11 Mart 2011 Cuma

Hadis Âşığı Bir Felsefeci: Babanzâde Ahmed Naim Bey

Doç. Dr. Hüseyin Hansu

Ahmed Naim, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuri­yet’in ilk yıllarında yaşamış mütercim, felsefeci ve yazardır. 1872 yılında babasının görevli olarak bulunduğu Bağdat’ta doğdu. İlköğrenimini Bağdat’ta gördükten sonra İstanbul’a geldi ve daha sonraki hayatını burada geçirdi. Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Hâriciye Nezareti’nde mütercim olarak göreve başladı. Daha sonra Maarif Nezareti’ne geçti ve burada çeşitli görevlerde bulundu. 1914–1933 yılları arasında Dârülfünûn’da felsefe dersleri hocalığını yaptı. 1919 yılında Dârülfünun’a rektör oldu. Bir süre a’yan azalığı yaptı. 1933’te yapılan üniversite reformuyla görevine son verilen Ahmed Naim, “Felsefe Dersleri”, “Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs” ve "Mantık" adlı telif ve tercüme eserleriyle, felsefe sahasında değerli bir mütercim ve felsefeci olarak tanınmıştır.


Bu yazıda; Ahmed Naim’in üstlendiği resmî görevler ve esas sahası olan felsefeciliğinden ziyade1, hayatının resmî olmayan yönü, fikirleri, ahlâkî yapısı ve özel bir ilgi duyduğu İslâmî ilimlerdeki gayretleri üzerinde durulacaktır.

Ahmed Naim, birçok ilim, sanat ve devlet adamı yetiştiren ünlü Babanzâdeler ailesine mensup Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Zihni Paşa Osmanlı’nın son döneminde Irak, Yemen, Antalya, Bolu mutasarrıflıkları gibi önemli görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır. Hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğu olduğu için Naim Bey, iyi bir eğitim almıştır. Dönemin itibarlı okullarından Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi gibi modern eğitim veren okullarda okudu. Kardeşleri İsmail Hakkı, Hüseyin Şükrü ve Hikmet de Hukuk veya Mülkiye’den mezun oldular. Dönemin düşünce ve siyaset hayatında önemli yerlerde bulunmuş olan bu ailenin fertleri arasında dindarlığı ile tanınan sadece Ahmed Naim’dir. Eski İttihatçılardan olan İsmail Hakkı 1910’da Maarif Bakanlığı yapmıştır. Gazeteci yazar olan Şükrü Baban (ö. 1959) ise hukuk fakültesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Babanzâde ailesinin en küçüğü, Hikmet Baban’dır ve nesil, onun oğlu Cihat Baban’la (ö. 1984) devam etmiştir. Gazeteci ve yazar olan Cihat Baban çeşitli dönemlerde CHP’den milletvekili olmuş, 1960 ve 1980 darbe hükümetlerinde bakanlık yapmıştır.

Klâsik medrese öğrenimi görmeyen Ahmed Naim’in ilk dinî eğitimini nereden aldığına dâir bir bilgiye sahip değiliz. Ancak onun daha lise yıllarından itibaren ibadetine düşkün olduğu, devre arkadaşlarının anılarında dile getirilmiştir. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliğini anlatan Erişirgil, çalışkan ve çok terbiyeli bir öğrenci olan Ahmed Naim’in, Fransızca ve Arapçasının çok iyi olmasıyla ve genç yaşlarından itibaren ibadetlerine olan düşkünlüğüyle tanındığını belirttikten sonra şöyle der: “Kafasını öyle yapmıştı ki, şüphe denen nesne orada yaşayamazdı. Ona göre her şey ya ‘nass’ idi ya ‘hiçbir şey...’ ” 2

Arapçayı Hacı Zihni Efendi’den (1845–1913) öğrenmiştir. Daha sonra yaptığı tercümeler ve bazı dostlarıyla yaptığı okumalar sayesinde Arapçasını ileri bir seviyeye getirmiştir. Yazı hayatına Arapça ve Fransızcadan yaptığı tercümelerle başlamıştır. Arap edebiyatından seçtiği edebî parçaların tercümelerini, Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlamıştır. Fransızcadan yaptığı felsefî eserlerle ilgili tercümeleri ise Dârülfünun Edebiyat Fakültesi mecmuasında yayımlamıştır.

Ahmed Naim, dönemindeki fikir akımlarından İslâm­cılık görüşünü benimsemiştir. Bu akımın yayın organlarından olan Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlurreşâd mecmualarında özellikle İslâm dinine yönelik saldırı ve eleştirilere karşı pek çok ilmî makale yazmıştır. Yazı ve kitaplarıyla Batıcılık ve ırkçılığa karşı İslâm akidesini ve birliğini savunmuştur. Özellikle saldırı niteliği taşıyan yazılara cevap verirken, “Müdafaat-ı Diniyye = Dini Savunma” başlığını kullanmıştır. Çok evlilik, tesettür, din ve devlet ayırımı gibi konularda yazılar yazmıştır. Bu bağlamda Hüseyin Cahid, Tevfik Fikret, Ahmed Emin, filozof Rıza Tevfik gibi Batıcılarla kalem kavgaları vardır.

Dinî muhtevalı yazılarında İslâm inanç esaslarını anlatırken, İslâm dininin akla ve mantığa uygun olduğu, ilerlemeye engel olmadığı tezini işlemiştir. Bu arada dinde yapılmak istenen modernist yorumlara şiddetle karşı çıkmıştır. İslâm toplumunda ortaya çıkan problemlerin çözümünün Kur’ân ve Sünnet’te aranması gerektiğini savunmuştur. İyi derecede Fransızca bilen bir felsefeci olmasına rağmen Batı uygarlığına karşı temkinli davranmıştır. Avrupa’nın ilim ve fennini alırken, kendi kültür ve değerlerimizi korumak gerektiğini belirtmiştir.

Siyasî yazılarının temelini İslâm birliği ve kardeşliği oluşturur. Bu çerçevede Arapçılık ve Türkçülük akımlarına yazılarıyla karşı çıkmış; ırkçılığın dinî ve siyasî açıdan tehlikeleri ve zararlı sonuçları üzerinde durmuştur. “İslâm’da Davayı Kavmiyet” adlı eserinde ırkçılığın İslâm’a aykırı oluşunu ve tehlikeli sonuçlarını uzun uzun açıklamıştır. Bu konuda dönemin milliyetçi kalemleri Ahmed Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimlerle polemikleri vardır.

Ahmed Naim, esas ihtisas alanı olan felsefede şüphesiz çok önemli çalışmalar yapmıştır. Ancak, onun en çok sevdiği ve ilgilendiği ilimler İslâmî ilimlerdir. Öyle ki arkadaşlarını tefsir, hadîs ve fıkha ait malumatına göre bilgili ve bilgisiz diye ayırırdı. Kelâm, fıkıh, tasavvuf ve İslâm düşüncesine dair yazıları bulunmakla birlikte, İslâmî ilimler alanında özellikle hadîse ilgi duymuştur. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi bu alandaki en önemli eseridir.

Aslında kendisi düzenli bir hadîs öğrenimi görmemiştir. İslâmî kültürün diğer sahalarında olduğu gibi hadîsi de şahsî gayret ve çalışmalarıyla öğrenmiştir.

Hadîs ilmine olan ilgisinin tam olarak nasıl başladığı bilinmemekle birlikte, bu ilginin yazı hayatının ilk yıllarına uzandığı görülmektedir. 2. Abdulhamid döneminde yazdığı bir makalede hadîs-i şerîflere daha uygun olduğu için, mensubu bulunduğu Şafii Mezhebi’nin ilmî açıdan daha kuvvetli olduğunu savunan bir makale yazmıştır. 1908 yılında yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm mecmuasına gönderdiği bir mektupta, fikren ve hissen ölmüş bulunan ümmetin yeniden dirilmesinin, hadîs ve Sünnet’le mümkün olacağını belirterek, mecmuanın bu konudaki yayınlara ağırlık vermesini tavsiye etmiştir. Hadîste uzman olmadığı hâlde hiç olmazsa tercüme yoluyla hizmete talip olduğunu belirtmiş ve ez-Zebîdî’nin Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ini vakit buldukça tercüme edip yayımlanmak üzere göndermek istediğini belirtmiştir.

1908 yılında çeşitli mecmualarda yayımlanmaya başlayan hadîs tercüme ve yorumları 1925 yılına kadar devam etmiştir. Bu tercümeler, aynı zamanda hadîslerin medya yoluyla yayılmasında bir ilki oluşturmaktadır. Mecmualarda sadece hadîs tercümeleri değil, hadîs merkezli yazılar da yazmıştır. Ömrünün son yıllarını ise tamamen hadîs ilimlerine adamıştır. Bu sıralarda, şöyle dediği söylenir:

“Hadîs tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca, ondan önceki vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.” 3

Mecmualardaki hadîs tercüme ve yorumlarındaki başarısı, daha sonra ‘Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ hadîslerini tercüme işinin ona verilmesini sağlayacaktır. 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi ve tefsiriyle birlikte bir hadîs kitabının tercümesi kararı alındığında, Mehmed Âkif’in tavsiyesiyle tercüme işi ona verilir. Âkif’e göre istenen şekilde bir tercüme Naim’den başka hiçbir babayiğidin harcı değildi.

Ahmed Naim, tercüme işiyle resmen görevlendirildiğinde, 25 yıllık bir mütercimlik deneyimine sahipti. Bu deneyimine hadîse olan özel ilgisi de ilâve edilince, ortaya mükemmel denebilecek bir Buhârî tercümesi çıkmıştır. Asıl branşı felsefe olmasına rağmen, bu ilgisi sebebiyle daha çok hadîsçi olarak tanınmıştır.

Ahmed Naim’in, bu tercümesinin bir özelliği de Sahih-i Buhârî’nin ilk Türkçe çevirisi olması ve ondan sonra yapılan tercümelere kaynaklık etmesidir. Çünkü onun zamanına kadar Buhârî, Türkçeye tercüme edilmemiştir. Deneyimli ve uzman bir mütercim olarak yaptığı tercümeler, alanında bir çığır açmıştır. Bu tarz, daha sonraki Kur’ân ve hadîs tercümeleri için bir örnek oluşturmuştur. Klâsik hadîs usulü kaynaklarındaki bilgileri başarılı bir şekilde özetlemiş, zaman zaman kaynak kritiği de yapmış ancak klâsik hadîs çizgisi içerisinde kalmaya özen göstermiştir.

Hadîsçilerin rivayet metotlarını, “methode historique” denen tarih metodolojisi kurallarıyla mukayese ederek tarih tenkit kurallarının, hadîsçiler tarafından asırlarca önce sened ve metin tenkit kuralları adı altında başarılı bir şekilde uygulandığını göstermeye çalışmıştır. Ona göre hadîsçilerin geliştirdikleri metotlar güvenilir ve yeterlidir. Dolayısıyla hadîs tashihinde onların değerlendirmelerine bağlı kalmak gerektiğini savunmuştur.

Ahmed Naim; vahiy, mucize, melek, cin, isra ve mi’rac gibi duyularla algılanamayan konularla ilgili hadîsleri izah ederken, günün modasına uyarak onları rasyonelleştirme gayreti içinde olmamıştır. Ona göre akıl her zaman imkân sahasının sınırlarını belirleyemez, dolayısıyla tarihte olduğu gibi bugün de imkânsız gibi görünen şeylerin zamanla gerçek diye ortaya çıkabileceğini, zamanındaki keşif ve icatlardan örnekler vererek açıklamıştır. Bu yüzden açıklamalarında, hadîsleri çağdaş bilimin verilerine uydurma gibi bir gayret içerisinde olmamıştır. Zaman zaman müspet ilimlerin verileriyle bazı gaibî konuları telife çalışır; ancak asla zorlama yorumlarda bulunmaz. Böyle durumlarda tercihini hadîsten yana koymuştur.

Ona göre, İlâhî kitapların gayesi, insanların akıl ve tecrübe sayesinde kendiliklerinden keşfedebilecekleri kâinat hakikatlerini öğretmek değildir. İlâhî kitapların hedefi, bundan çok daha önemli olan sahih akide, insan ruhunu güzelleştirme, her iki dünyada hayır ve iyiliklere vesile olan amelî hükümler, kalb ve beden temizliği gibi ulvî değerleri öğretmektir. Onların tabiat ilimleri ve astronominin alanına girebilecek konulardan ara sıra bahsetmeleri ise, Rabbanî kudretin delillerine dikkat çekmek içindir.

Ahmed Naim eserinde, gerek daha önceden yaşamış müsteşriklerin gerekse çağdaşlarının hadîslere yönelttikleri bazı eleştirilere de cevaplar vermiştir. Hadîslere yönelik eleştiriler karşısında savunmacı bir tutum benimsemiştir. Ancak telâşlı değil, soğukkanlı ve ihtiyatlıdır. Geleneksel metotların doğruluğu konusunda en ufak bir tereddüdü söz konusu değildir. Bu yüzden iç tenkit yaptığı görülmez. İslâm kültürünün ve hadîslerin yoğun olarak eleştirildiği bir dönemde, aslında onun bu tavrını, özgüvenle kendi değerlerini sahiplenmek olarak görmek gerekir.

Meslekten bir hadîsçi olmamasına rağmen, Türkiye’de son yüzyılda hadîs çalışmalarını yeniden canlandırmış, hadîs usulü ve hadîs yorumlarına orijinal katkılarda bulunmuştur. Tecrîd-i Sarîh ve Nevevi’nin Kırk Hadîs’i uzun yıllar Türkiye’de hadîs konusundaki bilgi ihtiyacını karşılamış ve adeta birer klâsik hâline gelmiş önemli eserlerdir. Bunlar yeniden gözden geçirilip modern bir baskıya kavuşturulursa daha uzun yıllar bu ihtiyacı karşılayabilecektir.

Hem felsefî alanda hem de İslâmî ilimler konusunda iyi bir birikime sahip olan Ahmed Naim, tasavvufla da ilgilenmiştir. İslâm düşüncesinin zengin bir tasavvuf felsefesine sahip olduğunu belirtmiş ve bunu Batı felsefesine bir alternatif olarak göstermiştir.

Naim Bey, Halveti Tarikatı’nın şeyhi ve zamanın önde gelen mutasavvıflarından Fatih türbedârı Ahmed Âmiş Efendi’ye (1807–1920) intisap etmiştir. Âmiş Efendi ömrünün son yıllarını onun evinde geçirmiştir. Ahmed Âmiş Efendi’nin etrafında toplanan bütün tasavvuf müntesipleriyle tanışır, görüşür; fakat tasavvufun ana meselelerinde onlarla tamamıyla aynı fikirde değildir. Sağlam bir şeriat ve fıkıh bilgisine sahip olan Ahmed Naim özellikle “vahdet-i vücud”, “İrade”, “sırr-ı kader” gibi meselelerde onlardan farklı düşünür ve bu gibi konuların ulu orta konuşulmasından rahatsızlık duyardı. Bu çerçevede meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî için Şeyh-i Ekber diyecek kadar büyük saygısı olmasına rağmen onun şeriatın zâhirine aykırı olan sözlerinin, dalalete sevk edebilir endişesiyle konuşulmasını ve neşredilmesini tensip etmezdi.

İlim ve irfan ehliyle görüşmeyi çok seven Ahmed Naim, zâhir ve bâtın ilimlerinde tanınmış kimi duyarsa mutlaka onunla görüşürdü. Abdülaziz Mecdi Efendi (v. 1941), Şeyh Esad Erbîlî Efendi (v. 1931) gibi zamanın büyük mutasavvıfları ile görüşmüştür. Özellikle Şeyh Esad Erbîlî’yle iyi görüşür, kendisini sık sık ziyarete gittiği nakledilir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin sohbetlerini dinlemekten hayranlık duyardı. Tasavvufa bağlılığı, Âmiş Efendi’nin vefatından sonra halifesi M. Tevfik Efendi’yle de devam etmiştir.

Ahmed Naim’den söz eden biyografi ve hatırat kitaplarında, genellikle onun Arapça ve Fransızcaya olan hâkimiyetinden, bilgisinden, titiz bir araştırmacı oluşundan, dürüst ve samimi bir Müslüman oluşundan söz edilir. Dostları, meslektaşları ve öğrencilerinin onun hakkında yazdıklarına göre, Ahmed Naim, “selef-i salihin siretinde yaşamış”, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Onun hem İslâmî ilimleri hem de Batı düşüncesini bilmesi fakat ondan etkilenmemesi, kendi dönemindeki aydınlar için oldukça etkileyici olmuştur.

Şair ve edebiyatçı Mithat Cemal Kuntay (ö.1956) Naim’le ilk karşılaşmasında ‘Namaz kıldığı için, ben onu Fransızca bilmez sanmıştım.’ diyerek şaşkınlığını ifade eder. Ahmed Naim’in bir yandan ‘Le Temps’ gazetesini, diğer yandan Muhyiddin-i Arabî’nin, İmamı Müberred’in eserlerini okuduğunu belirten Kuntay, onun Batı düşüncesi karşısındaki sağlam duruşunu şöyle tasvir eder:

“Başı iki kısımda: Doğu ve Batı! İkisi birbirine karışmayarak yan yana duruyordu: Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler. Bu filozoflara Naim, şaşılacak derecede nüfuz ediyordu; fakat bu filozoflar, şaşılacak acizle Naim’e nüfuz edemiyorlardı…” Hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilmesini Kuntay, “kafası gavur, kalbi Müslüman” olarak tasvir eder.

Üniversite hocalığı yaptığı sıralarda akşamüzeri Beyazıt Camiî yanındaki “Küllük” kahvesinde dostlarıyla ilmî sohbetler yaparlardı. Bu sohbetlere zamanın tanınmış edipleri, şairleri, yazarları ve ilim adamları katılırlardı. Mehmet Âkif’le tanışması da burada olmuştu. Diğer dostları Mehmet Şevket Bey birlikte üçü bir araya gelip klâsik Arapça okumaları yaparlardı.

Naim’in dostları arasında Mehmet Âkif Ersoy’un özel bir yeri vardır. Bu mekânda sıklıkla bir araya gelir, politika, edebiyat ve diğer meseleleri konuşurlardı. İkisi de dairelerinden çıkınca, burada birbirlerini beklerlerdi.

Âkif’i en çok etkileyen yönü, Batı düşüncesine vâkıf olmasına rağmen din konusundaki sağlam inancıdır. Âkif, Naim Bey’le tanıştığı sırada birçok mektepli genç gibi zihni, akidesi tereddütlerle dolu idi. Naim Bey’in kafasında ise şüphe denen nesne yaşayamazdı. Âkif, Naim Bey’le konuştuğu zaman farkına vardı ki, o kendisinden kat kat fazla Fransızca biliyor, kendi kadar da Arapça… Naim, Galatasaray Sultanisi’nden çıkarken Fransızca hocası ona on üzerinden dokuz puan vermişti ki, bu kadar yüksek puanı, mektebin tarihinde bu hocadan kimse alamamıştı ve bu hoca Fransız’dı. Fakat dokuz puan verilen bu Fransızca Naim’i değiştiremiyordu. Âkif, bu değişmeyen Naim’i seviyordu.

İşte Âkif, karşısında böyle gerçek bir ilim adamı görünce ona âdeta vuruldu. Hint ve Mısır âlimlerinin eserleri kadar Avrupa kitaplarını da okuyan adamın beş vakit kıldığı namaz, Âkif için başka bir mânâ taşıyordu.

Nitekim Âkif, daha sonra en çok sevdiği şiiri olan “Secde”yi en sevdiği bu dostuna ithaf edecektir. Naim deyince içimde bir yanardağ tüter diyen Mehmet Âkif için o, sikadandır, ne derse öyledir, sözü sened teşkil eder.

Âkif’in “ashap’tan sonra en sevdiğim adam” dediği Naim’le dostluğu kırk iki sene devam etmiştir. Naim vefat ettiği gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecektir.

Ahmed Naim’in bu örnek yaşantısı, dönemindeki birçok âlim ve aydın tarafından dile getirilmiştir.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’ye göre Naim Bey selef-i sâlihindendir, Asr-ı Saadet’ten bir parçadır. İlim, irfan, edep, ahlak, namus, şeref, kanaat… ne deseniz bütün faziletler onda mevcuttur.

Çalışma arkadaşı ve aile dostu Muallim Cevdet, Naim Bey’in ahlâkî seciyesi hakkında şöyle demektedir:

…. Kaba taassuptan kurtulmuş, temiz bir Müslüman örneği idi. Edebiyat ve musiki dostu idi. İmanında sabit idi, neye inanmışsa sonuna kadar sâdık kaldı. Onda riya veya kuru sofuluk gibi şeyler yoktu. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Batı ilminin âşığı fakat pozitivizmin düşmanı idi. Onda “Muhammed” bir yürek vardı.

Kendisiyle 25 senelik arkadaşlıkları olduğunu söyleyen Mehmet Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul (ö.1952), Ahmed Naim hakkında şunları yazmıştır: “Merhum kayınpederim Mehmet Âkif gerçi arkadaşlarını ayırdetmez ve hepsini severdi, fakat kalbinde Ahmed Naim’e ayırdığı yer muhakkak ki imtiyazlı idi. Onun için Ahmed Naim’in öldüğü haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlayacak derecede bu aziz dosttan ayrılışının acısını derinden hissetmişti. O zaman gönderdiği mektupta “Onun ölümünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım.” diye yazdığını bizzat görmüştüm. Sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey üzerinde sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak, daima doğruyu söylemek, bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmek ve çok çalışmak gibi meziyetlere sahip olan Naim, hak olduğuna inandığı yolda zerre kadar ayrılmayarak yaşamış ve öylece ölmüştür.”

Kendisinden sonra yarım kalan Tecrid-i Sarih’in tercümesini tamamlayan Kâmil Miras onun bu nezih yaşantısını “O selef-i salihin siretinde yaşamış yüksek bir fazilet örneği idi” diye özetlemektedir. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Bu özelliğiyle Naim daha sonraki yüzyılda da devam edecek olan, hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilen Müslüman aydın tipinin ilk örneğini vermiştir.

Ahmed Naim’in bu örnek kişiliği, muhalifleri tarafından da dile getirilmiştir. Dârülfünun’da beraber hocalık yaptıkları Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), dünya görüşleri farklı olmasına rağmen, Naim Bey’in gülen, gülümseyen ve hayli manidar konuşan bir âlim, özellikle inanan bir insan olmasından hoşlandığını belirtir. Beyatlı, bir yazısı dolayısıyla aralarında geçen kırıcı bir tartışmadan dolayı Ahmed Naim’in aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen özür dilemesini takdir ve hayretle anlatır.

Mülkiyeliler tarihini yazan Ali Çankaya’ya göre, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Halûk, dürüst, münekkit, inançlarına taassupla bağlı bir zâttı.

Ahmed Naim’in öğrencilerinden olan felsefe tarihçileri Macit Gökberk ve Niyazi Berkes, ideolojik bakış açılarının etkisiyle hocalarını zaman zaman alaycı ve tahkir edici bir üslûpla anlatmışlarsa da, onun bazı meziyetlerini itiraf etmekten de kendilerini alamamışlardır. Gökberk şöyle der:

“Naim Bey, dünya görüşlerimiz birbirine büsbütün karşı olduğu hâlde, çok saydığım bir hocamızdı. Genel felsefe ve metafizik dersleri verirdi. İslâm kültürüne hayrandı. Değişen toplum koşulları içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını idi. Cumhuriyet’in en coşkulu en parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu. Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez bir saygı konusu yapıyordu.”

Yeri gelmişken Ahmed Naim’in bu sağlam duruşunu ve tutarlılığını gösteren iki anekdotu aktarmak uygun olacaktır:

Ahmed Naim, Dârülfünun Rektörü iken Maarif Nezareti’nden, İnas Dârülfünu’nun (Kız Fakültesi) kapatılarak kız ve erkek öğrencilerin bir arada okutulması emrini alır. Naim Bey bu emrin geri alınması için uzun uğraşılar verir. Başarılı olamayınca, “Kız ve erkek çocukların bir arada okumalarına izin veremem, bu, dine aykırıdır.” diyerek rektörlükten istifa eder.

Mustafa Sabri Efendi, onunla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

“Şeyhülislâm olduğum sıralarda A’yan Meclisi’ne girecek azalar arasına Ahmed Naim Bey’i de yazdık. Bunu öğrenen Naim, bir sabah namazından sonra kapımı çaldı.

Hayırdır inşallah Naim Bey, buyurun, deyince şunları söyledi:

‘Efendim A’yan listesini gördüm. Bendenizin de ismi var. Efendi hazretleri bu memleket, bu kadar mı kaht-ı ricale düçar oldu. Adam kıtlığına düştü? Memleket ne hâle geldi? Bendeniz kim oluyorum da a’yandan oluyorum efendim? İstirham ederim efendim beni bu listeden siliniz…’

Naim Bey parçalanıyor neredeyse yalvarıyordu. ‘Efendim ben kendimi bilirim. Layık olmadığım o makamdan alacağım maaşı çocuklarıma nasıl yediririm?’ diyordu.”

Mustafa Sabri Efendi uzun uğraşılardan sonra onu ikna edip geri gönderir.4 Günümüzde ehil olup olmadığına bakmaksızın milletvekili olmak için olmadık yollara başvuran siyasilere Ahmed Naim’in bu tavrı çok şey anlatıyor olmalıdır.

Ahmed Naim 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazını kılarken ikinci rekâtın secdesinde vefat etmiştir. Vefatından önce tercüme ettiği son hadîs hasta namazına dairdir. Bu hadîsin tercümesi de, tıpkı namazı gibi yarım kalmıştır.

Konuyla ilgili şöyle bir anekdot nakledilir. Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince tercümeyi bitirip bitiremeyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak üzere istihareye yatmıştır. Âlem-i mânâda Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatin arasında. Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve Naim Bey’e enfiye5 ikram etmiş...

Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya (Celal Ökten, ö. 1961) anlatmış ve tabir için Cerrahi asitanesi şeyhi Fahrettin Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar duymaz “Ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek; fakat bunu bu şekilde kendisine söylemeyin.” demiş...”6

Hasta namazına dair hadîsin yarım kalan tercümesi, yarım kalan namazı ve kendisine “secde” şiiri ithaf edilmiş bir insanın “secde”de teslim-i ruh etmesi ancak güzel bir akıbetle izah edilebilir.

Ahmed Naim’in vefat haberini Mısır’da öğrenen Mehmet Âkif, hüngür hüngür ağlamış ve “Onun ölümünü haber aldığım ânda, dünya başıma yıkıldı sandım.” demiştir. Cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi. Mehmet Âkif’le yan yana defnedilmeyi vasiyet etmişti. Ne var ki Âkif ‘ten önce vefat etmiştir. Ancak ondan kısa bir süre sonra vefat eden sadece Âkif değil, diğer bir dostu Muallim Cevdet İnançalp da onun yanına defnedildi. Bugün üç dost, Edirnekapı Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar.

Yakın dostlarından Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, şu mısralarıyla merhumun ölümüne tarih düşmüştür:

“Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdede gitti Hûdaya Naim”

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi


Dipnotlar
1. Ahmed Naim’in Felsefe ve Ahlak konusundaki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, Dergâh Yayınları: İstanbul 2001; Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri,” AÜİFD, XXXVI (1997), s. 297-339.
2. Mehmet Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 258. Bu yazıda zorunlu olmadıkça alıntılar için dipnot verilmemiştir. Diğer referanslar için bkz. Hüseyin Hansu, Babanzade Ahmed Naim Bey, Kaynak Yayınları 2007.
3. E. Edip, M. Âkif, s. 111; M. Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 262.
4. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, Kaynak Yayınları İstanbul 2009, II, 116-117
5. Öğrencilerinin anlattığına göre Ahmed Naim, derslerde (yıl 1929) enfiye kullanırmış. (Bkz. Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler, İstanbul 1982, s. 21). Enfiye kullanmasının bu rüyayla ilgisinin olup olmadığı merak edilmeye değer bir konudur.
6. İsmail Kara, “Rüya İle Sayıların Esrarı Arasına Sıkışmış Bir Secde Ömür”, Dergah Dergisi, XI (2000) 130, s. 3.



LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı