21 Ocak 2009 Çarşamba

Nefis Üzerine

Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak.


Kendini Bilmek, Allah’ı Bilmek

Ruh ve akıl anlamına da gelen nefis, mânâ zenginliği olan bir kavramdır. İnsanın bedeni, ceset, kan, azamet, görüş, kötü söz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukûbet, arzu ve murad, nefsin karşılık geldiği diğer anlamlar dünyasıdır. Nefis, kötülüğü emreden şeklinde algılandığı gibi, Allah tarafından insana üflenen Rahmânî ruh olarak da kabul edilmektedir. (Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, 545)


Nefis: Gönül ve düşünce gücü

Bir başka açıdan nefis, insan varlığının bedenî veya biyolojik ihtiyaçlarının tamamına verilen bir isimdir. İslâm tasavvufunda ise nefis; insanı dünyadaki geçici varlıklara, gösterişe, maddeye ve tutkulara meylettiren, bundan dolayı her daim iradenin kontrolünde olması gerekli olan bir iç eğilimdir. Yine sufîler için nefis, insanın Allah ile birleştiği yer, gönül ve düşünce gücüdür. (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, II. baskı, Ankara 1997, 498)

Nefis öyle bir alandır ki, kişi onu kendi hâkimiyeti altında tuttuğu sürece iki âlemde de kurtuluşa erecektir. Onu kontrol altına almak da, ancak reddetmek ve başkaldırmakla başlar. Nefsin sınır tanımayan arzu ve ihtirasları yerine getirildiği zaman, insanî kimlik ve erdemler insanlardan uzaklaşır. Ancak ölçülü ve dengeli bir şekilde nefsin muhasebesi ve murakabesi yapıldığı sürece de, erdemler ve faziletler insanda tecessüm eder ve onun özü olur. (el-Muhâsibî, er-Riâye, Çev: Ş. Filiz, H. Küçük, İstanbul 1998, 406)


Nefisle savaşmak

Nefisle mücahede ve mücadele esnasındaki zaafiyetler karşısında iki yol bulunmaktadır: Birincisi, hata ve zarar girdabına sokacak hâllerden uzak olmaktır. Ancak unutulmamalıdır ki, sorumlulukları ifa etmek ve Hâlık’a itaat etmek, bunun dışındadır.

İkincisi ise, yanlış ve günahta ısrarcı olmamaktır. Eğer yapılmaması gereken bir hâl işlenmişse çok beklemeden, -yani nefis mâsiyete bağışıklık kazanmadan- meşrû olmayan arzu ve zevkleri kalpte mekân bulmadan atmak gerekmektedir. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 406)

Nefis insana, asabî ve gergin olduğu anlar, yumuşak ve ölçülü olacağını, bunun sonunda cenneti hak edeceğini; cehennem korkusuyla Rabbinin razı olmadığı şekilde kızmaktan seni koruyacağını vaad eder. Ne gariptir ki, aynı nefis ona ihtiyacın olduğu an, seni azabına sebebiyet verecek hâllerle karşı karşıya bırakır. Hatta salih olmayan fiilleri işlemen konusunda sana yardım eder, daha ötesi seni teşvik eder ve zorlar. Aynı zaman da nefis, insana umutsuzluk telkin ederek içinde bulunan durumdan kurtuluşu imkânsız gösterir. Şu hâlde bunu, insana yapandan daha büyük bir düşman ve fâcir var mıdır?! (el-Muhâsibî, er-Riâye, 425)


Nefis: Zarar veren düşmana aracılık yapar

Nefsini bilen Rabbini bilir sözü, İslâm sûfîlerinin çokça başvurdukları, içinde nice hikmetleri barındıran bir ifadedir. Hz. Peygamber’in sözü olduğu hususu ise tartışmalıdır. Bununla birlikte insanın kendisi üzerinde düşünüp tefekkür etmesini bildiren ayetlerin varlığı da bir gerçektir. Bu ilâhî hikmetle yoğrulmuş ayetler, âfâk denilen dışımızdaki dünyayı tefekkür ederek Hakk’a ulaşmanın şifrelerini ve işaretlerini bize bildirdiği gibi; enfüs denilen içimizdeki dünyayı da düşünerek Hakk’a varabilmenin imkân dâhilinde olduğunu bize hatırlatır. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı bu ifadeyi, şu şekilde açıklar: “Nefsini bilen, yani kendisini acz ile noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbini bilir, yani Rabbini kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle varlığıyla bilir.” (Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 546)

Nefis ki, tatmin olmayan istek ve ihtirasları uğruna insana zarar veren her düşmana aracılık yapar. Ona muhalefet ettikçe, Allah’a olan taât, samimiyet ve ihlâs katlanır. Sonunda Vedûd (çok çok seven), bütün sevgilerin üstünde sevgi merkezi hâline gelir.

İnsan nefsine dürüst davranmadıkça, Yaratan’a karşı dürüst ve samimi bir ruh hâlini elde edemez. Nefsini bilmedikçe ve bazen onu ölüme sunmadıkça, ölümü düşündürmedikçe onu tanıyamaz. Ölümü tanıyan ve ona sunulan nefis, Allah’a sunulmuş olur. O vakit onun hâllerini, sınırlarını ve kapasitesini muhakeme edebilme imkânı doğar. İyi olduğu zannedilen hususlarda onu tecrübe etmedikçe, ortaya koyduğu zulüm ve kötülüklerde karşısında bulunmadıkça, nefis tanınmaz, bilinmez. Eğer bu yapılırsa kontrol altına alınabilir, murakabe ettikçe de sunîliğini, hile ve oyunlarını tedavi ve rehabilite edebilir. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 424-425)


Kendini bilmek: Rahmânî ve şeytanî olanı ayırmaktır

İnsanın kendisini bilmesinin gerektiğini belirtmenin birtakım sebepleri vardır. Zira insan, Rahmânî ile şeytanî olanı birbirinden ayırmayı bilmeyince kendini bilmez. Bir insan kendini bilmeyince, Hakk ve hakikate vâsıl olamaz. Nitekim Rahmânî ile şeytanî olanı birbirinden ayırmasını bilen kimse, kendisini bilmiş ve tanımış olur. Bununla birlikte kişi, ne zaman kendini bilirse aşk galip gelir ve o, kişiyi Hakk’tan yana davet eder. Talihi ne kadar ise, kişi o derece mertebe ve mesafe kateder.

Rahmânî ile şeytanî olanı birbirinden ay(rışt)ıramayan kimse, kendini de bilmez. Dolayısıyla el-Hâdi’nin (dosdoğru yola ulaştıran, hidayet eden) lütuf ve nimetlerine nâil olamaz, katında yer bulamaz. Böylece insan suretinde olduğu hâlde, insanî vasıflardan nasipsiz olur. Endişe ve veballer deryasında boğulur. (Esad Çoşan, Hacı Bektaş Veli Makâlât, Sad: H. Özbay, III. baskı, Ankara 1996, 30)


Nefsini zilletle tanıyan, Rabbini izzetle tanır

Nefsi hakkında câhil olan kimse, başkası hakkında da hiçbir şey bilemez. Zâhir’i (varlığı apaçık olan) tanımakla ve bilmekle yükümlü olan kulun, nefsini de tanıması lazımdır. Böylece, kendisinin fâni, Hakk’ın ise bâkî olduğunu bilir. Burada Kur’an’ın, “Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir?...” (Bakara, 130) ayetini hatırlamak gerekir. Demek ki, nefsi hakkında cahil olan, başkası hakkında çok daha fazla cahil olur.

Nefsinin fâni ve gelip geçici olduğunun farkında ve şuurunda olan, Rabbinin bâki olduğunu bilir. Nefsini zilletle tanıyan ve bilen, Rabbini izzetle tanır ve bilir. Nefsini ubudiyetle (kullukla) tanıyan, Rabbini rubûbiyetle (Rablikle) tanımış olur. Şu hâlde kendini bilmeyen kimse, var olan tüm varlıkları bilme ve tanıma imkân ve fırsatından yoksun olur (İlim kendini bilmektir). Nihaî maksat ve amaç, insaniyet ve halkın bu konudaki ihtilafları hakkında marifet sahibi olabilmektir.

Muhammed b. Ali Tirmizi, “Nefsin sende mevcut ve bâkî olmakla beraber, Hakk’ı tanımak istiyorsun. Hâlbuki senin nefsin daha kendisini dahi tanımış değildir, başkasını nasıl tanıyacak?”, demiştir. Nefis, var oluş itibariyle kendisinden perdeli ve kapalıdır. Nefis kendisinden kendisi ile perdelenmiş bir hâlde bulununca, Hakk’a nasıl vâsıl olacak ve onu temâşâ edecektir. “Ey kendisinin ne olduğunu bilmekten âciz olan insan, Yaratan’ını nasıl bileceksin. O hâlde nefsini bırak da O’nu öyle tanı.” (Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, Haz: Süleyman Uludağ, II. baskı İstanbul 1996, 310, 312)

Nefsini iyi tanı ki, herhangi bir hayrı istediğin zaman, o seni bunun zıddı eylemde bulunmaya yönlendirmesin. Aksi takdirde bir kötülükle karşılaştığın zaman, nefis, o çirkin fiili işlemeyi sana güzel gösterir. “Yapmadığın bir hayrı, yapmamana sebep de odur; yaptığın kötülüğü yapmana sebep de o...”


İnsana düşen sorumluluk: Nefsini tanımaktır

Düşünen bir varlık olarak insana düşen, nefsini tanımaktır. Çünkü o, ne dünya nimet ve rahatlığından bıkar ne de ahiret gafletinden... Ahiret gafletinden uyandırılmaya çalışılan nefis, sürekli dünyayı hatırlatır; sınırsız ve sonu gelmeyen şehvet ve isteklerle insanı kendisine kul ve köle yapar. İbadet ve kulluk vazifelerinin ifası, azgın ve dizginlenmemiş nefsin engellerine maruz kalır. Dünyanın zevk ve süsleri, nefsin kullandığı en önemli vasıtalardır. Nefis arzulattıklarıyla, insan akıl ve zihnini yönetir ve alt eder. Akıl uyur, ancak terbiye ve tezkiye edilmemiş nefis uyanık ve canlıdır. Aklını uyardığında, o devreye girer, bunu yapmaman için her türlü aracı kullanır. Nefsi öldürmek sana helal olmadığı gibi, ondan ayrılman da mümkün değildir. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 428-429)


Nefse karşı zırh kuşanmak

Gafil ve azgın nefis, her hâliyle ve her zaman için düşman konumundadır. Kişi onu iyi tanımalı ve maruz kalacağı tehlike ve hilelere karşı zırhını kuşanmalıdır. Ondan sakınmak ve korunmak, ancak tanımakla gerçekleşir. Bu ise Rabb’e dayanmak, güvenmek ve inanmakla mümkündür. Nefse karşı nefret ve öfke içinde bulunmak gerekirken, diğer taraftan/aynı anda Rabb’e karşı havf (korku) ve reca (umut) içinde bulunulmalıdır. Bunun için Rabbinin nimet, ihsan, lütuf ve emanetlerinin farkında olmak, bunları itiraf ve ikrar içinde bulunmak, her dâim şükür hâlinde olmak gerekir.

Nefsin, Allah’a uzak olduğunu unutmamak gerekir. Rabb, istenmeyen ve meşru olmayan eylemler konusunda uyarır ve emrettikleri hususunda da müjdeler iken, nefis seni kötülükler ve rezâletler girdabında yok etmeyi arzular. Allah ikaz ettikçe, erdemli kul, kötülüklerle arasına kalın duvarlar örer. Yaptığı zaman pişman olur, tövbe eder. Nefis ise, erdem ve fazilet yolunun düşmanıdır.

“Nefsini (bu yönleriyle) tanırsan, Allah’a olan sevgin ve muhabbetin, nefsine olan nefret ve kinin; Allah’a tevekkül ve güvenin, nefsinden ümitsizliğin; Allah’a inancın; nefsine karşı teyakkuz ve korkun artar da yaptığın şeylerle ucba (kibre) kapılmazsın, bunların nefsinden olmadığını kabul edersin.” Nefsin sevdiği fiiller, yapılan iyilikler değil, terk edilen kötülüklerdir. Nefsin arzularına karşı uyarıcı ve yardım edici olan, nefsin kendisi değildir. Uyaran ve yardım eden yalnız Allah’tır. O hâlde Allah’ı da nefsi de iyi tanımak ve bilmek gerekir.

Nefis tanınırsa, ona karşı kişi dürüst davranır, dürüst davranıp onu kandırmadığı zaman, arzularına yönelmez. Böylece Allah’a da dürüst davranmış olur, O’ndan korktuğunu göstermiş, O’na meyletmiş, O’na güvenmiş olur. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 429-430)


Nefsin konumunu gözden geçirmek

Ümit var olmaktan ayrılmadan ve umutsuzluğa saplanmadan, nefsin durumunu gözden geçirmek gerekir. İyiliklerin az veya çok olmasını, nefsin hâl ve makamı belirler. Allah’ı hatırlatmayacak diye, nefse karşı sürekli korku ve teyakkuz içinde bulunmak erdemin şartıdır. Yaratan’ın her türlü hayır ve iyiliğe, kesintisiz bir şekilde çok çok karşılık vereceğini unutmamak da faziletin gereğidir.

Hakk’ın hoşlanmadığı fiilleri yapan kimse, O’nun merhamet ve bağışlamasına muhtaçtır. Kim bunu umar ve bunu beklerse Rahîm, onu affedecektir. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 430)


Nefisten sakınmak ve onu araştırmak

Şu hâlde nefisten sakınmak ve onu devamlı araştırmak elzemdir. Onunla, zalim, hain ve aldatan, delilinde beliğ ve güzel konuşmasıyla batıl sözü süsleyen düşmanın, seninle yaptığı savaş ve mücadeleye benzer bir savaş ve mücadele sürdür.

Nefisle mücadele ve mücahedede, âdil delillerini ona yönelten insan, deliller nefsin aleyhine oluncaya kadar araştırmalı ve onu suçüstü yakalayıp, Hakk’a tâbi kılmalı, boyun eğdirmelidir. Aksi takdirde insan, nefsin hüküm verici makam ve mevkiine itaat etme gaflet ve aşağılığına maruz kalır.

Nefse karşı, Kitap ve sünnete uygun bir yöntemle savaşmak gereklidir. Ona deliller getirerek ayıplarını, yalan ve çirkinliklerini hatırlatmak bir mesuliyettir. İnsan, nefsini Hakk’ı kabule ve itirafa mecbur bırakırsa, onun mazeret, aldatma ve sahte delillerinin sonu gelir. İtaat etmeyen nefse, Celâl’in (Allah’ın kahrı) azabını hatırlatmak bir zorunluluktur. Bunu akıl gözüyle ve baş gözüyle görmüş gibi kesin bir şekilde görür ve korkusu ayaklanırsa, boyun eğme, pişmanlık ve (bunları bir daha yapmamaya) azmetme hususunda artık kendine malik olamaz. Ulaştığından fazlasını kaybettiğini görünce, Hakk’a boyun eğmekten başka çaresi kalmaz.

İnsan, sürekli nefsini tanıyıp ondan sakınmayı sürdürmelidir ki, vazgeçtiği kötülüklere onu döndürüp ahdini bozan konuma düşürmesin. Bunun için nefse karşı Nâsır’ın (çokça yardım eden) yardımını talep etmek salih kul olmanın gereğidir. Aynı zamanda salih kul, Vekil’e (koruyan, himaye eden, kefil olan) tevekkül etmeli, kendisini nefsiyle baş başa bırakmaması için O’na güvenmeli ve O’na dayanmalıdır.

Nihayetinde erdemli kişi, nefsinden ümit ve beklentilerini sona erdiren insandır. (el-Muhâsibî, er-Riâye, 430-431)


Not: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi 2008 Mayıs sayısında yayınlanmıştır.


Kaynak: Diyanet Sitesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı