma çıkabiliyor.

Tasavvufi yayınlara yayıncı ve okur olarak Türk kamuoyunun ilgisi, hem Türkiye’nin düşünce ve bilim ortamında kaydedilen ‘gelişme’ ve kazanımlarla ilgilidir hem de, belki de bundan öncelikli olarak, tasavvufi damarın tüm olumsuz koşullara rağmen hayatiyetini sürdürmesiyle alakalıdır. Bu süreçte, İlahiyat fakültelerindeki tasavvuf kürsülerinin de payı vardır.

14 Mart 2007 Çarşamba

Nur Mesnevisinde Gezintiler (II)

Ý’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardýr. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akibetlerinden haberin olmuyor. Biri, ceseddir. Evet cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeðine benzerse de, ihtiyarlýðýnda kuru ve uyuþmuþ kýþ çiçeðine benzer ve tahavvül eder.

Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasýnda mütereddittir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazasý lâzýmdýr.

Biri de ömür ve yaþayýþtýr. Bunun da hududu tayin edilmiþtir. Ne ileri ve ne de geri bir adým atýlamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduðun tûl-i emel yükünü yüklenme!

Biri de, vücuddur. Vücud zâten senin mülkün deðildir. Onun mâliki ancak Mâlik-ül Mülk'tür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna þefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karýþtýðýn zaman zarar vermiþ olursun. (Ümidsizliði intaç eden hýrs gibi.)

Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamlarý yoktur. Zevalleri düþünülürse, zýdlarý zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diðer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediði bir þeye kalbini baðlamaz. Bu menzilden ayrýldýðýn gibi, bu þehirden de çýkacaksýn. Ve keza bu fâni dünyadan da çýkacaksýn. Öyle ise, aziz olarak çýkmaya çalýþ. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksýn. Çünki feda etmediðin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malý olduðundan yine Ona rücu eder.

Eðer vücuduna itimad edersen, ademe düþersin. Çünki ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kýymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ý erbaasýyla ademler içerisinde kalýr. Amma, o noktayý da elinden atarsan vücudun tam manasýyla nurlar içinde kalýr.

Biri de dünyanýn lezzetleridir. Bu ise, kýsmete baðlýdýr. Talebinde kalâka düþer. Ve sür'at-i zevali itibariyle aklý baþýnda olan onlarý kalbine alýp kýymet vermez.
Dünyanýn akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdýr. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise þu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya þekavettir. Ölüm ve idam intizarýnda bulunan bir adam, sehpanýn tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasýnýn akibetini küfür saikasýyla adem-i mutlak olduðunu tevehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evlâdýr. Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakýn elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.


Kaynak: Mesnevi-i Nuriye, Habbe

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı